No.405 - Tarihin parmak izleri

-
Aa
+
a
a
a

Merhaba kâinat!..

 

Başbakan’ın ABD gezisi başladı. Buna “ABD çıkarması” denmesi için bir-iki gün daha beklememiz gerekebilir. “Tarihî” sıfatını kullanmak içinse o kadar beklenmediği görülüyor. Meselâ, Tercüman gazetesi, birinci sayfasında kullandığı fotoğrafın altını “Tarihi salonda tarihi çağrı” cümleciğiyle süslemiş.

Gazeteye göre, bu olayı tarihî yapan unsurlardan biri de, gezinin ilk gün açılışının New York’un Waldorf Astoria otelinin görkemli salonlarında verilen kahvaltıda Başbakan’ın yüzmilyarlarca dolara hükmeden yatırımcılara hitaben yaptığı “Türkiye’ye Gelin!” çağrısı imiş.

 

  Tayyip Erdoğan (ayakta) Waldorf Astoria otelinde

Ömrü ikiyüzelli yılı bulmayan bir ülkenin “postmodern” pencereli otelinin neden tarihî olduğunu düşüneduralım, dünyanın efendileri sayılan yeni zenginlerin ve onlara ‘yatırım yapmıyorsunuz ama, haydi artık gelin’ şeklinde hitap etmenin tarihle ne gibi bir ilgisi olduğunu çıkarmak da kolay değil. Otel, Harun Reşid’in sarayları kadar güzel ve lüks olabilir, yatırımcılar da Harun Reşid’i aratmayacak kadar zengindirler herhalde, ama bu “benzetmeler” dışında olayda tarihi bir yan görülemiyor. Türkiye’nin tarihî ekonomik krizinden sonra, tarihi boyutlara varan borçlarını “çevirmek”te yardımcı olmaları için, bu yatırımcıların ve “derecelendirme kuruluşlarının” üst düzey temsilcilerinin hoş tutulmasını makûl görebiliriz de, işi abartmamak iyi olur herhalde. Hele, o tarihi salonda kahvaltı edip Başbakan’ı dinleyen aynı yatırımcılarla aynı derecelendirme kuruluşlarının kısa süre önce yere göğe koyamadığı, altın çocuk muamelesi yapıp yatırıma boğduğu Arjantin’in içinde boğulduğu tarihî çöküş ve iflası ve bir de o yatırımcıların aynı ülkeye iflastan sonra nasıl davrandığını hatırlarsak... Yani, olsa olsa ‘yakın tarih’ten bahsedebiliriz.

Kahvaltıdan sonraki öğle saatlerinde ise Başbakan, Yeni Şafak gazetesi yazarı Fehmi Koru’nun deyişiyle “dünya egemenleri” sayılan Dış İlişkiler Konseyi (CFR) üyelerinin bazılarına, yani “her biri önceden belirlenmiş az sayıdaki ‘önemli’ Amerikalı”ya “21. yüzyılda Türk Dış Politikası”nı anlatmış. Dünya egemenlerinin ya da efendilerinin bu vizyondan ne ölçüde etkilendiğini, dünya dış politikasını buna göre yeniden şekillendirip şekillendirmeyeceklerini bilemiyoruz tabii. Ama, önümüzdeki bir bütün yüzyılın yol haritasını çizme projesine girişen Başbakan için, en azından “geleceğin tarihi”ni yazıyordu, diye bir ifade kullanmayı deneyebiliriz belki.

 

Öğle yemeğinde Amerikan-Musevi Komitesi tarafından takdim edilen “Yüksek Cesaret” madalyasının, Başbakan’a barışçı tutumu dolayısıyla verildiği belirtiliyor; ama madalyanın tarihçesi ya da Erdoğan’ın dünya barışına hangi katkılarından dolayı buna lâyık görüldüğü ya da St. John (Yuhanna) adlı Hıristiyan azizinin adını taşıyan üniversite’nin İslam çoğunluklu ülkenin Başbakan’ına takdim ettiği fahri doktora unvanını hangi tarihî gerekçelere dayandırdığı hakkında bizlere bir bilgi verilmediği için, olayın mânâ ve ehemmiyeti konusunda fazla bir yorum yapmamıza imkân yok, takdir edersiniz...

 

Tarihî ABD ziyaretinin ilk akşamında ise, ABD’de büyük başarı kazanmış girişimci ve işadamı Ahmet Ertegün’ün Başbakan onuruna verdiği yemeğin tarihî önemi üzerinde durmaya imkân yok; çünkü, Tercüman yazarı Nazlı Ilıcak’ın bildirdiği üzre, “Davet çok kısıtlı tutulmuştu. Sadece Başbakanın en yakınındakiler ünlü işadamının misafirperverliğinden yararlanabildi.”

 

Tarihî ziyareti sabah kahvaltısından, akşam yemeğine kadar gündelik basından neredeyse dakika be dakika izleyip sizlere yansıtmaya çalışan nâçiz tefrikacınız, canalıcı olayı, yani gezinin başını, sona sakladı tabiî. Bir medya mensubu anlatıyor:

 

“11 saat süren bir uçuştan sonra New York’a ayak bastık... ABD’de gece yarısı 12’ydi. Parmak izlerimizin alınması ve sıkı denetim yüzünden otele varışımız Amerikan saati ile gece 2’yi buldu.”

 

İşte ey okur, aslolan budur: Tarihin parmak izleri.

 

Devamı haftaya...