Psikiyatrist Dr. İlker Küçükparlak ile depremde okulları, dayanışmayı, çaresizlik duygularının kontrolünü, imar barışını konuştuk.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Muzaffer Çorlu: 95.0 Açık Radyo’dan tekrar merhabalar. Maalesef başımıza gelen son derece üzücü, yıkıcı olaylardan dolayı programları olabildiğince herkesin işine yarayabilecek şekilde tasarlamaya çalışıyorum ve bu konuda da konuklarımı genelde psikiyatrist, psikolog ya da terapistlerden seçiyorum şimdilik. Belki yaraya merhem olmak için konuklarla birlikte bir iki cümle de biz çıkarırız burada. Geçtiğimiz günlerde Türkiye Psikiyatri Derneği Başkanı Ejder Yıldırım'la konuştuk ve bu sohbet Açık Dergi’de yayınlandı. Şu anda YouTube kanalımda ve Podcast’lerde de var. Bugün de psikiyatrist doktor İlker Küçükparlak’la birlikteyiz. Aslında kendisiyle epey program yaptık. Dolayısıyla bugün spesifik bir konuda konuşacağımız için bizi kırmadı geldi. İlker Hocam hoş geldin.
İlker Küçükparlak: Hoş bulduk, merhabalar. Hepimize geçmiş olsun diyerek başlayalım.
M.Ç.: Evet geçmiş olsun hepimize. Şimdi hemen şunu sorayım. Bugünün konusu çok sıcak bir konu, yani okullar meselesi...Şimdi psikolog olarak bir cümle söyleyeceğim ama sen ne düşünürsün? Bunu söylemeden önce iddialı olmaması için biraz araştırdım. Okulların çocuklar üzerindeki etkisi ve özellikle post-travmatik durumlarda hayata tekrar normal gözlüklerle bakabilmeleri adına bu sosyal ortamların çok yararlı olduğunu gösteren çalışmalar ve dünya tarihi bu tür vakalarla dolu. Dolayısıyla biz okulların açılmasından yanayız. Bunu teknik olarak açılabilecek imkanlara sahip olanlar için söylüyorum elbette. Buna katılır mısın? Sen nasıl açarsın bu konuyu?
İ.K.: Şöyle katılırım; son ibareye itirazla katılırım. Teknik olarak açılabilecek olanlar derken, öğrencilerin bir okulun içinde bulunması fiziki açıdan uygun olmayabilir güncel koşullar itibariyle. Ama şu anda okula gidemeyen öğrencinin kalmaması lazım. Yani bu çadır okul olur, açık havada olur, saatleri çok daha kısıtlı olur... Fark etmez. Ama şu öğrenciler gidiyor da bu öğrencilerin okulları hasar gördü veya onlar gidemiyor, o yüzden bunlara var, onlara yok gibi bir durum söz konusu değil. Bütün öğrencilerin bir şekilde farklı bir ortam, farklı bir bağlam, farklı bir öğretmeni elbette olacak, ama bir okula gidebiliyor olması lazım. Okulun önemi derken derdimiz asla müfredat ve eğitim geri kaldı, dersler, sınavlar falan şu bu değil. Zaten öyle bir verim beklememek lazım şöyle bir dönemde. Özellikle afetten birincil derecede etkilenmiş kişiler, çocuklar ve öğrenciler için... Afet ya da travma denen şey insanı nasıl etkiliyor? En kuvvetle vurduğu yer şu ki insanın kendi hayatı üzerindeki kontrolünü, kontrol algısını bozuyor.
Mesela şu anda kendi çalışma ortamındasın, ben görebiliyorum seni, radyodan dinleyenler göremiyor ama arkada enstrümanların var, bir duvar saatin var, bir bilgisayarın başındasın ve benimle konuşabiliyorsun. Şimdi buranın kontrolü sende mesela. Durduk yerde içeri kimse girmeyecek. Bunu biliyoruz değil mi? Birisi gelip o arkadaki enstrümanlardan birini alıp götürmeyecek. Ya da o enstrümanlardan biri kendi kendine hareket etmeye başlamayacak. Ya da pencere kendi kendine açılmayacak. Bilgisayar bir anda kuş gibi ortadan kaybolmayacak. Elbette küçük aksaklıklar olabilir ama buranın kontrolü sendedir, bunu biliyorsundur ve rahatsındır o yüzden. Ama biz bu yayını, mesela kamuya açık bir parkta yapıyor olsak için rahat etmeyebilirdi. Arkadan kim geçecek? Ne olacak? Nasıl olacak? Üstelik tekinsiz bir yerde, ne bileyim suç oranının yüksek olduğu bir yerde bu programı yapmayı zaten aklından bile geçirmeyecektin muhtemelen. Çünkü oraları kontrol etmek hiç olanaklı olmayabilir. Şimdi biz hayatımıza devam edebiliyoruz. Şu sohbeti yapabiliyoruz çünkü temel bir kontrol hissimiz var. Tamam, bu burası, kontrolümün altında. Ha o zaman kitabımı okuyayım, ne bileyim işte sevgilimi özlüyorsam onunla ilgili düşüneyim, geleceğimle ilgili işte şu dersi mi alsam, seneye ne seçmeli diye bunu planlayayım, kariyerimle ilgili bir şey düşüneyim. Şu arkadaşımı özledim, onunla konuşayım, çıkayım bir spor yapayım. Hayata bakabilmek için temel olarak bizim kontrolümüzde olduğunu varsayarız. Elbette her şeyi kontrol edebiliyor olmaktan, her şeye hükmedebiliyor olmaktan bahsetmiyorum. Ama elimizdeki eşyalar, nerede uyuyacağız, nerede uyumayacağız, yemek yemeyi tercih edecek miyiz, etmeyecek miyiz, edeceksek ne yiyeceğiz gibi en temel konuları, yani hayatın temelini kontrol edebildiğimizi biliyor olmamız gerekiyor. Travma da burayı etkiliyor zaten. ‘Ben olmaz zannediyordum ve fakat oldu, oysa aklımın ucundan geçmezdi!’. Bireysel travmalarda da böyledir bu durum. Hatta garip şeyler anlatırlar. O anda ne bileyim, aklımdan şöyle bir şey geçiyordur, ‘Buradan çıkışta eve gideyim de bir çorba pişireyim diyordum, tam bunu düşünürken saldırdılar. Yani hazırlıksızdım. Zaten hazırlıklı olmuş olsam orada olmazdım’ gibi şeyler... Dolayısıyla ruhsal travmanın esas zedeleyici etkisi, hayatım benim kontrolümde zannederken meğer öyle olmadığı düşüncesi. ‘O sırada kontrolümde olduğunu zannediyorsam şimdi de olmayabilir. O zaman şimdi de biri saldırabilir. Çünkü ben o zaman da tam olarak ayırt edememiştim neler olabileceğini. O zaman ben sürekli bir tehlikenin içindeyim aslında ama belki ayırt edemiyorum, ayırt etme ehliyetim yok. Dolayısıyla tekinsiz bir dünyadayım demek ki’ gibi yere doğru gidiyor. Şimdi bu kitlesel ölçekte olunca elbette bu durum çarpan etkisiyle yaşanıyor. Örneğin bu küçük ve kişisel bir deprem olsa ve sadece o kişinin dairesi bir sebeple oturulmaz duruma gelse bine birtakım şeyler elbette ki huzursuz edecek. Hatta korkutucu ve travmatize edici de olabilir ama böyle bir durumda yine konu var komşu var, işte ne bileyim arabaya binerim, oradan bacanağa giderim, orada kalırım bu akşam vs... Bir takım B, C, D, E planları var. Ama birden fazla ili etkileyen böyle geniş ölçekteki afetlerde B planları da bozuluyor.
Bunun bir örneği bizim kuşağın hatırlayabileceği ‘99 Marmara depremi aslında... Başıma bir şey gelirse şu seçenek var gibi bir ihtimal yok. Gitmeye gidecek yer yok! Özetle B,C,D,E planları da çöktü insanların. Şimdi insan aslında ruhsal anlamda çabuk iyileşebilen, hani Anka kuşu gibi küllerinden doğuverme potansiyeline sahip bir varlık. Ama burada en önemli unsurlardan biri bu kontrol algısının olabildiğince hızlı biçimde geri tesis edilmesi. Psikososyal destekteki en önemli unsur şu ki, kişilerin hayatlarının kontrolünü tekrar ele aldıklarını hissetmeleri lazım. Bakın şunu söylemeye çalışıyorum. Şimdi çok çok kötü şeyler oldu bölgede, çok kayıplar oldu. Mağduriyetler ve daha pek çok şey oluyor... Evet, insan çok dayanıklı bir varlık. Yani fiziksel olarak kendi limitlerini de zorlamaya meyilli bir varlık. Örneğin bir sürü insan oruç tutuyor ve açlığa, susuzluğa, tütün vs. bir bağımlılığı varsa o bağımlılığa meydan okuyor. Ve bir işkence gibi değil, aksine bir huşu duygusu içinde yaşıyor çoğu insan bu durumu. Ama aynı insan oruç tutmadığı bir günde, müdürü son dakikada bir iş çıkardı diye akşama kadar değil yarım saat yemeğe çıkamasın, işkence ediliyormuş gibi yaşayabilir bunu. Çünkü olaylar onun kontrolünde değil, kendi kararı değil. Yani ben bir yarım saat geç çıkacağım demiyor. Hayır, şunu yapman gerekiyor deniyor ve yemeğe gideceği zaman başka birinin iradesiyle değişiyor. Halbuki ben şu saate kadar yemeyeceğim deyince 18 saat bir şey yemeden içmeden duruyor ve bunu bir işkence gibi yaşamıyor insan. Aksine kendinden memnuniyet duyduğu bir deneyim oluyor bu oruç tutan kişilerin çoğu için. Ya da ne bileyim işte dayanıklılık örnekleri vardır hani, kilometrelerce yürüme, koşma, bisiklet, yüzme falan... Bakınca aslında bir insan bu kadar yoğun eforun altına anca can derdi varsa girer gibi düşünülebilir ancak insanlar bundan travmatik biçimde etkilenmiyorlar. Oysa gerçekten bir şeyden kaçmak için o kadar yürüyor ya da koşuyor olsa çok daha ağır ve travmatik bir etkisi olacak. Dolayısıyla somut fiziksel durumlar elbette çok önemli, önemi değersizleştirmiyorum ama insan sembolik bir canlı ve bunu nasıl yorumladığı ruhsal olarak ne yaşayacağını derinden etkiliyor. Yani bir ortamda bir kişi, bir diğerinin kulağını büker; bu hayatının en büyük travması olur kulağı bükülen kişi için. Başka bir ortamda elli tane yumruk yer bu kişi ama bundan gururla bahseder, çünkü söz konusu bir boks maçıdır. Yenmiş de olsa, yenilmiş de olsa evet, bu bir spor diye bunu anlatabilir. Fiziksel olarak çok daha ağır bir hasar vermesine rağmen bırakın travmatik etkiyi, bu kendi kendiyle gurur duyduğu, memnun olduğu, evet ben boksörüm diye tanımladığı bir deneyime dönüşebilir. Bunları şu anda halen devam eden fiziksel ihtiyaçları önemsizleştirmek adına söylemiyorum, çok önemli. Hatta tam tersi bir yerden söylüyorum. Şu anda önemli olan, kişilerin kendi hayatlarını tekrar kontrol edebildiklerini deneyimlemeleri, hissetmeleri.
Bu akşam nerede uyuyacağı belli mi? Böyle bir şey yok, belirsiz. Birileri yardımcı olacak falan da değil. Yok, belli değil ya da zaten tahsisli… Hani başını sokacak bir yer bulmaktan da bahsetmiyorum. Kendime ait bir alanım var diyelim, ne bileyim üç beş tane ıslak mendilim var. Bir cep telefonu, belki bir iki şey daha var. Bunları koyabileceğim bir yer var. Ve ailemle birlikte kalabileceğim bir alanım var. Hatta yemek yiyorum, tercih de yapabilirim mesela. Bana ne verirlerse işte bu akşam mercimek var, bir de nohut var, yani iki taneymiş. Ben nohuttan almayı tercih ediyorum gibi hayatlarının kontrolünü ellerine tekrar alabildikleri durumlar... Evet, bu çok hoş bir hayat değil ama... Mesela pek çok erkek için zorunlu olmasından dolayı askerlik hayatlarındaki en konforsuz dönemdir. Fakat büyük bir gururla tarif edilebiliyor çoğunlukla. Şunu yaşadık, böyle oldu falan diye. Çünkü gönüllü bir biçimde gitme ve o deneyime anlam yükleme şeklinde gerçekleşince o zorluklar başka bir şeye dönüşebiliyor. Şimdi mercimek, nohut ne değiştirecek diye düşünülebilir ama hayır, ben en azından boğazımdan ne geçecek, ona karar verebiliyorum. En azından buna karar verebilecek kadar normalleşti hayat. Tamam, tercih ettiğim, kendime kurmak istediğim bir hayat değil bu evet, ama bir hayat. Bir hayat var… Bunu deneyimlemelerine ve hızlıca buna dönmeye, bunu hızlıca tesis etmeye ihtiyaç var. Bu süre ne kadar uzarsa, ruhsal etkileri o kadar fazla olacak birincil derecede etkilenen herkes için.
Okul konusuna dönecek olursak… Çocuk okula gider, okuldan gelir. Bir okul vardır, sınıf arkadaşları vardır. Bir öğretmen bir şeyler anlatır, arkadaşlarıyla oyun oynar. İşte şu arkadaşı saçını çeker, onu sevmez, berikiyle ip atlıyordur... Öğretmenine bir şeyler anlatır, öğretmeni tarafından sevilmeyi bekler. Ve okuldan gelir, annesine babasına bir şeyler anlatır, şöyle oldu, böyle oldu diye... Çocuğun hayatı böyledir. Çocuk, yani ilkokul çocuğu bir kariyer planı içinde okula gitmez. Sorunca anlatır bir şeyler ama çoğunlukla bunun fantezi olduğunu biliyoruz, yani belli bir plan içerisinde değildir. Çocuğun hayatı oradadır. Bir ev hayatı vardır, bir de sosyal hayatı vardır. Sosyal hayatı okulda şekilleniyordur. Şimdi siz bunu çocuklardan aldığınızda çocukları bu belirsizlik içerisinde daha da uzun süre tutuyorsunuz demektir. Yani çocuğun depremden etkilenmesini arttırıyorsunuz demektir. Bu çocuklara iyilik yapılmıyor. Bölgedeki okulları da dahil ederek söylüyorum bunu bu arada.
Bölgede insanlar kaba taslak, depremin işte yüz kırkıncı saati falan gibi şeyleri biliyor olsalar da bazı insanlar için günlerden ne, hafta içi mi, hafta sonu mu, ne oluyor hepsi birbirinin içine geçmiş durumda. Çünkü bir düzen yok. Depremden sonraki ilk günler ya da ilk hafta diyelim bu bir yere kadar tabii ki öyle olacak, bu elbette anlaşılabilir. Ama dediğim gibi bir noktada çocukların okullara gitmeleri gerekiyor. İlk bir haftalık izin dönemi özellikle okulların fiziksel olarak ne durumda oldukları, öğretmenlerin ne durumda oldukları ve bunun gibi mekan ve insan planlamasının organizasyonuyla geçebilir elbette. Yani biz hangi okulları kullanalım, o okulun etrafındaki yol ne durumda vesaire gibi başlıklardan bahsediyorum. Ondan sonra da bölge için bir planlama içerisinde eğitim faaliyeti devam edebilirdi. Ama ilk bir haftadan sonra gördük ki hiçbir plan yok. Ve sadece orada değil, tüm Türkiye'de...Tüm kademelerdeki okullar neredeyse tatil edilmiş; üniversitelerde uzaktan eğitime geçilmiş. Bu da bir nevi tatil sayılır. Atama bekleyen pek çok öğretmen var bir taraftan. Mesela Türk Tabipler Birliği Sağlık Bakanlığı’na teklifini defalarca yineledi. Bölgedeki çalışan hastaneler, yani faal durumdaki hastanelerdeki meslektaşlarımızın kendileri de afetten etkilenmiş. Arabalarda uyuyorlar, aileleri belki göçük altında. Orada yaşayan insanlar şu anda orada hizmet vermeye devam ediyorlar. Şu an, şu dakika itibariyle halen hizmet vermeye devam ediyorlar. Meslektaşlarımız, çalışma arkadaşlarımız, sadece doktorlar değil, tüm sağlık çalışanları... Türk Tabipler Birliği'nin bir teklifi var. Bakın gönüllü meslektaşlarımız var, biz size bu gönüllüleri gönderelim ve afetten etkilenen meslektaşları oradan çekelim diyorlar. Ailesine mi bakıyor, ailesini bir yere mi taşıyor, ne yapıyorsa yapsın, hayatına bir çeki düzen versin. Fakat ne yazık ki Türk Tabipler Birliği adına yapılan bu çağrımıza günlerdir bir yanıt gelmedi. Özellikle çok dezorganize bir durum var ne yazık ki! Hani ne kadar organize olunabilir diye düşünülebilir ama sürekli deprem oluyor. Yani bunda organize olunmayacak bir durum yok. Bir master-plan yapılabilir bu iş için. Örneğin doktorlar ve sağlık çalışanları etkileniyorsa onu şöyle hedefleriz, öğretmenleri böyle değiş tokuş ederiz şeklinde...
Bunların olmadığına, meselenin biraz kervan yolda düzülür şeklinde çalışıldığına ilişkin emareler var şu anda. Bunu şunun için söylüyorum. Marmara depreminde elbette mevsim koşulları değişikti ki bu göz önünde bulundurulması gereken bir unsur elbette. Ama binalarda değilse de açık alanda, çadırlarda bir şekilde geçici bir düzen içerisinde de olsa bir noktadan sonra eğitime devam edildi. Böyle şeylerin olması lazım. Burada önemli olan çocukların konuları çok iyi öğrenmeleri değil, akranlarıyla bir arada olmaları, orada bir öğretmenlerinin olması, beraber oyun oynayabilmeleri, dersler, teneffüsler... İşte okul başlıyor, okul bitiyor, böyle de bir düzen var. Evet, şimdi bir binada değiliz, bir çadırdayız, tamam. Öyle tam zamanlı da değil ama iki ders yapıyoruz günde. Ders de ders olmayacak zaten, biraz yüzeysel şeyler olacak muhtemelen. Ama yeni de olsa bir düzenin varlığına ilişkin bir şeyler deneyimlemeye ihtiyaçları var çocukların. Bu olanağı ellerinden alıyoruz.
M.Ç.: Aslında hocam çok iyi bir yere geldin. Bu uzun girişin çok anlamlı oldu. Çünkü gerçekten bunun temellendirilmesi açısından söylediğin örnekler gerekliydi. Çünkü bir uzman olarak, bir psikiyatrist olarak ‘tabii ki bence okullar açık kalmalı’ deyip çıkmadın işin içinden. Çünkü anlattığın şeyler bunun temellendirilmesi açısından çok doğruydu. Ben hemen o söylediklerinden iki tane şeyi alayım. Geçen gün Ejder Hoca'yla yaptığımız konuşmada ne tesadüf ki o da aynı örneği verdi. Yani insanların iki farklı yemekten birini seçebiliyor olmasının bile o kişinin kendi kişilik bütünlüğü açısından, kararı kendisinin veriyor olması açısından ne kadar önemli olduğunu söyledi. Bunun gibi o kadar ufak tefek şeyler var ki… Ama bu ufak tefek insanî şeylerin toplamından çıkan bilgilerle psikoloji bilimi, psikiyatri alanı doğuyor zaten. Dolayısıyla söylediklerin çok kıymetliydi ve benim için aydınlatıcı oldu. Evet, örgün bir eğitimden bahsetmiyoruz. Şu anda okullarda muhtemelen teknik yetersizlikler var. Belki okullar bina olarak yıkıldı. Belki öğretmen yok... Bunlar anlaşılır şeyler... Fakat sen diyorsun ki ‘Hayır, açık kalmalı!’ Çünkü çocuğun normal hayatına dönmesi, onun travma sürecini biraz daha iyi atlatmasına yol açacaktır. Travmayı atlatmak zaten uzun bir süreç... Ama sen diyorsun ki bu örgün bir eğitim olmak zorunda değil. Belki çadırda, belki bir ağacın altında olabilir. Hatta öğreten kişi oranın bir dedesi, bir teyzesi bile olabilir. Bir tür okulculuk bile oynanabilir aslında. Zaten eğitim aslında özellikle ilkokulda, bir kariyer planı değil. Çocukların bir araya gelerek hayatı deneyimledikleri bir şey. Dolayısıyla bundan mahrum bırakılmamaları gerektiğini söylemiş olman çok kıymetli. Şimdi eğer okullarla ilgili söylemek istediğin bir şey yoksa diğer bir konuya geçeceğim.
İ.K.: Bir şey daha eklemek istiyorum. Çocuklar deyince doğal olarak daha küçükleri öncelemek durumundayız. Üniversite öğrencileri çocuk değil zaten, erişkin. Türkiye genelinde uzaktan eğitime geçildi. Buradaki plansızlık... Bunu sadece bir psikiyatrist olarak söylemiyorum, bir vatandaş olarak da söylüyorum. Türkiye'de şu anda kış sezonu; oteller muhtemelen tatil bölgelerinde bomboş vaziyette duruyor, misafirhaneler vs... Devletin diğer imkanları ne kadar zorlandı bilmiyorum ama ilk gözden çıkarılacaklar üniversite öğrencileri oluyormuş gibi bir intiba var şu anda. Pek çok fotoğraf gördüm, çok sayıda öğrenci çok şikayetçi. Yurtlarda öğrencilere apar topar ‘kişisel eşyaları çöp poşetlerine koyun, akşam dokuza kadar yurdu boşaltacaksınız’ diye talimat gelmiş. Burada, kutuplaşmanın etkisiyle şöyle bir ikilem oluyor. Aslında öğretmenleri yedeklemenin yolları sonsuz sayıda bulunabilir. Diyorum ya, atama bekleyen bir sürü öğretmen var. Buradaki okul meselesi, kuralları olan, bir çerçevesi olan, süresi olan bir yerde çocukların akranlarıyla beraber günün bir kısmını geçirmesi aslında, başka bir şey değil. Dolayısıyla zaten ruhsal olarak depremden etkilenmiş bir öğretmene yirmi çocuk emanet etmek, öğretmene de kötülük, çocuğa da kötülük.
Şimdi bu üniversite yurtları meselesinde de ‘ne yani depremzedeler sokakta mı kalsınlar?’ deniyor. Tabii ki hayır… Ama üniversite yurdunu en son seçenek olarak tutabiliriz belki. Kaldı ki depremden etkilenmiş üniversite öğrencileri çifte perişanlık yaşıyorlar bu durumla ilgili. Biz ne yapabiliriz? Bütün misafirhaneleri, sezon dışındaki hatta sezon içindeki bütün otelleri özel, kamu neyse seferber ederiz ve en sonunda yine de depremzedelere yer kalmıyor ise o zaman üniversite öğrencileri de itiraz etmezlerdi böyle bir durum karşısında. Ama onların bu mağduriyetini de tekrar hatırlatmış olalım. Onlar genç erişkinler, çocuk değiller. Ama hayatın içinde yeni bir düzene ihtiyaç duyma meselesi hepimizi, her yaş grubunu kapsayan bir unsur zaten. Dolayısıyla kaos içinde kaos gibi, bir nevi türbülans durumu yaratmak gibi oluyor ne yazık ki üniversite öğrencileri için. Onların da bu mağduriyetini duyurmuş olalım istedim.
M.Ç.: Çok iyi yaptın İlker, bu da önemliydi. Şimdi bir sonraki konum şu. Bunu o kadar çok kişi bana ulaşıp sordu ki sosyal medya üzerinden… Hatta geçen gün seninle Tevfik Uyar'ın
Twitter odasındayken söylediğiniz şeyler… Biraz onlardan konuşacağız. İnsanların bazıları ağlama krizlerine girdi. Çaresizlik içerisinde, belki şu anda çok duygusal olsa da aslında dışarıdan bakabildiğimiz anda çok da rasyonel tınlamayan bazı davranışlar var. Oraya geleceğim ama izin verirsen irrasyonel deyince aklıma geldi; Twitter’da bir şey demiştim. ‘Televizyon kanalları, bu görüntüleri kullanırken lütfen arkaya müzik koymayın!’ şeklinde. Yani o görüntüden, oradaki ağlama sesinden daha acıklı bir ses yok zaten. Onu da daha fazla insanların gözüne sokar gibi kitsch bir şey yapmayın diye. Onunla ilgili de bir program yapacağım. Bununla ilgili çok yorum geldi. Senin programından biraz çalarak bunu da duyurmuş olayım.
Şimdi çaresizlik hikayesine döneyim. Adaletsizlik insanın kaldıramadığı bir durum. Bununla ilgili bir program yaptığımda aylar önce yeni makalelere de rastladım. Hatta primatlar, şempanzeler üzerinde yapılan bir deney var. Bir sosyal psikoloji laboratuvarında yapıldığını düşünüyorum. Şöyle ki şempanzeye bir görev veriliyor ve şempanze o görevi yerine getirip başarılı olduğu zaman bir ödül alıyor. Birbirlerini görecek şekilde küçük cam odalarda tutulan iki şempanze var ve deneyi yürüten kişi bir süre sonra bir tanesine başaramamasına rağmen ödül veriyor. Diğerine de başarmasına rağmen ödülü vermiyor. O şempanzenin nasıl çıldırdığını görüyoruz. Bu sosyal psikolojik deneyi YouTube'dan bulabilir dinleyicilerimiz.
İ.K.: Benim hatırladığım şempanze değil kapuçin maymunlarıydı.
M.Ç.: Evet, evet, evet. Kapuçin maymunları, çok doğru. Ve bunun gibi çok fazla örnek var. Yani insandan bahsediyoruz ama bu bütün primatlarda olan bir şey bu. Adaletsizlik karşısında büyük bir güvensizlik hissi söz konusu, çünkü geleceğe ilişkin bir planımız var. Ama adaletsizlik karşısında insan bu planın işe yarayamayacağını, muhtemelen bu planın bizim kontrolümüzde olmadığını, gerekeni yapsa bile dışarıdan gelen bir etkiyle hak ettiği şeyi gerçekleştirmeyeceğini düşünüyor… Bana göre bu travmayla da yakından ilişkilendirilebilecek bir temele sahip. Dışarıdan, yani ne bölgede yaşayan, ne de yakınını kaybetmiş insanların da çaresizlik ve kızgınlık içerisinde - aslında basit demek doğru mudur bilmiyorum ama - basit bir travma yaşadığını görüyorum. Şimdi bu insanlara psikiyatrist gözüyle ne tavsiye edersin? Yani çaresizlik ve kızgınlık duyguları belki normal ama bunu rasyonel bir çerçevede, işe yarayan bir hale getirmeleri konusunda kendilerine nasıl çeki düzen vermeliler?
Adil Dünya Varsayımı
İK. Şimdi adaletten bahsediyorsak bu çok temel bir ihtiyaç elbette. Hatta o kadar temel bir ihtiyaç ki; ‘"Just World Hypothesis" diye bir kavram var. Yani dünyanın adil bir yer olduğuna inanma ihtiyacımız o kadar kuvvetli bir ihtiyaç ve adil olmayan bir dünyada yaşıyor olmak tahammülü o kadar zor bir durum ki, bu zorlanmayı tolere edemeyen bazı kişiler adaletsizlik olduğunu gösteren birtakım bulguları reddetmeye meyilli bilişsel çarpıtmalar içinde olabiliyorlar. Özellikle otorite tarafından yapılan adaletsizlikte. Örneğin devlet şunu yaptı, bu kişiye de bunu yaptı diyelim...Bu durumu “yok canım vardır orada bir şey, o da bir şey yapmıştır, bizim bilmediğimiz bir şey vardır, devletin böyle yapmasının bir sebebi vardır” gibi bir yerden açıklama ihtiyacı hissediyorlar. Yani gözle gördükleri şeyi çarpıtmaya ihtiyaç duyuyorlar. Çünkü adil olmayan bir dünyada yaşamak gerçekten de tahammül edilmesi çok zor bir durum ve o konforsuzluğu deneyimlemektense hakikati çarpıtma gibi bilinçli olmayan ve örtük bir şekilde işleyen bir mekanizma söz konusu olabiliyor. ‘Adil Dünya Varsayımı’ gibi bir başlığı var bunun da. Bizim literatürde bir ayrım vardır; insan kaynaklı travmalar ve insan kaynaklı olmayan, doğal travmalar şeklinde. Örneğin fiziksel hasar, insan kaynaklı bir travmada çok daha sert bir etki bırakır. Yani sen dağcılık yapıyorsundur, düşmüşsündür, bir şekilde ayağın kırılmıştır, omzun çıkmıştır. İki gün de o düştüğün yerden kimse kurtaramamıştır seni, sonra kurtulursun. Tabii travmatize eder bu seni. Ama mesela iki kişi seni kaçırır, bir yere kilitler, döver. Ayağın kırılır, omzun çıkar, iki gün sonra kurtulursun o kilitledikleri yerden. Fiziki olarak aynı şeyi yaşarsın aslında ama insan kaynaklı ikinci örnekte bunun çok daha sert ruhsal etkileri olacaktır.
Çünkü insan insanla yaşıyor… Şöyle bir örnek vereyim, lambadan cin çıksa, istediğin her şey gerçekleşse ama dünyada yaşayan tek bir insan bile kalmamış olsa… Muazzam bir konfor, bütün ihtiyaçlar karşılanıyor, ne istersen var. Bütün dünya senin, ama o dünyada ikinci bir insan yok. Bence dev bir hapishaneye dönecektir dünya. Bu herkes için böyle bence, kendi deneyimimi çıkarsamaya çalışıyor değilim. Dolayısıyla insan için, insanla birlikte yaşıyoruz ve o insan bizi kaçırıp, dövüp, kolumuzu, bacağımızı kırıp bir yere kapatabilecek bir varlıksa bununla baş etmek çok zor. Yani dağ örneğinde diyebilir ki şuna karşı bir tedbir alayım, dağa çıkmayayım der en fazla. Evet tehlikeliydi ve bunu biliyordu zaten. Dolayısıyla o düşüş tabii ki korkutucudur, tabii ki insanı ruhsal açıdan da etkiler. Ama insan kaynaklı travma daha sert etkiler. Şimdi bunu şunun için söylüyorum, şöyle bir tartışma var: Deprem, insan kaynaklı bir travma değil diye kabul ediyorduk önceden. Oysa deprem öldürmez, bina öldürür ama binayı yapan ‘insan’. Denetleyen insan, içinde oturan insan, yıkıldıktan sonra kaldırmaya gelen insan, gelmeyen insan; sonrasında bütün bu sistemi yeniden organize eden yine insan… Okulları kapatan da, öğrenciyi yerinden yurdundan çıkaran da insan olunca bu ne kadar doğal afet ya da bu ayrım iyi bir fikir mi diye bir daha üzerinde düşünmeye başladık. İnsan faktörü, her travmada bir rol oynuyor gibi. Şimdi bu kadar büyük geniş bir coğrafyaya yayılmış, etkileri son derece yıkıcı olan bir afette tabii ki organizasyonun ne olduğu, nasıl olduğu, nasıl gerçekleştiği hem niceliği hem de niteliğiyle çok önemli bir rol oynadı ve çok derin hayal kırıklıkları oldu. Çünkü algılanış biçimi itibariyle sadece bir tür beceriksizlikten ibaret olmadığı, bu eksikliklerin birtakım iradi kararlar sonucunda oluştuğu yönünde bir kanaat oluştu kamuoyunda. Yani yetişemiyor, çünkü yetişemiyor şeklinde değil. Yetişemiyor, çünkü yetişmek için şu şu şu kararları alması lazımdı, fakat bu yönde kararlar kullandı. Bunları önceledi ve bunları öncelemesiyle ilgili de şöyle bir ajandası var. Yani bir niyetlilik var işin içinde gibi algılanınca tabii ki tahammülleri çok zorladı.
Terminolojide şöyle bir kavram var: Enkaz altında kalanlar, birincil derecede travmatize oluyorlar. İkincil derecede etkilenenler enkaz altında kalmayan ama sallanan, çok korkan ya da sallanmamış olsa da hızlıca bölgeye intikal eden ve özellikle çok zorlayıcı birtakım durumların, sahnelerin içinde kendini bulan, ölümlere tanıklık eden ya da ölmüş bedenleri, parçalanmış, bozulmuş, deforme olmuş bedenleri gören, görmekle kalmayan, belki onların nakline yardımcı olan insanlar. Bunlar da ikincil derecede travmatize olanlar şeklinde kabul görüyor literatürde. Ve birincil derecede etkilenen insanlarla coğrafi, kültürel, etnik, ideolojik, her neyse bir şekilde bir özdeşim kuran diğer insanlar da üçüncü derecede etkilenmiş kabul ediliyor. Bundan birkaç ay önce Pakistan'da çok çok yıkıcı bir sel felaketi oldu. Üzücü tabii ama o özdeşim olmadığı için çok da travmatik bir etki bıraktığını söyleyemem Türkiye tarafında. Ama elbette ülkemizde gerçekleşen böyle bir felaket, ülkenin geri kalanının hepsini, hatta ülkede artık yaşamayan ama ülkesiyle bağı olan tüm insanları derinden etkiledi. Şimdi burada uzakta olanların bir çaresizlik hissi var; elden bir şey gelmiyor ama bir şey yapılması lazım. İhtiyaç duyan insanlar var, bu ihtiyaçlar karşılanamıyor ama kendileri de uzaktan bir şey yapamıyorlar ve bunun getirdiği bir çaresizlik hissi var. Ve uzakta olanları en çok zorlayan da bu çaresizliğin uzakta olmaktan kaynaklandığı yönündeki bir yanılgı aslında. Yurt dışında yaşayanlar yurt dışında olmakla ilgili, yurt içindekiler bölgede olmamakla ilgili farklı çaresizlikler yaşıyorlar. Aslında şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bölgeye yakın oldukça o çaresizlik duygusu daha da artıyor, çaresizliğin travması daha da derinleşiyor. Ama en nihayetinde şunu söylemekte fayda var ki çok iyicil, çok da ümitvar bir duygu bir taraftan.
Bunlar siyasete konu olmalı mı? İnsanın ölümü söz konusu iken hangi binaya yapı izni verilip verilmediği, kent planlamasının nasıl olduğu siyasetin konusu olmayacaksa neyin konusu olacak? Evet, yardımın siyaseti olmaz. Yani yardım edilecek insanın siyasi görüşüne bakılmaz, bunlar ayrı… Ben şu parti olarak yardım ediyorum ama kendi partililerime yardım ediyorum demek iyi bir fikir olmayabilir. Öncelikle bu çok kötü bir fikir ve “siyaset olmaz” dedikleri şey belki böyle tarif edilebilir. Ancak yaşananlar elbette siyasetin konusu olmak zorunda. Çünkü siyaset nedeniyle böyle oldu. Siyasi birtakım kararlar nedeniyle, değil mi? İmar barışı diye paketlenen tam da böyle bir şey; ‘yoksulları kent merkezinden kovalıyoruz’ şeklinde değil de ‘kentsel düzenleme’ adı altında yapılıyor. Zam değil de fiyat düzenlemesi gibi. Fiyatlar bir dağınıktı, şimdi fiyatları düzenliyoruz gibi propaganda aracı olarak kullanılır bu tür diskurlar. İmar barışı da öyle; muazzam yani, barışıyoruz daha ne olsun? Ama o imar barışının sonuçlarını çok sert bir şekilde yaşamış olduk bu bölgede. Dolayısıyla siyasetin konusu olacak ama ümitvar tarafı bence şu: Yardıma ihtiyaç duyan, afetten birincil derecede etkilenmiş kişilerin kim oldukları, ne yaptıkları, hangi ilde, hangi partiye ne kadar oy çıktı mevzularında daha önceki çeşitli felaketlerde bu türden şeyleri görüyordum ne yazık ki. Soma maden kazasında, Van depreminde bile etkilenen kişileri ötekileştirmeye yönelik cılız da olsa – hatta bazen o kadar cılız da olmayan - birtakım sesler duyuyordum. Şimdi hiç yok. Bilmiyorum sen görüyor musun? Gerçekten klişe görünen o tek yürek şimdi siyasi öznelerde değil ama toplum tabanında karşılığını bulmuş gibi görünüyor.
M.Ç.: Bunun en güzel örneğine bir programda rastladım. İki Snowboard’cu tatil için gidiyorlar oralara, Adana'da yüksekte bir yerde kayak yapacaklar. Ve depremden sonra bir işe yarama telaşıyla bütün köyleri gezip hal hatır soruyorlar. O kadar başarılı, o kadar doğru ve anlamlı bir hareket ki köylünün kapısını çalıp iyi misiniz, bir şeye ihtiyacınız var mı demek... Bu beni çok duygulandırmıştı. Fakat duyguların asıl patladığı an şu: Köyde kapıyı açan bir hanımefendi ‘Çok teşekkür ederim. Durun, eliniz boş gitmeyin’ diyor ve onlara yiyecek bir şeyler veriyor... Ben Avrupa'da doğdum büyüdüm, şimdi Belçika'da yaşıyorum. Otuz yılım İstanbul'da geçti ve hayatımın yarısı da Avrupa'da geçti. Genelleme yapmak istemem ama bu davranışların çoğunu bu coğrafyada daha fazla görüyor olmak o kadar avantajlı bir şey ki.. Bana hep sorarlar ‘En çok aradığınız şey ne?’ diye. Şu anda Belçika'da basılan bütün gazetelerin birinci sayfalarında Türkiye ve Suriye’yi yıkan depremden başka hiçbir haber yok. Ve inanır mısın benim de oldukça fazla sayıda öğrencim var burada. Geniş bir sosyal hayatım da var. Ama insanların çoğu sormuyor bile, bu çok ilginç. Kötü niyetten değil, asla da eleştirmiyorum, sadece yadırgıyorum. Çünkü bu Kuzey Avrupa ülkelerindeki soğuk rasyonellikle sıcak irrasyonelliğin keşke bir optimum tarafı olsa, ortasını bulabilsek. Ama bu iki Snowboard’çunun yaklaşımları ve o hanımefendinin de onlara ikramda bulunması eğer gerçekten Türkiye'de, tamam siyaseti değil ama tabanı bir araya getirdiyse, bence iyi bir şey de oldu demektir. Bir şeyler zaten başarılı demektir. Her işte bir hayır vardır ifadesini böylesine yıkıcı bir depremde kullanmak istemem ama sanki öyle bir yanı da varmış gibi geliyor ve bunu cidden çok önemsiyorum. Bilmiyorum sen ne diyorsun? Bu aslında biraz da bir şeyler yapıyoruz, yapabiliriz inancı belki... İnsanın içini rahatlatan bir durum.
İ.K.: Aslında bir taraftan küçük ya da büyük bir paranteze ihtiyaç duyabilir bu konuda. Çünkü ben de benzer hisler içerisindeyim ama bir şekilde zenofobi hortluyor mu gibi bir endişem de var. Ötekileştirilen ve kötüleştirilen o grup ya da kimlik, depremi yaşayan ya da yaşamayan, özellikle de göçmenlere yönelik bir düşmanlığa dönüşür mü diye… Ve bunun küçük küçük emarelerini görüyor muyuz diye bir endişe de var bir taraftan. O parantezi de açmış olalım.
Evet, uzakta olanların böyle bir çaresizliği var ve bu çaresizlik uzakta olmam nedeniyle bana ya da bizim gibi uzakta olanlara özgü gibi bir hissiyat uyandırıyor ama durum bu değil. Şu anda uzakta olanlar için şunu hatırlatmakta fayda var: Duyguların daha yoğun olduğu, yani duyguya daha çok dokunan, insanın bam teline daha çok basan şeyleri; o trajedinin görüntülerden okunduğu birtakım sahneleri görüyoruz ve elbette ki hepimiz etkileniyoruz bu sahnelerden. Ama deprem yaşayan bölgedeki insanların ihtiyaçları yıllar boyu devam edecek. Şu anda orada saatler içerisinde on binlerce insan bir anda bedensel engelli oldu. Belli bir uzvu kesilmiş, ampüte edilmiş birisi de olabilir, kesilmemiş ama daha zayıf çalışan biri de olabilir. Fizyoterapi ihtiyacı olacak, protez vesaire ihtiyaçları olacak. Ruhsal terapilere, psikoterapiye ihtiyacı olacak insanların. O bölgedeki çocukların eğitimde yıllar boyunca akranlarıyla aralarında bir makas olacak artık. Bütün bunların kapanması gerekecek. Yani yapılacak çok iş var… Şimdi uzakta olanlara - haddimi aşıyorsam, özür dileyerek söylüyorum ama - şunu önerebilirim. Bu duyguyu kendilerini yıpratan bir yerden yaşamak ya da bu duyguyu bastırıp yok etmek, bu duygudan uzaklaşmak yerine, bu duyguyu canlı tutmak, yani içinizde barındırmak ve mümkün olursa zaman içerisinde bu duyguyu o bölge için yapılması gereken şeyleri gerçekleştirmek için bir motivasyon kaynağı olarak kullanmak, hatırlamak. Eğer bu mümkün olursa ‘evet bu duyguyla ben bir şeyler yapacağım’ hissi ile beraber kendine dönük, yıpratıcı bir şey yerine herkes için yapıcı bir etkinliğe dönüşebilir. Ben biraz yakıt gibi düşünüyorum bunu. Hani bir galon, bir bidon benzin gibi. Yani çakmağı çakıp bir yeri yakmak da mümkün bununla, ama bir motor olursa ona koyup çok verimli bir şeye dönüştürmek de mümkün. Neye dönüşecek kısmı çok önemli. Dediğim gibi, duyguları yönetebiliyorsak bölgedeki insanlara bir faydada bulunmak mümkün.
Uzun vadede enkaz kaldırıldı, çadır vesaire değil de bayağı evler yapıldı diyelim. Uzaktan bakınca evet, normal bir hayat gibi gözüküyor. Ama hayır, değil. Yani oradaki insanların yıllar boyu sürecek ihtiyaçları olacak. Yıllar boyu hukuki desteğe ihtiyaç duyacakları konular olacak, yıllar boyu mimarlara, doktorlara, terapistlere, İngilizce bilen birilerine ihtiyaç duyacaklar... Çocuklar İngilizceyi, matematiği nasıl öğrenecek?.. Müzik dersi verebilecek birilerine, bunları organize edebilecek birilerine yıllar boyu ihtiyaç duyulacak. Uzaktakiler olarak bunu hatırlamalıyız ki bu uzaktakilere kendimi de dahil ediyorum, ben de İstanbul'dayım çünkü. Eğer biz de bunları hatırlarsak; bırakın bu duyguyla baş etmeyi, ona sahip çıkarsak bunu üretken, yapıcı, herkese iyi gelebilecek çıktılara dönüştürme fırsatımız olabilir. Bir yardımda bulunmak vs. bunların hepsi çok kıymetli şeyler tabii ki. Yani o kıymetsiz, bu kıymetli anlamında değil bu söyleyeceklerim. Çadır, ısıtıcı, powerbank, iç çamaşırı bu yardımların hepsi çok kıymetli. Çünkü hayat normale dönecek ki bir şekilde kendi normalini bulacak ve çok konforlu olmasa da bir rutinleri oluşacak, bunu söylüyoruz. Dolayısıyla çok önemli elbette. Bir de şu önemli; insan insana temas!... Bunu gönderen kim? Bir öyküsü var mı? Bunu alan kim? Hani böyle gönlümüzden geldi, sadakadır, verelim, yazık gibi değil... İçimiz yanıyor ya! Bunu yapmaya biz ihtiyaç duyuyoruz. Yapmazsak fena oluyoruz, aklımız orada. Orada ne yaşanıyor? Bu gece nasıl geçti? Bunları düşünüyoruz ve dert ediyoruz. Bu böyle keyfimiz yerinde bir de şunları gönderelim oraya gibi bir şey değil. Öyle kendimizden büyük bir memnuniyet duyarak falan gerçekleştirdiğimiz şeyler değil yani, göndermek de derdimize derman olmuyor. O yüzden şimdi değilse de ilerleyen zamanlarda şöyle organizasyonlar fena olmayabilir; mesela anonim bir şeyler yerine, şimdi örnek olsun diye söylüyorum, mesela sen Maraş'ın köyündeki çocuklara müzikle ilgili haftada bir workshop yapıyorsun. Ya da sen ve arkadaşların şu ya da bu konuda çalışıyorsunuz onlarla, onlar da diyorlar ki ‘işte Muzaffer Hoca bizim hocamızdır, şudur budur...’ Burada doğrudan bir temastan bahsediyorum; anonimleşmiş bir şeyden ziyade insan olarak birbirimizi görebiliyor, tanıyabiliyor, temas edebiliyor olma halinden bahsediyorum. Bunun duygusu bambaşka olur. Azerbaycan'dan yıkık dökük bir arabaya yüklemiş biri bir şeyleri, onu getiriyor. Belli ki yoksul ama içi cız etmiş işte. Mesela onun yaptığı çok başka hissettiriyor. Gönlünden kopmuş, bir şeyler yapmış değil de dert etmiş belli ki.
Şimdi burada yoksul varsıl konusundan ziyade biz dert ediyor muyuz biz bu konuyu? Kendi konumuz mu bu konu? Yoksa başka özneler orada bir şeyler yaşıyor, yarın da ne bileyim başka bir hayır işinde bulunurum başka bir coğrafyada, böyle bir şey mi? Öyle değil, konunun onunla alakası yok. Hayır işi falan değil bu yani. O kapsamda değil. Kendi ihtiyacımız bir taraftan ve bu bunu yapsak bile bize yine de yeterli olmuyor. Başka ne yapalım diye dertlenme duygusunu hissediyoruz ve bu da dediğim gibi anonim olmadan, doğrudan temaslarla ve daha uzun süreli olarak gerçekleştirilebilir.
M.Ç.: Verdiğin analoji o kadar iyi anlatıyor ki her şeyi! Yakıt meselesi hani. Şimdi bu zaten bilinen bir gerçeklik. Çünkü ilk bir haftadaki olaylar, ikinci hafta vesaire derken üstünden biraz zaman geçtikten sonra sönümlenecek. Şu anda kalan sağlardan ve dediğin gibi fiziksel engelli hale gelmiş on binlerce insandan bahsediyoruz. Bu insanlar uzun vadede psikolojik, fizyolojik, ekonomik desteğe muhtaç olacaklar ve bunun organizasyonu da çok zor bir şey. Dolayısıyla aslında yapılacak en iyi şey, dediğin gibi o hissi korumak. Evet, biraz yıpratıcı olabilir. Ama onu korumanın da bir faydası olacak. Çünkü aslında daha rasyonel, uzun soluklu ve işe yarayan bir eylemin parçası olacağız. Artı, o son söylediğin şey de çok kıymetli. Yardım etmenin her türlüsü, şu banka hesabına yatmış bir para vb. çok kıymetli. Ama şunu da unutmamak gerekiyor, insanın insana olan ihtiyacı aslında o insanlar arası etkileşimin sağaltıcı tarafı değil mi? Bunu sen daha iyi bilirsin. Depresyondaki en önemli parametrelerden biri insanın kendini yalnız hissetmemek için bir şeyler yapması. Yalnız hissetmediği anda duygu durumunun görece biraz daha düzelmesi. O Azerbaycanlı kişinin oraya getirdiği maddeden çok oraya gelmiş olması ve içinin cız ettiğini göstermiş olması oradakilere kendilerini yalnız hissettirmemiş olacak. Bunu özetlemek istedim çünkü çok kıymetli başlıklar bunlar.
Şimdi istersen o son noktaya gelelim. Bu tür olaylardan sonra büyük toplumsal kargaşalar, hurafeler, yalan haberler, galeyanlar, hatta ırkçı saldırılardan tutun da garip garip radikal işlere kadar gitmiş örneklerle dolu dünya tarihi. Latin Amerika'daki, Afrika'daki depremlerden ve iç savaşlardan sonra çok gördük bunu. Hatta daha ‘99 depreminde İstanbul'da yaşayan birisi olarak bir yalan haberin üzerine - ki o zaman sosyal medya yoktu - birkaç saat içinde bütün İstanbul'un evden dışarı çıktığını sen de hatırlarsın, sen de İstanbul'daydın. Ve haberin kaynağını bile bilmiyoruz. Bazı radyolarda birisi bir şey demiş, o ona öyle demiş. Yani yalan haberin nasıl yayıldığını da biliyoruz. Fakat Türkiye'de şu anda hepsi yetmiyormuş gibi bir de çok zor baş edilebilen bir göçmen algılama sorunu var. Yani kimse sebepsiz yere bir yerden kalkıp bir yere gitmez. Göçmenlik psikolojisini ben yedi sülalece bildiğim için çok iyi anlıyorum onları. Ama üstüne burada birtakım sebeplerden ötürü onlara saldırılar ya da birtakım garip algılar gelişmesi mümkün. Onu da eğer bağlayabilirsen bu şekilde bitirelim programı.
İ.K.: Hurafeler ve yabancı düşmanlığı birkaç sebepten ötürü kuvvetli şiddet davranışlarına dönebilecek yıkıcı olaylara sebep olabiliyor. Mesela Orta Çağ boyunca bir kentte veba salgını olduğu sürece Yahudilere yönelik o kent özelinde bir kıyım olduğunu biliyoruz ve bunun farklı örnekleri de mevcut. Ne alakası var? Hiç alakası yok. Ama sonuçta böyle dehşet uyandıran durumlarda işaret edilebilen bir öteki ve bir tür günah keçisi fenomeni oluşabiliyor... Peki bu öfkeyi kime yönelteceğiz? Şimdi kime yöneltebiliriz? Yani buradaki özneler kimler? Doğrudan afet yaşamış kişilere yöneltilebiliyor örneğin, oluyor bunlar. Van depreminde mesela ‘bunlar da o etnik gruptan’ şeklinde oldu ne yazık ki. Veya Soma maden faciasına baktığımızda hangi partiye ne kadar oy çıkmış şeklinde, söz konusu dehşetin uyandırdığı bu durumdan kurtulmak için mağduru suçlamak gibi bir eğilim olabiliyor. Başka hangi özne var bu durumda? Organizasyonel özneler, otorite ve en başta devlet otoritesi var. Bu öfkeyi devlete yönlendirince ne olabiliyor? Sonuçlarını görüyoruz bunun. Yönlendirmeseniz bile ne olabiliyor? Bir kaşını kaldırınca ne olabiliyor onu görebiliyoruz. Hatırlatayım; kendi enkaz altından çıkan, ailesi de enkaz altında olduğu için öfkeli mesajlar gönderen tweet içeriklerini de gördüm. Genç bir kadını ailesinin yanında enkazda beklerken gözaltına alıp ifadesini aldılar şu sürecin içinde. Yine Diyarbakır'da bir bakanın ziyareti sırasında onu yuhalayan kişileri gözaltına aldılar, ifadelerini aldılar. Bunun dışında akademisyenleri, gazetecileri gözaltına aldılar zaten de onlar birincil düzeyde etkilenmediği için saymıyorum onları. Depremi bizzat yaşamış, can derdine düşmüş insanlar gözaltına alındı şu geçtiğimiz bir hafta içerisinde. Dolayısıyla bu öfkeyi oraya yönlendirince ne oluyor, onu da görüyoruz. Günah keçisi niye keçidir hocam? Bir şey yapamaz yani, en fazla tos vurur, çok da baş edemez. Daha kolay bir hedef; hedef almanın maliyeti düşük. Günah aslanı olmuyor mesela, o biraz sıkıntılı. Günah keçisi oluyor mevzu yani. Dolayısıyla burada en kolay hedef alınabilir, en ucuz, en sahipsiz, bu işten haksız yere zarar görmüş olsa bile hesabını sormakta en aciz olan grup yabancılar, yani göçmenler.
M.Ç.: Vurun abalıya durumu yani.
İ.K.: Evet böyle bir risk var ve buna karşı uyanık olmakta fayda var. Bu tevatür ve söylenti durumları böyle belirsizlik ve kriz durumlarında yükselir zaten. Mesela o depremde İstanbul'daydım ben ve o söylentinin olduğu sırada sahadaydım, Kocaeli'ye sahaya inmiştim. Bunu duydum, haberini aldım ve dolayısıyla bu gece eve girmiyorum deyince bir yanılsama da olsa insan artık hayatımı kontrol edebiliyorum gibi bir hisse geri kavuşuyor. Bu yine kontrol duygusuyla ilgili aslında ve bizi oradan yakalıyor. O dönemde bu söylentiler niye çıkıyordu? Söylentiler hep çıkar, işte birileri anlattı, bir evliya şöyle dedi, rüyamda bunu gördüm falan... Öyle şeyler hep oluyor zaten, kulaktan kulağa denen hikaye böyledir ama o dönemde çok satın alındı. Deprem olmadığında da birileri rüyalarında bir şeyler görüyor, gaipten haber alıyor, falda bir şeyler görüyor. Birileri bu tür deneyimleri yaşıyordur da çoğu zaman insanlar kulak arkası ediyordur ama böyle bir durumda çok satın alındı ve çok üretildi, çok yayıldı çünkü insanların çok tetikte oldukları bir döneme denk geldi. Şu anda ise bununla ilgili daha da kötü bir etken var. Eskiden o dedikoduyu yayan kişi benim yaydığım dedikodu ne kadar yayıldı diye bir parametreye sahip değildi. Şu anda öyle metrikler var. Bu kadar takip edildim, bu kadar beğenildim, bu kadar paylaşıldım. Takipçim bu kadar arttı ya da bu yalan haber bile olsa bunu yaydığım için bir şekilde şu kadar insanın takdirini kazandım. Helal olsun, söylenemeyeni söylüyor, cesur yürek diye, çünkü daha sonra evet birtakım aklıselim insanlar bir şeyler anlatmaya çalışsa da o karambolde o kadar duyulmuyor ve bu söylenti hangi yönde olursa olsun daha fazla alıcı buluyor. ‘Hakikat sonrası çağı’ bu zaten… Hakikatin önemi kalmamış oluyor yani. Sadece kim daha çok re-tweet edildi, o önemli şu anda. Çünkü birtakım insanların gerçekliği büyük ölçüde duydukları üzerinden şekilleniyor. Dolayısıyla bu yalan da olsa sansasyonel ise bundan prim sağlayabilme, bir şekilde bir bunun faydasını görebilme gibi bir çıktısı daha var işin. Bu açıdan iyice sıkıntılı bir durumdayken olabilecek en iyi şey güvenilir, tarafsız ve kurumsal haber ağlarının olması. Bunu yok sayabiliriz Türkiye'de bu anlamda. Ana akım medyaya güven pek yok, çünkü talimatla çalıştıklarına ilişkin çok fazla duyum var. Dolayısıyla genel anlamda ana akım medya pek güvenilir bulunmuyor. İkincisi de şu ki; haberleşmeyi kısıtladığınız zaman artık her şey inanılır hale gelebiliyor. Böyle bir etkiden mutlak biçimde sakınmak çok zor. Ama sakınmanın yolu en azından eşten, dosttan başka birinden bir süre de olsa hakikati duymanın birtakım yollarının olduğunu bilebiliyor olmak. İletişimi kısıtladığınızda dedikodunun önünü açıyorsunuz. Çünkü o dedikoduyu bastırabilecek olan tek şey sağlıklı iletişim. İletişimi kısıtlıyorsunuz, Twitter'ın bant genişliğini daraltıyorsunuz, WhatsApp grupları bambaşka bir söylenti cangılına dönüşüyor bu sefer de. Üzerinde ‘birçok kez iletildi’ yazan birtakım tevatürler dolaşmaya başlıyor her yerde. Çünkü güvenebileceğimiz, sahada olduğunu bildiğimiz insanların orada neler yaşadığını tam olarak duyamıyoruz buradan. Dolayısıyla özellikle doğrulama eğitimlerini her bilinçli insanın yapması artık çok önemli; okuma yazma gibi bir şey oldu bunlar benim gözümde. Bir haber nasıl doğrulanır? Öncelikle duyduğunuz bir şeyi doğrulamadan kesinlikle yaymamak gerekiyor, bu bir. Ama doğrulamanın nasıl yapıldığını bilmek, dijital çağın ve hakikat sonrası çağın okur yazarlığı bence. Şu anda doğrulamayı bilmeyen bir kişi okuma yazma bilmese daha iyi olabilir. Toplumsal anlamda yani… Bir de hatırlatmış olalım. Bu konuda kendimizi olabildiğince geliştirmek ve mümkünse fact-checking dedikleri bu doğrulamayla ilgili eğitim almak hem kendimiz hem de toplumsal fayda açısından en iyisi olacakmış gibi görünüyor.
M.Ç.: Dilersen bu önemli uyarınla programımızı bitirelim. Umarım bu dediklerinden ve özellikle de verdiğin mesajlardan yola çıkarak bir şeyler yapmaya ve ulaştırmaya çalışırız. Çünkü hakikaten de hepimize çok iş düşüyor bu konuda. Katıldığın için çok teşekkür ederim İlker.
İ.K.: Ben teşekkür ederim tekrar. Geçmiş olsun hepimize. Umuyoruz ki daha güzel zamanlar gelecek.
M.Ç.: Bana ulaşmak için [email protected] ya da [email protected] adreslerine yazabilirsiniz. Açık Radyo bu programı Spotify üzerinden de yayınlayacak. Ben de YouTube kanalıma görüntülü olarak koyacağım. Haftaya görüşürüz. Hepinize günaydın.