Neden Sub Rosa? Neden bugün? Tekfen Filarmoni’nin katkılarıyla hazırlanan Sub Rosa'nın ilk bölümünde, programın içeriğini ve yol haritasını paylaştık. Klasik müzik ve sürdürülebilirlik ilişkisini irdeledik. Kerem Okumuş’la sürdürülebilirlik kavramının dönüşümünü, bugün aldığı yeni anlamları ve iş dünyasının sürdürülebilirliğe yaklaşımını tartıştık. Sürdürülebilirliğin ekonomik ve sosyal yönlerinin altını çizdik.
Sub Rosa neden var? Amaçlarımız, hedeflerimiz…
Yaren Eren Budak: Sub Rosa’nın ilk bölümüyle karşınızdayız. İlk karşılaşmalarda hep olduğu gibi çok heyecanlıyız. Öncelikle size kendimizi ve Sub Rosa’yı tanıtmak istiyoruz: Ben Yaren Eren Budak müzisyenim, çello çalıyor ve öğretiyorum, sıkı bir müzik okur yazarıyım.
Zafer Yenal: Ben de Zafer Yenal, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünde yaklaşık 20 senedir öğretim üyesiyim. Çalışmalarım çoğunlukla tarımsal dönüşümler, yemek kültürü, kırsal kalkınma, tarihsel sosyoloji gibi alanlarda yoğunlaşmakta.
Açık Radyo’nun hiç yabancısı sayılmam, bundan yıllar önce 2001’de, Domatesin Çekirdeği programıyla başlamıştım. Sonra İncir Çekirdeği geldi, daha sonra Ortaya Karışık ve Yücel Yemez, Burcu Kuğu ve Zeynep Güzel ile Gece Sıkıntısı adlı programları gerçekleştirdim.
Tabii müziği çok seviyorum, bolca müzik dinliyorum, bunlar arasında klasik müzik de yer alıyor. Gelelim Sub Rosa’ya... Programımızın iki temel ekseni var: müzik ve sürdürülebilirlik. Dolayısıyla klasik müzikle aranız nasıl olursa olsun, eğer dünyamızın geleceğiyle, sürdürülebilirliği ile, dünyanın devamını mümkün kılacak çevresel ve sosyal adaletle ilgili konularla ilgileniyorsanız, Sub Rosa size göre bir program.
Bu programda bir yandan bolca müzik konuşacağız ve tabi ki müzik dinleyeceğiz; bir yandan da müziği mümkün kılan müziğin hiç susmadan devamını sağlayan sosyal ve çevresel unsurların/koşulların dününü, bugününü, geleceğini tartışacağız. Haliyle önümüzde konuşacak bir dünya konu var.
YEB: Müzik denildiği zaman elbette, müziğin enstrümanları, enstrümanları yapan ustası, ustanın kullandığı ağaç dahi bu dünyanın içerisinde; müziği dinleyen seyircinin yaşı, ekonomik durumu, eğitimi gibi konular da. Konser sahnesini kuran işçiler de bu sahnede; müziğini icra eden sanatçılar da.
Notaları şeflere ve sanatçılara ulaştırmak da sürecin bir parçası; şeflerle sanatçıları bir araya getirecek organizasyonları düzenleyebilmek için maddi kaynak bulmak da. Öte yandan dışlanmalar, eşitsizlikler, bunlardan dolayı ortaya çıkan mağduriyetler de konuşacağımız konular arasında. Zaten esas derdimiz de o.
Programımıza Sub Rosa adını verdik. Gül, yüzyıllar önce Yunan mitolojisinde gizlilik, saklılık, mahremiyetin simgesi olagelmiş. Sub Rosa’yı; gülün altında, gülün güzelliğinin, zarafetinin gizledikleri-örttükleri anlamına gelen Latince bir kavram olarak yorumlayabiliriz.
Bugüne kadar klasik müzikle ilgili sohbetlerde ve yayınlarda, bu alanla ilgili üretilen içeriğin çeperlerinde kalmış mağduriyetleri, yaşanan sorunları gündeme getirmek, gün ışığına çıkarmak temel amaçlarımız olacak. Klasik müzik dünyasında sosyal adalet, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, mobbing, iş sağlığı ve güvenliği, sürdürülebilir tüketim, fırsat eşitsizliği gibi konular programda konuşacaklarımız arasında. Keza, paylaşım ekonomisinin imkânları ve yenilikçiliğin önündeki engeller gibi konular da.
Bunları konuşalım ve gündeme getirelim ki; bu meselelere çare bulmak için düşünmeye, tartışmaya, eyleme geçmeye başlayabilelim diye düşündük. Bu yönde sesi çoğaltarak, zaten devam eden inisiyatiflere, girişimlere el vermeyi ve destek olmayı amaçladık.
YEB: Bir yılı aşkındır mücadele ettiğimiz salgın elbette müzik dünyasını da çok ciddi şekilde etkiledi. İptal edilen konserler, işsiz kalan müzisyenler... Salgının müzik dünyasına somut etkilerini önümüzdeki iki programda enine boyuna konuşacağız. Şimdilik daha genel bir bahisten ilerleyelim; bu salgınla beraber -aynı yerküremiz gibi- klasik müzik dünyamızın da biricikliğini ve kırılganlığını sanıyoruz ki daha iyi kavradık.
Kanıksadığımız, hep sürer sandığımız kültür hayatımızın değişmezleri arasında olan konserler ve festivaller bir anda kesildi. Bunlar etrafında şekillenen eğlence pratiklerimiz, sosyal hayatımız durma noktasına geldi. Evlere kapandığımız, hayatı büyük ölçüde ekrandan yaşadığımız günlerde yaşamımızdan eksilenlerin telafisinin ne kadar zor olduğunu daha iyi anladık.
ZY: Bir yandan da sanırım daha iyi, sağlıklı, doyurucu, eğlenceli bir yaşama tek başımıza ulaşamayacağımızı; böyle bir yaşamın ancak başkalarıyla müşterek bir çabanın ürünü olduğunu gördük.
Ekmeğimizi pişiren fırıncı, aşıyı bulan bilim insanı, hastalara bakan hemşire, eve yemek taşıyan motosikletli gencin yanı sıra; müzisyenin, galericinin, sanatçının, edebiyatçının vazgeçilmezliğinin farkına vardık.
Elbette yaşam alanlarına saygı gösterilmesi gereken tüm canlı, cansız, insan olan, olmayan varlıkları da bunun içine katmak gerekiyor. Çünkü bunlardan herhangi biri olmadan yaşamımızın bir yönü hep eksik kalacak. Bunu bize salgın defaten gösterdi. Bütün bunlar olanca yalınlığıyla sürdürülebilirlik sorusuyla bizleri yüzleştirdi de diyebiliriz aslında.
Son yıllarda Birleşmiş Milletler’den, üniversitelerden, hemen her alandan bilim insanlarından duyduğumuz gibi, sürdürülebilirlik sadece karşı karşıya kaldığımız çevre ve iklim sorunundan ibaret bir mesele değil. Yoksulluğun, eşitsizliklerin, kültürel parçalanmaların ve karşıtlıkların tavan yaptığı, demokratik değerlerin birçok ülkede -hemen hemen her ülkede de diyebiliriz- krize girdiği bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir dünyada sosyal ve ekonomik sürdürülebilirlik, yaşadığımız dünyayı daha fazla kırıp dökmeden gelecek kuşaklara devredebilmek için üzerine çok daha fazla kafa patlatmamız gereken sorunlardan. Hem de bunu iş çevreleriyle yapmalıyız; devlet kurumlarıyla, dernekleriyle, vatandaş girişimleriyle, hemen herkes hep beraber yapmalıyız. Sub Rosa’da klasik müzik dünyasını sürdürülebilirlik merceğinden değerlendirerek, bu çorbada bizim de tuzumuz bulunsun istiyoruz. Bugünkü programımızda Sub Rosa’nın ilk konuğu Kerem Okumuş’la, sürdürülebilirlik kavramının bugün geldiği noktayı ve bu alanda yapılan çalışmaları değerlendireceğiz.
YEB: Öncelikle sizleri program formatımız hakkında kısaca bilgilendirmek istiyoruz. Bugünden başlayarak her programımızda tartışacağımız konu ya da konularla ilgili konuk ya da konuklarımız olacak. Programımızda ağırlayacağımız misafirlerimiz alanlarında yetkin, meseleleri bize farklı perspektiflerden olanca karmaşıklığı içerisinde aktarabilecek isimler olacak. Programımızda müzisyenleri, bestecileri, şefleri sıklıkla göreceğiz. Bir yandan da sahne çalışanlarıyla, yöneticileriyle, yaratıcı profesyonelleriyle klasik müzik dünyasının duymaya çok alışık olmadığımız diğer aktörlerinin hikayelerini, düşüncelerini de programımızda dinleme fırsatı bulacaksınız. Ve elbette programımızda bol bol müzik dinleyeceğiz. Ele alacağımız temalar çerçevesinde klasik müzikle toplumsal ve siyasal süreçler arasındaki ilişkiyi irdelemek Sub Rosa’nın en önemli katmanlarından birisini oluşturacak.
Klasik müzik, toplum ve siyaset
ZY: Klasik müzik genellikle siyasetle ya da siyasi eylemlilik ile sık sık yan yana gelen bir müzik türü değil. Örneğin cazın tarihini düşündüğümüzde karşımıza sömürgecilik, kölelik, ırkçılık kadar bunların içerdiği eşitsizlikler, şiddet, bir o kadar da bunlara karşı verilmiş mücadelelerin anlatısı, tarihi çıkar,1 ya da klasik müziğin bir Woodstock’u yoktur. Klasik müzik icracıları arasında bir Tupac Shakur’a, bir Ezhel’e rastlamanız zordur. Müzisyenler, besteciler para kazanmak, hayatta kalabilmek, başarılı olabilmek için genellikle siyasi iktidar çevrelerine yakın olmuşlar. Tarihte gerilere gittiğimizde bestecilerin, müzisyenlerin genellikle bir patronu, hamisi, koruyucusu olmuş. Prenslere, kimi zaman kraliçelere, aristokratlara, günümüze yaklaştıkça da maddi kaynak açısından fonlara, bağışlara, devlet desteğine ya da sermayeye, özel sektör sponsorluğuna bağımlı kalmışlar. Belki de bu yüzden daha sessiz kalmayı tercih etmişler. Doğrudan tartışmaların içine girmemişler.
Ama bir yandan da bütün bunlar demek değil ki klasik müzik siyasetten ya da toplumsal süreçlerden tamamen arınmış bir alan. Bu demek değil ki besteciler ya da icracılar topluma, halka hiç karışmamışlar, siyasetle hiç ilgilenmemişler. Ne de olsa bu dünyada yaşayıp da siyasetten uzak durmak neredeyse imkânsız. İktidarın olduğu, gücün olduğu her yerde siyaset de var. Bazen itirazlarını müzikleriyle göstermişler, sosyal adaleti ilgilendiren konularda seslerini kullanarak tavır almışlar; bazen de yaptıkları müziğin kendisi münakaşalara neden olmuş. Ne de olsa herhangi bir sanat eserinin ortaya çıktıktan sonra toplum tarafından nasıl karşılanacağını önceden kestirmek zor. Biz de tanıttığımız parçaların arka planını oluşturan toplumsal çerçeveyi, varsa bu parçaların siyasi yansımalarını sizlerle paylaşmaya çalışacağız.
Bahar Ayini bize ne anlatıyor?
Stravinsky’nin Bahar Ayini (Rite of Spring)'ni Hollanda Radyo Filarmoni Orkestrası ve şef Jaap van Zweden’dan dinlerken size bu eserden bahsedelim. Igor Stravinsky tarafından bale için yazılmış eser, 1913 yılındaki prömiyerinde dönemi için oldukça avangard bulunan müziği ve koreografisiyle kargaşaya ve seyircinin büyük tepkisine sebep olmuş; fakat yıllar içinde müzik tarihinin mihenk taşlarından biri olarak değerlendirilmiş. Eserin koreografisini, sahne tasarımını ve kostümlerini2 ünlü Rus yazar, ressam, arkeolog Nicholas Roerichhazırlamış ve böylelikle bu alanda da ün kazanmış. Roerich, Stravinsky’den ilhamla bu süreçte birçok yerde olduğu gibi Rusya’da da baharın gelişine dair Pagan inanışları ve bu inançlar çerçevesinde yapılan kutlamaları konu almış. Bu inanışların orta yerinde toplumsal cinsiyet ile ilgili değerler, önyargılar yer alıyor. Burada da bir genç kızın kurban olarak seçilmesi ve kızın ölene kadar dans etmesi çerçevesinde senaryonun oluşturulması söz konusu.3
Roerich’in Bahar Ayini için hazırladığı arka plan.
Roerich’in Bahar Ayini için tasarladığı kostümler.
ZY: Kerem Okumuş, Türkiye’de sürdürülebilirlik alanındaki en yetkin isimlerden. Yaklaşık 20 yılı aşkın bir süredir uluslararası kurumlarda, iş çevrelerinde ve sivil toplum kuruluşlarında sürdürülebilirlik alanında çalışmalar yapmış. Bu alanın gelişimini bizzat gözlemlemiş, ve hatta yaptığı çalışmalarla bu alanın gidişatına yön vermiş. Dolayısıyla sürdürülebilirlik kavramını, bu kavramın kapsamını ve dönüşümlerini Kerem Bey’e sorduk. Kerem Bey’le aynı zamanda klasik müzik dünyasının sürdürülebilirlik açısından nerede durduğunu da konuşma fırsatımız oldu.
Sürdürülebilirlik kavramının dünü, bugünü
Kerem Okumuş: Çok ilginç bir dönemden geçiyoruz. Dünyanın kaderi hiç olmadığı kadar insanların yarattığı etki ile değişmeye başlamış durumda. Buna da Antroposen Çağı diyoruz. İnsan etkisi üzerinden dünyanın geleceğini şekillendirmeye çalışıyoruz ama bu şekillendirdiğimiz gelecek ne kadar iyi bir gelecek, bu konuda ciddi soru işaretlerimiz var. Özellikle 1950’lerden ve Dünya Savaşından sonra orta sınıfın gelişimine bağlı olarak çok dramatik bir dönem yaşıyoruz. Her alanda çok hızlı, bir ivmelenme görüyoruz.4 Bugün kağıt tüketiminden enerji kullanımına, uluslararası seyahatlerden uçuşlara kadar çok eksponansiyel bir artış görüyoruz; ve bu artışın yaratmış olduğu etki, dünyanın kaderi üzerinde çok belirleyici olmaya başladı. Bu yüzden özellikle iklim değişikliği, kaynak sıkıntısı, suya erişim gibi temel konular aslında önümüzdeki dönem açısından, bugünden öngörmemiz ve yönetmemiz gereken çok önemli alanlar halini aldı.
Bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi, gelişen orta sınıfa bağlı olarak tüketimin de üretimin de sürdürülebilir olmadığı bir şekilde hayatımızın içerisinde yer alması. Burada önümüzdeki dönem için çok ciddi bir tehlike görüyoruz çünkü 2050’ye doğru dünyadaki orta sınıf tüketiminin %74’ü gelişen piyasalardan gelecek. O yüzden yeni, ciddi bir tüketim dalgasıyla karşı karşıyayız çünkü o bölgelerde orta sınıfa aidiyet müthiş artıyor. Bugün için orta sınıf popülasyonu 350 milyona gelmiş durumda. Hindistan’a ve Güneydoğu Asya’ya baktığımızda yeni tüketim çılgınlığının o bölgeden geliyor olması dünyanın sürdürülebilirliği açısından çok temel bir problem ortaya koyuyor. Bu sebeple bugün tüm iş dünyasının dönüşümü, tüm üretim araçlarının dönüşümü, tüm tüketim biçimlerinin dönüşümü üzerine neler yapabileceğimize dair ciddi çalışmalar yapılıyor.
Bu koşulların oluşmasına yol açan 60’lı yıllardan sonra kapitalizmin yaratmış olduğu ciddi bir tahribat var dünyada. Denilebilir ki, ekonomik büyümeyi sadece Gayri Safi Milli Hasıla gibi parametrelerle inceleyen, sonsuz sermaye birikimi paradigmasına dayalı yöntem ve yaklaşım kapitalizmin vaat ettiği refah ortamını kimseye getirmedi. Dünyaya baktığımızda, gelir dağılımında çok ciddi bir eşitsizlik var. Eğitime erişimde, sağlığa erişimde de çok ciddi problemlerle karşı karşıyayız; gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki Covid-19 aşısına erişim konusu bile kapitalizmin yarattığı sonuçlardan biri olarak görmek lazım. Bununla birlikte, özellikle toplumsal cinsiyet eşitliği, kadının toplumsal hayattaki, ekonomik hayattaki rolü gibi temel konular da oldukça önemli. Her alanda ciddi bir problem olduğunu görmek mümkün.
Çok önemli bir kırılmaya doğru gidiyoruz; önümüzdeki 10 yılı yeni bir gelecek inşasının ilk 10 yılı ya da bildiğimiz haliyle organize insan hayatının son 10 yılı olarak düşünmek lazım. 2020-2030 sürecinde Antroposen Çağı’nı karakterize eden, insan kaynaklı negatif etkiyi tersine çevirmemiz için bir şans var önümüzde. Bu süreçleri nasıl dönüştüreceğiz, ekonomiyi nasıl dönüştüreceğiz, iş dünyasını nasıl dönüştüreceğiz, özellikle tüketim alışkanlıklarımızı nasıl değiştirmeliyiz? Önümüzdeki sorunlar bunlar ve onları çözmek için de oldukça yoğun bir şekilde çalışıyoruz.
Sürdürülebilir büyüme mümkün mü?
ZY: Bu sürdürülebilirlik herhalde bir 10-15 sene öncesine kadar genelde çevresel koşullar ve değişen iklim koşulları etrafında tanımlanan bir kavramdı, bir sorundu. Sonuçta bir iklim krizi yaşıyoruz, ısınan bir dünya söz konusu. Bunun getirdiği, yaşadığımız bir takım ciddi çevre tahribatları var, hepimizin hissettiği gibi mevsimler değişiyor, arılar kayboluyor… Dünya çevre meselesini altmışlardan, yetmişlerden itibaren özellikle konuşmaya başladı. Siz tam da bu dönemden sonra, toplumsal anlamda, eşitsizlikler anlamında, insanların büyüyen pastadan pay almaları anlamında çok ciddi sorunlar yaşadığımızı ve bütün bu sorunların bu sürdürülebilirlik sorusunun önemli bir parçası haline geldiğini söylüyorsunuz.
KO: Son 10-15 yılda gelişmekte olan ekonomilerle birlikte gelişmiş ekonomilerde de bu sorunlar hissedilmeye başlandı. O yüzden tüm ekonomilerin bu sorunlara biraz daha odaklanmaya başladıklarını söyleyebilirim. Artık, sürdürülebilirlik konusu Amerika Birleşik Devletleri’ne, Japonya’ya, OECD ülkelerine de baktığımızda dünyanın her yerinde hissedilen bir alan olmaya başladı. Bunun sonucunda son 10-15 yılda yatırım ekosistemi, bankacılık, finansal piyasalar gibi kapitalizmin ana araçları artık sürdürülebilirlik odaklı yeni bir filtre getirmeye başladı.5 Çünkü sınırlı kaynaklarla sınırsız büyümenin mümkün olmadığını ancak anlamaya başladık bu dönemde.
Özellikle önümüzdeki döneme baktığımızda, dünyanın kendi kendini yenileyebilme kapasitesinin çok ötesinde kaynak kullandığımızı görüyoruz. Bu yüzden bu gelişen yeni orta sınıfla beraber, ekonomilerin temel olarak büyümeye odaklı yaklaşımıyla beraber aslında önümüzdeki dönemin sürdürülemez bir dünyaya doğru gittiğini bize gösteriyor. Bu nedenle bütün sistem aslında mevcut yapıyı ileriye götürecek yeni alanları keşfetmekle meşgul durumda.
Bunlardan bir tanesi aslında konvansiyonel büyüme metriklerinin dışında, artık yeni büyüme metrikleri üzerine bakabilir miyiz? Konvansiyonel büyüme ve kâr maksimizasyonunun ötesinde daha konvansiyonel olmayan, paydaş odaklı, değer odaklı, amaç odaklı büyümeyi nasıl sahiplenebiliriz? Artık bütün yapılar bu kapsamda ciddi bir arayış içerisinde. Çünkü dünyanın en büyük şirketleri de artık bu sosyal problemlerden ve çevresel problemlerden etkileniyor. Dünyanın en varlıklı ve gelişmiş ekonomileri de artık bu problemlerden doğrudan etkilenmiş durumda. O nedenle bugün gelişmiş ekonomilere baktığımızda da, kaynak sıkıntısının ve toplumsal sorunların olduğunu görüyoruz. Gelişmiş ekonomilerden gelişmekte olan ekonomilere kadar tüm dünya önümüzdeki dönemi inşa etmekle meşgul. En önemli noktalardan bir tanesi, aslında bu pandemiyle birlikte hayatımıza giren bu daha vicdanlı kapitalizm, kapitalizmin yeni model arayışı, paydaş odaklı büyüme gibi yaklaşımlar, önümüzdeki dönemin en önemli konuştuğumuz konuları olmaya başlayacak.
Pandemi sonrası iş dünyasında sürdürülebilirlik
ZY: Salgının iş dünyasına etkilerini ve özellikle sürdürülebilirlik alanını nasıl dönüştürdüğü üzerine düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?
KO: Bugüne kadar hiç bakmadığımız tedarik zincirindeki kırılganlıklar, çalışanların refahı ve sağlığıyla mutluluğunun ne kadar önemli olduğunu bize gösterdi. O yüzden bugüne kadar tamamen ekonomik model ve büyüme odaklı bakarken bir yandan daha paydaş odaklı bakma ihtiyacını da hissetmeye başladık Covid’le birlikte. O yüzden ben biraz daha bunun test süreci olduğunu düşünüyorum. Çünkü Covid’le beraber yaşadığımız bu sıkıntıları, önümüzdeki dönemde iklim kriziyle beraber çok daha fazla yaşayabileceğiz, çünkü iklim krizinin bir aşısı bir tedavisi yok. Çok sistemik bir risk, aynen pandemi gibi. İklim değişikliğinin yarattığı riskler de aslında çok devasa riskler ve tüm ekonomilerin, tüm şirketlerin, tüm toplumların önünde ciddi bir tehdit. Bu noktada dediğim gibi, daha yeni bir büyüme modeline ihtiyacımız var. Büyümeyi daha farklı metriklerle ölçmeye ihtiyacımız var. Refahtan bağımsız bir büyümeyi düşünmememiz gerekiyor. Büyümenin ötesinde toplumsal refahı öncelik kabul etmemiz gerekiyor. Yani Türkiye’nin bugün dünyanın en gelişmiş 20 ekonomisinden bir tanesi olmasının yanında, insani gelişmişlik endeksinde de daha üst seviyede bir sırada yer almasını beklemek lazım.
YZ: Daha farklı metriklerden bahsettiniz. Bunlar neler olabilir?
KO: Burada büyümeden çok refahı ölçmemiz lazım. Tamamen milli gelirin artışından çok milli refahın ya da bir ulusal refahın metriklerini ortaya çıkarmamız lazım. O yüzden paydaş odaklı büyümenin de yeni metrikleri bugün Dünya Ekonomik Forumu’nda tartışılıyor. Artık dünyadaki refahı yeni metriklerle ölçmeye ihtiyacımız var. Bunlar tabii çok bildiğimiz alanlar, gelir dağılımındaki eşitsizlik. Bugün aslında dünyanın en temel problemlerden bir tanesi. Buna bağlı olarak fırsatlara erişim, sağlıktan eğitime kadar farklı alanlardaki fırsatlara erişim ki, bunun içerisinde dijital ayrışma ve dijital uçurumu da söyleyebiliriz. Çünkü tüm kamu hizmetlerinden özel hizmetlere kadar her şey artık dijitalleşmeye başladı. Toplumdaki dijital okuryazarlık, dijital beceriler oldukça önemli olmaya başladı, hizmetlere erişim açısından. O yüzden bir ülkenin dijital yetkinliklerinden gelir dağılımındaki eşitsizliğin metriklerine kadar onlarca farklı alan, aslında refahı ölçümleyebileceğimiz yeni alanları bize gösteriyor.
Önümüzdeki dönem sürdürülebilirlik temelinde baktığımızda, ülkelerin kalkınma politikalarının içerisinde bu alanların en öncelikli alanlar kabul edilmesi gerekiyor. Şu anda özellikle kâr maksimizasyonu çok önemli her şirket için eminim ki, ama artık kârı bugünden sürekli maksimize edecek bir büyüme modeli mümkün değil. Çünkü kârı maksimize ettiğinizde kaynakları sınırsız kullanmaya ihtiyacınız olur. Bu yüzden şirketlerin tarafından baktığımızda büyümeyi nasıl dengeleyebiliriz, büyümeyi nasıl optimize edebiliriz gibi yeni bir bakış açısına ihtiyacımız var. Çünkü eğer bugünden büyümeyi maksimize edersek kaynakları sınırsızca kullanmak durumunda kalacağız ama önümüzdeki 5-10 yılda bu kaynakları aynı seviyede kullandığımız takdirde ciddi bir çöküşe doğru gideceğiz. Bu yüzden hep beraber dengeli bir büyüme modeli inşa etmeyi başarmalıyız. Burada da aslında sürdürülebilir kalkınma odaklı yeni yönetim yaklaşımları, yeni iş modelleri önümüze çıkıyor.6
Neyse ki yeni jenerasyon bu anlamda çok ciddi bir değişim içerisinde ve küresel satın alma davranışlarının, önümüzdeki dönemi etkileyeceklerini düşünüyorum. Daha anlam odaklı, amaç odaklı markalardan alışveriş yapmak isteyen yeni bir kitle geliyor. Daha önce sorunlara bu kadar ekspoze olan bir jenerasyon olmamıştı. Dijital araçlar ve özellikle teknoloji aracıyla erişimin yaratmış olduğu imkânlar sayesinde artık Afrika’da ortaya çıkan bir sorunun doğrudan İstanbul’daki bir genç tarafından izlenebildiği, görülebildiği, hissedilebildiği bir dönemin içerisindeyiz. Dünyanın neresinde bir problem olsa, dünyanın her tarafından bu probleme erişim imkânı mümkün. Bu yüzden de yeni jenerasyon aslında bu problemleri hisseden, gören ve bu anlamda da aksiyon almak isteyen bir jenerasyon olarak geliyor. Ben önümüzdeki döneme daha optimist olarak bakabiliyorum. Çünkü bu jenerasyonun yaratabileceği değişime oldukça inanıyorum. Bu nedenle de önümüzdeki dönemde 2035’e kadar dünya orta sınıf tüketiminin yaklaşık %35’i Y jenerasyonundan gelecek. Onların davranışlarının tüm ekonominin dönüşümü açısından da çok değerli bir ivme yaratacağını söyleyebilirim.
ZY: Dünyanın geleceği ve sürdürülebilirlik konusuna iyimser bakıyor diyebiliriz Kerem Bey için. Ama tabii dünyanın karşı karşıya kaldığı birçok sorunun da altını çiziyor. Aslında iyimserliği ihtiyatlı bir iyimserlik bu anlamda. Biz de kendisinden burayı açmasını istedik, bu geleceğe dair ihtiyatlı, ümitli bakışın realize olabilmesi için özellikle önemli gördüğü konuları bizimle paylaşmasını rica ettik.
KO: Kolektif bir aksiyona ihtiyacımız var. Bireylerin ya da tek bir şirketin ya da tek bir kamu otoritesinin bu dönüşümü tetiklemesi mümkün değil. O yüzden çok ciddi kolektif bir hikayeye, kolektif bir harekete ihtiyacımız var, aynen senfoni orkestrasında kolektif bir değerin yaratmış olduğu tınıyı nasıl mutlulukla dinlediğimiz gibi7 Bu yüzden bir bireyden, bir birimden çok o değişimi, dönüşümü, sistemi nasıl dönüştüreceğimizi düşünmeye ihtiyacımız var. Burada özellikle benim deneyimlerimden yola çıkarsak, sektörlerde çok ilginç dönüşüm hikayelerini hayata geçirmeye çalışırken, her zaman yöneticilerden şunu duyuyoruz; “Ya ben yaptığımda ne olacak, yaptığım takdirde rekabet açısından benim için ciddi bir problem yaratır mı?” gibi farklı düşünceleri görüyoruz. O yüzden aslında sektörlerin, sistemin dönüşebilmesi için de kolektif faydayı nasıl üretebileceğimizi görmeye ihtiyacımız var.8
Bir de ben Türkiye açısından bu dönüşümün en önemli araçlarından bir tanesinin aileler olduğunu söylemek isterim. Türkiye’deki sermaye yapısına bakarsak daha çok aile şirketleri hâkim. O yüzden üst yöneticilerle yaptığımız görüşmelerde bu dönüşüme olan inançları olsa da, çeyrek performanslar üzerinden değerlendirdikleri için, oradaki cesareti maalesef bulamıyorlar. Bu sebeple de Türkiye’deki sermaye dağılımının dinamiklerini gözettiğimizde, ailelerin dönüşmesi gerek. Türkiye’nin 15-20 ailesini dönüştürdüğümüzde, Türk ekonomisi dönüşümü için çok önemli bir adım atmış olabileceğimizi de söyleyebilirim.
Chopin’in neredeyse yayınlanmayacak eserleri
Chopin, Fantasie Impromtu’yü 1834 de besteliyor. Ölümünden sonra hiçbir eserinin yayınlanmaması yönündeki vasiyetine rağmen bu eser 1855’de, yani ölümünden 6 yıl sonra yayınlanıyor. Bu durum, günümüzde sıkça rastladığımız sanat ve fikir eserlerindeki mülkiyet hakkı tartışmalarının ilk örneklerinden. Bu konu da ilerde ele almayı düşündüğümüz alanlar arasında. Chopin’in bu eseri neden yayınlamadığının esrarını çözen kişi, eseri kendisinden dinleyeceğimiz, 20. yüzyılın en önemli piyanistlerinden Arthur Rubinstein. Rubinstein, eseri 1960’da bir açık artırmadan satın alıyor ve bu albümün içerisinde Chopin’in kendi el yazısıyla bu eseri Barones d’Este’ye sattığına dair notu okuyor. Böylece eserin mülkiyetiyle ilgili tereddütleri nedeniyle Chopin’in bu eseri yayınlamadığını anlıyor.
ZY: Kerem Bey’e bütün bu yaşadıklarımızın dünyanın gidişatına olumlu bir etkisi olur mu diye sorduk. Çünkü bir yandan da son zamanlarda özellikle birtakım kolektif çabaların öne çıktığını gördük. Bu yönde birtakım inisiyatiflerin sivil toplum tarafından alındığına şahit olduk. Bütün bunların ne kadarının salgın sonrasına kalan bir tarafı olur, ne kadar kapsayıcı olur, dönüştürür? Kendisine aynı zamanda neler yapmalı, özellikle klasik müzik dünyasında, Türkiye’de sürdürülebilirlik anlamında ne yapılabilir diye sorduk.
KO: Sanatın, kültürün, müziğin sürdürülebilirlik için çok dönüştürücü bir gücü olduğuna inanıyorum. En önemli dönüştürücü güçlerden bir tanesi olduğunu söyleyebilirim. İnsanların zihinlerini dönüştürebilmek, insanları daha anlamlı düşünmeye sevk edebilmek açısından bu yadsınamaz bir konu. Her bir ürünün arkasındaki hikayenin insanların ilham alacağı hikayeler olduğunu da söyleyebilirim.
Benim perspektifimden klasik müzik için bir sürdürülebilirlik önceliklendirme analizi yapsam, çok temel iki tane konu önüme çıkar, onlardan bir tanesi fırsat eşitliği, özellikle müziğe erişim ve özellikle müzik öğrenimine erişim, eğitime erişim tarafı; ikincisi ise yetenek tarafı. Türkiye yeteneklerini kaybediyor. O yüzden Türkiye’de eğer klasik müzik için bir gelecek öngörüsü yapmak istiyorsak, Türkiye’nin yeteneklerinin Türkiye’de kalmasını sağlamalıyız. Benim için klasik müzik tarafındaki en öncelikli mesele, gençlerin müziğe erişimini kolaylaştıracak mekanizmaların, araçların tasarlanması; kurumların, şirketlerin, kamunun bu anlamda belirleyici ve düzenleyici bir rol oynayabilmesi. İkincisi ise, Türkiye’nin yeteneklerinin Türkiye’de kalarak klasik müziğin Türkiye’de devamı açısından da önemli bir katkı sağlamasını beklerim. Bu iki temel konu önümüzdeki dönem, kültür sanat için de konuştuğumuzda, en öncelikli iki konudur diye düşünüyorum. Yani o yüzden işin çevresel unsurlarından çok işin sosyal boyutları da çok ön planda, klasik müzik tarafındaki sürdürülebilirliği sağlayabilmek açısından.
Bir de özellikle uluslararası bakabilme yetkinliğine kavuşmamız oldukça önemli.9 Yani yerelden çok globale hitap eden bir yaklaşım getirmek önemli. İnsanların mevcut becerilerinin ötesinde, globale erişim sağlayacak yeni beceri setlerini de geliştirmek gerekiyor; özellikle de müzik katılımcıları ve sürece dahil olan paydaşlara da baktığımızda. Bugün, müzik endüstrisi açısından toplumsal refahın da önemli olduğunu söylemek lazım. Çünkü refah düzeyi yüksek toplumlarda klasik müziğe erişim, sanata erişim, kültüre erişim konusunda daha hızlı ve yoğun bir hareket görüyoruz. Toplumun temel ihtiyaçlarını karşılayamamış olan toplumlarda müziğe ve sanata olan katılım ve izleme oranları oldukça düşük, bu nedenle ülkenin gelişmişliği, ülkenin refah düzeyi oldukça önemli klasik müzik sektörünün devamlılığı açısından.
ZY: Kerem Bey’in anlattıkları arasında bizim özellikle aklımızda kalan bazı noktalar var. Pay değil, paydaş odaklı bir kapitalizmin gerekliliğinden bahsetti. Değer ve amaç odaklı büyüme, ve bu büyüme içerisinde yeni matrikslere olan ihtiyacın altını çizdi. Bunların içerisinde eşitlik çok önemli dedi; fırsat eşitliğinden, ekonomik eşitlikten bahsetti. Refahtan bahsetti, yeni matriks verileri olarak hesaba alınması gereken kavramlardan biri olarak artık kapitalizmin içerisine alınması gerektiğinden, aksi takdirde durumun sürdürülebilir olmadığından bahsetti. Bunu yapabilmek için de ortada kolektif bir çaba olması gerekiyor dedi. Bu kolektif çaba tek tek bireylerin, tek tek şirketlerin, tek tek kurumların yapacağı bir şey değil. Herkesin örgütlü bir şekilde, kurumsal bir şekilde işin içerisinde olmasını gerektiren bir süreç dedi, ki bu çok önemli. Biz de Sub Rosa olarak bu çabanın ortaya çıkmasına, bu çabanın büyümesine katkıda bulunabilirsek ne mutlu bize diye düşündük. Son olarak, Kerem Okumuş’la Türkiye’de klasik müzik dünyasının öncelikli meselelerinden bahsettik. Kerem Okumuş’a göre fırsat eşitsizliği, özellikle son dönemlerdeki yeteneklerin kaybı, dünyaya açık olmak ve de bunun daha büyük bir ihtiyaç olarak belirmesi önemli meseleler arasında. Ayrıca sadece müzik değil, kültür sanat dünyasının sürdürülebilirliği açısından toplumsal refahın yükselmesinin öneminin de altını çizdi.
Demokrasi mücadelesinin sesi nasıl çıkar?
Sub Rosa’nın arkasında yatan felsefeye, içinden geçtiğimiz dönemin aciliyetlerine tercüman olacak bir eseri sizlere tanıtmak isteriz. İngiliz besteci Benjamin Britten’dan Advance Democracy başlıklı koro eseri. Sadece müzik tarihinin değil, dünyadaki demokrasi mücadelelerinin de en önemli eserlerinden biri bu. Britten, bu eseri Münih Anlaşmasına bir tepki olarak yazıyor. Bu anlaşma, dünyanın faşizmle ve İkinci Dünya Savaşıyla birlikte yaşayacağı felaketlerin habercisi gibidir. İmzalandığı sırada, birçokları tarafından Avrupa’daki liberal düzene büyük bir tehdit olarak değerlendirilmiştir. Demokrasinin bu karanlık günlerinde yazılmış eserin sözleri, ilerici ve özgürlükçü düşünceleriyle bilinen ünlü İngiliz şairi Randall Swingler’a ait.
Kerem Okumuş kimdir?
Kerem Okumuş, üniversite eğitimini Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladıktan sonra yüksek lisansını Birmingham Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler programında tamamlamıştır. TIAS School for Business and Society’de Yöneticilik ve Sürdürülebilirlik eğitiminin ardından Okumuş, kariyerine Bölgesel Çevre Merkezi (Regional Environmental Center), Dünya Bankası (World Bank), The Climate Reality Project, İmece gibi uluslararası örgütlerde kolektif çalışmalar organize etmiştir. Adı geçen kuruluşlarda yenilikçi ve sürdürülebilir çözümler üretilmesine öncü olmakla birlikte, birçok yüksek bütçeli projeyi de hayata geçirmiştir. Ekonomik aktiviteyi ve insanî gelişmeyi yenilikçi sosyal ve çevresel sürdürülebilirlik ile bütünleştiren, çeşitli fayda amaçlı girişimcilik faaliyetlerini uygulamak için Impact Investment, Now, B Lab Europe gibi çeşitli kuruluşlarda faaliyet yürüten Okumuş, aynı zamanda devletlere bakanlık düzeyinde projeler geliştirmesi için danışmanlık vermektedir. Şirketlerin sürdürülebilirlik konusundaki payının büyük olduğunu düşünerek iş dünyasında çeşitli kurumlara sürdürülebilirlik danışmanlığı veren S360 şirketini kurmuştur. Burada önde gelen şirketlere ekosistemleri restore etmek ve yeniden dengelemek üzerine danışmanlıklar vermektedir. Sürdürülebilir tarım yapan, sürdürülebilir ürünler üreten birçok şirketin de yatırımcısı olan Okumuş, şu an kendi şirketi de dahil olmak üzere birçok kurumda sürdürülebilirlik çalışmalarını devam ettirmektedir.
Derlemeye katkıda bulunanlar: Zeynep İlik, Beyza Mollaoğlu, Bilge Ekşi, Burak Akdemir, Oğul Alim Özçelik, Onur Yemişen, Rana Aydın, Yasemin Yüksel
1 Caz müziğinin 1960’lardaki Medeni Haklar Mücadelesi (Civil Rights Movement) sürecindeki politik angajmanına dair bir seçki için: https://www.openculture.com/2020/06/how-jazz-helped-fuel-the-1960s-civil-rights-movement.html
2 Stravinsky’nin Bahar Ayini (The Rite of Spring) balesinden kostümler ve sahnelerden kesitler görmek ilginizi çekerse: https://www.theguardian.com/music/gallery/2013/feb/12/igor-stravinsky-rite-of-spring
3 San Francisco Senfoni Orkestrasının Bahar Ayini üzerine ve konseri de içeren belgeseline buradan ulaşabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=nr_0ve2KFuk
4 Antroposen Çağı ve eksponansiyel büyüme ile ilgili daha fazlasını öğrenmek ve büyüme grafiklerini incelemek için göz gezdirebileceğiniz bir kaynak: Steffen, W., Broadgate, W., Deutsch, L., Gaffney, O., & Ludwig, C. (2015). The trajectory of the Anthropocene: The Great Acceleration. The Anthropocene Review, 2(1), 81–98.
5 Sürdürülebilirlik çalışmalarının önde gelen isimlerinden Michigan Üniversitesi Rose School of Business öğretim üyelerinden Andrew Hoffman şu yazısında sürdürülebilirlik konusunun iş dünyasındaki geleceğini ve bu konunun toplumsal etkilerini değerlendiriyor: Hoffman, Andrew J.: 2018: The Next Phase of Business Sustainability. Stanford Social Innovation Review. Spring 2018.
6 Kiron, David et al.: 2017: Corporate Sustainability at a Crossroads: Summary findings from the sustainability global executive studies, 2009-2016. MIT Sloan Management Review. May 2017.
7 ClimateKeys, iklim değişikliğine dikkat çekmek amacıyla Piyanist Lola Perin tarafından başlatılan bir konser ve konuşmalar dizisidir. İklim ve müziği bir araya getiren bu dizi, “Doughnut Economics” üzerine düşünen ve sorgulayan müzisyen ve konuşmacıları bir araya getiriyor. Piyanist Birsen Ulucan ve misafir konuşmacı Ömer Madra’nın ClimateKeys konserler dizisindeki konseri. “Gezegen İçin: Bilim ve Müzik Elele” https://www.youtube.com/watch?v=jFAEfdbME3M
8 https://www.kateraworth.com/wp/wp-content/uploads/2020/04/20200416-AMS-portrait-EN-Spread-web-420x210mm.pdf "Doughnut Economics" kavramıyla tanınan İngiliz iktisatçı Kate Raworth bu çalışmasında sürdürülebilirlik kavramının Amsterdam örneği üzerinden şehirlere uygulanabilirliğini tartışıyor. Sürdürülebilirlik kavramının klasik müzik de dahil olmak üzere farklı sektörlerde ve farklı ölçeklerde uygulanabilirliği üzerine kafa açıcı ve ilham verici bir çalışma.
9 https://www.climate-kic.org/community/mariana-mazzucato-mobilising-for-a-sustainable-future/
Küresel zorlukların çözümünde “hızlanma” ve “yönlülük” kavramlarına odaklanan İtalyan/Amerikalı İktisatçı Mariana Mazzucato’nun “Sürdürülebilir Şehirler Konseyi”ndeki konuşması.