Pandemi süreci: Ekonomik sürdürülebilirlik

-
Aa
+
a
a
a

Tekfen Filarmoni’nin katkılarıyla hazırlanan Sub Rosa’da bu hafta salgının klasik müzik dünyasına etkilerini İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'ndan (İKSV) Görgün Taner ve Yeşim Gürer Oymak’la konuştuk. Pandeminin iyiden iyiye su yüzüne çıkardığı kırılganlıkları giderme yönünde ne yapılabilir sorusuna cevaplar aradık. Salgınla birlikte müzisyenlerin ve sektörün karşılaştığı ekonomik zorluklar, bilgilendirme ve savunuculuk faaliyetleri, kamusal desteklerin durumu, dijitalleşmenin etkileri, yeni iş modellerine duyulan ihtiyaç, örgütlülük konusu gündeme gelen temalar arasındaydı. 

Pandemi süreci (I): Ekonomik sürdürülebilirlik
 

Pandemi süreci (I): Ekonomik sürdürülebilirlik

podcast servisi: iTunes / RSS

(16 Mayıs 2021 tarihinde Açık Radyo'da yayınlanmıştır.)

Zafer Yenal:95.0 Açık Radyo’da Sub Rosa’ya hoş geldiniz. Klasik müzik dünyasında sürdürülebilirliğe dair yaptığımız bu programın ikinci bölümünde tekrar karşınızdayız. Bu bölümde 1 yılı aşkın bir süredir bütün dünya olarak mücadele ettiğimiz salgının, klasik müzik dünyasına etkilerini konuşacağız. Klasik müzik dünyası dediğimiz koskocaman bir dünya. İçerisinde sanatçısı, şefi, çalışanı, seyircisi, eğitmeni, öğrencisi var. Farklı kesimler bu süreci nasıl yaşadı, karşılaştıkları sorunlar nelerdi, geleceğe dair beklentiler neler konularını konuşacağız. Buradan nereye gidiyoruz, nereye gidilmeli sorularına da cevaplar arayacağız ve bu yönde hali hazırda devam eden ortak çabalara daha iyi bir gelecek anlamında kolektif çabalara katkıda bulunmayı amaçlıyoruz.

Yaren Eren Budak:Programımıza başlamadan önce iki küçük notu sizinle paylaşmak istiyoruz. Bizimle paylaşacağınız geri dönüşleriniz, sorularınız, yorumlarınız bizim için çok değerli. Bu geri  dönüşleri [email protected] üzerinden bizimle paylaşabilirsiniz, bize iletebilirsiniz, ayrıca pazar günleri saat 18.00’de yayınlanan programımızı kaçırmanız halinde, tekrar dinlemek için Açık Radyo’nun Spotify hesabı üzerinden podcastlerimize erişebilirsiniz, tekrar dinleyebilirsiniz. 

Salgının müzik dünyasına etkilerinin ne ölçüde kalıcı olacağını bugünden kestirmek çok zor tabii. Tüm kültür sanat ve müzik alanlarında olduğu gibi, klasik müzikte de özellikle kırılgan yönleri iyiden iyiye su yüzüne çıkardı bu salgın. Dolayısıyla konuşacağımız konular sadece salgın dönemi için değil, tüm kriz dönemleri için sürdürülebilirlik açısından çok önemli dersler veriyor.

ZY:Evet, genel olarak konuşacak olursak müzik sektöründe “ne oluyor, ne bitiyor”a dair ilk fikrimiz bizim müzisyen haberleri ile oldu. Müzisyenlerden büyük bir kısmının ciddi bir iktisadi zorluk içerisinde olduğunu okuduk, hatta intiharları duyduk ve bununla birlikte tabii ki hepimiz iptal edilen konserlerin, festivallerin farkındaydık. Bütün bu haberler ile canlı performans bağlamında ciddi bir durgunluk dönemine girdiğimizi anlıyorduk. Bunlar tabii ki, birçok soruyu beraberinde getirdi. 

Öncelikle insanlar bu dönemde bu kadar zorluk içerisinde birbiriyle nasıl dayanıştılar, dayanışabildiler mi? Daha ziyade, olup bitenden haberleri oldu mu? Bu anlamda bilgilendirme ve savunuculuk faaliyetleri ne durumdaydı, bir yandan da bu tür zorluklar devam ederken kamu kurumları, kuruluşları, başta devlet olmak üzere bu süreçte ne yaptı, neler yapabildi? Bütün bunlar aklımıza gelen sorular ve bugün burada tüm bu soruları konuşacağımız iki önemli konuğumuz var. Görgün Taner ve Yeşim Gürer Oymak. İkisi de İKSV’den. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın çok uzun yıllardır içerisinde yaptıkları faaliyetleri farklı kademelerde düzenleyici olmuş ve sürdürmüş insanlar. Dolayısıyla bu sektörde ne oldu, ne bitti bizi aydınlatacaklar. 

Pandemi, klasik müzik ve kültür-sanat dünyası

YEB:Dijitalleşme pandemi ile beraber dominant bir şekilde hayatımızda yer tutmaya başladı. Bütün müzik dinleme izleme pratiğimiz bu dijital medyalar üzerinden gerçekleşmeye başladı, buna mahkum olduk da diyebiliriz ve böylece bütün o eski güzel günlerde izlediğimiz konserler, festivaller, bir arada olabildiğimiz, yan yana gelebildiğimiz kalabalık ortamlardan mahrum kaldık.

ZY: Bu da hayatımızda önemli bir boşluk yarattı. Özellikle müzisyenlerin hayatında bu boşluk iyiden iyiye hissedilir bir hale geldi. Şimdi bütün bu konuları aslında Görgün Bey ve Yeşim Hanım’la konuşmaya başlayabiliriz.

Büyük, küresel bir soruyla başlamak istiyorum. Görgün Bey özellikle bu soru size, bundan 1 sene önce Medyaskop’da verdiğiniz röportajda “193 ülke aynı durumda ve herkes sisin içinde önünü görmeye çalışıyor” diyorsunuz. Bu, geçen nisan gibi bir zaman, o zamandan bu zamana neredeyse 1 sene geçmiş, şimdi ne durumdayız?

Görgün Taner: Sis devam ediyor da 193 ülke şu anda aynı durumda değiliz. Bunun en iyi örneğini Londra’da görüyoruz. 17 Mayıs’ta Londra’da müzeler, kültür kurumları ve konser salonları yavaş yavaş açılmaya başlıyor. Londra’da bütün kültür kurumlarının ve benzeri kamusal alan mekânlarının katıldığı çok büyük bir kampanya var. Diyorlar ki; “Londra haydi, hep beraber geri geliyoruz.” Tabii bizim ülkemizde ve benzer durumda olan ülkelerde bunu Mayıs ayı içerisinde yapmak çok zor. Şu anda aşılamada önde olan, nüfusun belirli oranını aşılamış ülkelerde bunu yapabilmek ve yaz ayını biraz daha tahmin edebilmek mümkün. Bizde ise zannediyorum önümüzdeki ay bir takım şeyler konuşulabilecek ve yol haritası o zaman çıkacak. Hem dünyadaki gelir adaletsizliği, hem ülkeler arasındaki gelir adaletsizliği ve aşı savaşları, kaçınılmaz bir şekilde kamusal alana yeniden çıkışı, dolayısıyla da hem yeme içme, hem seyahat hem de özellikle kültürel kurumların tekrardan hayata dönüş döngüsünü etkiledi. Türkiye de bundan payını aldı. Zannediyorum önümüzdeki dönem bu işlerin daha iyi planlanabildiği bir zaman dilimine oturur ve biz de Londra’daki gibi bir kampanyayı, hiç olmazsa Eylül-Ekim aylarında yapabiliriz. Yoksa 193 ülke, maalesef şu anda aynı pozisyonda değiliz.

ZY: Peki bu makasın açılması sadece gelişmişlik düzeyiyle, aşılama süreciyle mi ilişkilendirilebilir? Bir yandan da İKSV’nin nisan ayında yayınladığı Pandemi Sırasında Kültür Sanatın Birleştirici Gücü ve Alanın İhtiyaçları1 başlığını taşıyan bir rapor var. Bu raporda, Şili’den Litvanya’ya, Singapur’dan İtalya’ya dünyanın birçok ülkesinde devam eden bilgilendirme ve savunuculuk faaliyetlerinden bahsediliyor. Kültür sanat genelinde özellikle de müzik sektöründe neler olduğuna dair birçok çalışmanın yürütüldüğünden ve bu konuda devletlerin de özellikle kamu kurumlarında çok ciddi inisiyatifler alındığından bahsediyor. Yeşim Hanım size dönmek istiyorum, sizce Türkiye’de bu pandemi boyunca, destek, bilgilendirme, savunuculuk faaliyetleri anlamında nasıl bir süreç izlendi?

Yeşim Gürer Oymak: Öncelikle yurtdışındaki birkaç örneği vermek istiyorum. Pek çok ülke, kültür sanat sektörü ve yaratıcı endüstrilere yönelik kredi, fon ayırdı2. Mesleğini yerine getiremeyen sanatçılar, tiyatrocular, orkestralar için. Hatta bunlardan İngiltere’de menajerlik şirketleri bile paylarını alabildiler. Almanya, geçen yıl bir 50 milyar euro ayıracağını söyledi. Sanatçılar bu dönemi yaratıcılıklarını devam ettirerek geçirme fırsatı buldular. Her ne kadar konser, canlı konser, sanatçıların canlı performanslar gıdaları olsa da en azından bu dönemi yaratabilecek kaynakları bularak geçirdiler. 

Türkiye’de durum maalesef pek böyle olamadı demek zorundayım. Devletin kurumlarında çalışanlar ve devlet sanatçıları maaşlarını almaya devam ettiler ancak serbest çalışan müzisyenler, performans yapanlar için durum pek böyle olmadı maalesef. Böyle bir özel kaynak ayrılmadı ve tüm gelir kapıları da kapandı. Yani salonlar, festivaller kapandı, konserler kısa bir süre açıldı, tiyatrolar biraz açıldı. Onun dışında özel sektörün ve bazı girişimlerin desteğiyle bazı destek fonları oluşturulmaya çalışıldı. İKSV olarak biz de bunlara elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince aracılık etmeye çalıştık. Ama tabii bunlar yeterli değil. Esas olarak bir devletin desteğinin olması çok çok iyi olurdu. Onun için çok hızlı bir şekilde kültür sanat hayatına, performans hayatına geri dönebilmeyi ümit ediyoruz. Sanatçıların sanatlarını, hayatlarını devam ettirebilmeleri için.

 


Vivaldi ile mevsimler arasında bir yolculuk 

Programımızla ve genel temayla son derece uygun olduğunu düşündüğümüz önemli bir eser var. Klasik müzik tarihinin önemli eserlerinden, Vivaldi’nin Dört Mevsim3 eseri. Kısa kısa kesitler dinleyecek, kıştan yaza doğru bir yolculuk yapacağız. Vivaldi, bu eseri 18. yüzyılın ilk çeyreğinde yazıyor. Dünyayı; havasıyla, suyuyla, böceğiyle, çobanıyla, en önemlisi belki de hala yaşanabilen bir dört mevsimiyle tasvir ediyor... Henüz antroposen çağı etkisini bugün olduğu kadar göstermeye başlamış değil, dolayısıyla yitirdiğimiz olanı anlamak için de bize epey bir fırsat veren bir eser4.

Kış, 3. Bölüm, New Stockholm Chamber Orkestra tarafından seslendirilecek. Solist Christian Lindberg, trombon çalıyor, şef Okka Kamu. Solo trombon sanatçısı olarak dünyadaki ilk ve en önemli isimlerden biri olan Christian Lindberg’den yeniden bir Dört Mevsim yorumu. Buradaki en büyük özellik ise çalgının ve insan doğasının yapısı sebebiyle, kemanda yapılması mümkün fakat trombonda “pek de mümkün olmayan” tekniklerin sunulması.

WINTER: Snow-covered field with a harrow (after Millet), (January 1890) 

Van Gogh5


 

Pandemi sonrası klasik müzik ve kültür-sanat dünyasında bizi neler bekliyor?

ZY:Maalesef benim aklıma şöyle bir benzetme geliyor. Pandemi, toplumsal gruplar arasında en çok kimi etkiledi diye soracak olursanız bugün birçok sosyal bilimci, kadınlar diyecektir. Pandemi süresince dünyanın bir çok yerinde, istihdam hakkı da dahil olmak üzere kadınların 30-40 yıldır yaptığı mücadeleler sonunda edindiği birçok hak konusunda, ciddi gerilemeler var. İşini kaybedenler de, ilk işten çıkartılanlar da hep kadınlar oldu. 

Şimdi benzer bir süreci yüksek gelirli ülkelerle daha düşük gelirli ülkeler arasında, kültür sanat sektöründe de görecek miyiz acaba diye bir endişem var benim. Yıllardan beri bu alanın bir şekilde gelişmesi, ondan sonra olabildiğince daha büyük insanlara ulaşabilmesi yönünde epeyce emeğiniz var sizin de. Şimdi geleceği nasıl görüyorsunuz? Bunun böyle olmaması için neler yapılmalı? 

GT: Pandeminin kültür sanat üzerindeki en önemli etkilerinden bir tanesi şu oldu: kamusal alana çıkılamadı. Kamusal alana çıkılamayışı, yaratıcı endüstrileri ve kültür endüstrilerini şu açıdan etkiledi; tesadüfi görüşmeler, buluşmalar, karşılaşmalar ve karşılıklı beslenmeler kesildi. Bu beslenmelerin yönü değişti. 

Biraz önce destek mekanizmalarından bahsederken, niye sorusunun cevabıyla ilgili birkaç noktayı da belirtmeden geçemeyeceğim. Bir tanesi, herkes şunu anladı bu pandemide; bu endüstrinin büyüklüğü nedir, bununla ilgili bir veri var mı? Veri yok. Kayıt tabanı yok. Böyle bir kayıt mekanizması yaratıcı endüstrilerde yok. Avrupa ülkelerinde ağırlıklı olarak böyle çalışan bir mekanizma var. Bizde böyle bir mekanizma da yok. Bunu oluşturacak bir örgütlülük de yok. Bununla ilgili ayrılmış bir kaynak da, bununla ilgili bir öncelik de yok. Şimdi esas soruya geleceğim, peki bu konuda bir talep oldu mu? Yani bütün bu büyük sis içerisinde bu konudaki talebin zayıflığı da beni biraz üzdü diyebilirim. Önümüzdeki dönem atılacak adımlar: birincisi örgütlülük, ikincisi de belirli bir veri tabanı oluşturup kime nasıl destek mekanizması oluşturacağımızın çalışılması. 

Şimdi Türkiye’de ve doğulu toplumlarda şöyle bir şey vardır, bu tip durumlarda dayanışma lafını çok severiz. Geri kalan bütün, ‘hep beraber olalım, kol kola girelim’ laflarını ederiz, ama bu felaket biraz uzaklaşınca hemen eski ortamlara, eski halimize dönmeye çalışırız.  Halbuki bundan sonra iklim ve doğa bize şunu gösterdi; pandemi ya da adını ne koyarsanız koyun bu son değil, devam edecek, daha kötüleri de gelebilir, başka durumlar da olabilir. Sizin herhangi bir şekilde buradan daha dayanışmacı bir anlayışla çıkabilmeniz için elinizde veriniz olması ve örgütlü olmanız lazım. Kültür endüstrilerinin ve yaratıcı endüstrilerin toplumda zarar görmesi, bizim gibi toplumların uluslararası ilişkilerini de çok zedeledi. Bu uluslararası ilişkilerin zedelenmesi de, bir şekilde yapılacak üretime yansıyacak. Maalesef belirli bir dönem, daha büyükler ayakta kalıp daha alt kültürlere bu darbe daha fazla ineceği için de bir dönem için bir yeknesaklık, bir standartlaşma gelecek. Buradan çıkacak sanatsal üretim ise bir dönem sonraya yansıyacağı için en azından sanatçıların, bireysel sanatçıların, küçük alternatif inisiyatiflerin özel önem kesbettiğini, ve geriye kalanların önemli ölçüde desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda merkezi idareden çok büyük bir beklentim yok, yerel yönetimlere çok daha büyük iş düştüğünü düşünüyorum.

ZY:Yeşim Hanım, bugünlerde eminim müzik festivali ile ilgili hazırlıklar devam ediyordur. Olacak mı, olmayacak mı, olursa nasıl olacak? Dolayısıyla bir yandan böyle bir takım pratik sorunlar da var. Bunları düşündüğümüzde, eskisi gibi uzun dönemli planlamalar programlamalar yapmak herhalde artık biraz mazi oluyor gibi. Bununla ilgili daha esnek çözümler gerektirdiğine dair önceden Görgün Bey’in bir takım ifadeleri var. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, nereye gidiyoruz, nasıl görüyorsunuz?

YGO: Şimdi, geçtiğimiz yıl festivali online platformlara taşıdığımız zaman, bir sonraki sene için biraz daha iyimser olmakla beraber şöyle bir önlem almıştık; bütün festivallerimizi ve konserlerimizi açık havada yapalım. Ancak geldiğimiz noktada Haziran ayında bunun pek mümkün olamayacağını ve festivali daha ileri bir tarihe almamız gerektiğini görüyoruz. Çünkü şu anda zaten bir toplu etkinlik yapmak, açık havada da olsun toplaşmak mümkün olmadığı için, İstanbul Müzik Festivali’ni ileri bir tarihe almamız gerekiyor. Caz Festivali’nin tarihini ise hala değerlendirmekteyiz. Bunun çalışmalarını da arkadaşlarımız yapıyorlar şu anda. 

Dediğiniz gibi daha önceki yıllarda yaptığımız çok uzun vadeli, 2-3 hatta bazı projelerde 4 yıllık çalışmaların, yurtdışından büyük orkestralar büyük topluluklar getirmenin, hem bu pandemi nedeniyle alınan önlemler, çok sık olabilecek değişiklikler, karantina mecburiyetleri ve tüm bunların üzerine Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik koşullar nedeniyle önümüzdeki kısa dönemde pek de mümkün olmadığını görüyoruz. Tüm bunlar bir araya geldiğinde bizim elimizdeki yerli kaynaklarımıza yönelmemiz, bunu çok yaratıcı bir şekilde değerlendirmemiz, ortak akılla ve ortak yaratıcılıkla yeniden festivalleri kurgulamamız gerektiğini görüyoruz. Daha sade festivaller, daha sade orkestralar bizi bekliyor. Belki de önümüzdeki birkaç yıl boyunca kendi orkestralarımızı, Türkiye’den orkestraları yapıyor bile olsak, çok büyük topluluklarla çok büyük eserleri çalmak, korolu orkestralı eserleri çalmak belli bir süre mümkün olmayacak. Ama bunun yerine yaratıcılığımızı kullanarak, yeni eserler yarattırarak, disiplinler arası geçişler yaparak çok yaratıcı programlar yaratabiliriz. Elbette yabancı sanatçılardan hiçbir zaman tam anlamıyla vazgeçmek mümkün değil ama daha küçük, daha az sayıda sanatçıyı da, belki konuk sanatçı, sürekli sanatçı olarak İstanbul’da misafir ederek daha farklı bir programlama içine girebiliriz. Sanatçılara kürasyonlar verebiliriz. Bu çeşitliliği yaratmak çok zor değil ama yeni bir bakış gerektiği yeni dönemde bu bir gerçek. Bundan birkaç yıl kaçınamayacağız.

 


Şimdi Vivaldi dinlemeye devam edelim. Sırada İlkbahar var. Voices of Music topluluğundan dinleyeceğiz. Dönem enstrümanları ile icra ettikleri bu bölümde Alana Youssefian solist olarak yer alıyor. 

6

SPRING: Tree trunks in the grass (late April 1890) Van Gogh


 

Çevrimiçi platformlar, değişen sanatsal üretim biçimleri ve ekonomik sürdürülebilirlik7

ZY:Bu söylediklerinizden sadeleşme, farklı ağları harekete geçirme önümüzdeki dönemde göreceğimiz süreçler olacak gibi görünüyor. Bu da beni bu dönemde, genelde ekrandan yaşadığımız zamanlarda çok gündeme gelen bir konuya getiriyor aslında. Bir yandan birçok konser, performans çevrimiçi kanallardan insanlara ulaştı. Bu da beraberinde birçoklarının aslında bu zamana kadar görmediği bir takım izlenme sayılarını da getirdi. Ama bir yandan da bunun ne kadar kalıcı olup olmadığını sorgulayanlar oldu. Müziğin aslında ortak bir deneyim olduğu ve tek başına insanların bunu ekrandan denemesinin ya da bunu çalanların ayrı bir birimden bu işi yapmasının ne kadar işin ruhuna uygun olup olmadığını sorgulayanlar oldu. Bununla birlikte bu işin ekonomik sürdürülebilirliğiyle ilgili bir sorum var. Çevrimiçi bundan sonra da bizim hayatımızda olacağa benzer. Burada çevrimiçi süreçlerle ortaya çıkacak bir ekonomik pasta varsa bu pastanın paylaşımına dair şu anda neredeyiz, nereye gitmek gerekiyor?

GT: Bu konuda da bir bilinmezliğin ortasındayız. Aslında bu çevrimiçi konusu, epeyce bir zamandır hem müzisyenleri, hem yaratıcıları, hem telif sahiplerini, hem sanat kurumlarını meşgul eden bir konuydu. Pandemi de güm diye her şeyin ortasına oturdu açıkçası. Bu konuda biz de çok düşünüyoruz, birçok sanat kurumu böyle Amerika’da, Avrupa’da. Ama şu anda sadece çevrimiçi üzerinden geliştirilmiş bir iş modeli çok fazla yok. Biliyorsunuz dünyada film festivalleri çevrimiçine en yatkın festivaller diye addediliyor, bizim tecrübemiz de öyle. Film festivali çevrimiçinde çok büyük bir başarı kazandı. Ama mümkün olan ilk zamanda hem onu devam ettirip, hem de sinemalara geri dönmek bizim en büyük emelimiz. 

Sahne sanatlarında ve canlı müzikte ise Z kuşağı diye adlandırdığımız kuşak bu çevrimiçine ve benzeri dijital teknolojiye doğduğu için, çok farklı üretim şekilleri geliştirebilir. Ama mevcut yaratıcı kuşak, fiziki ortamda yaratıp daha sonra bunu dijitale transfer etmek üzere komutlandırıldığı ve o şekilde düşündüğü için, şu anda dijitale üretim nedir, bu canlı konserler ve benzeri faaliyetler, sahne sanatları buna nasıl dönüştürülür sorularına birtakım cevaplar bulundu. Ama fiziki koşullar eskiye dönünce, pandemi bitince, yine eski kuşak olarak koşa koşa bizim salonlara, konser salonlarına ve sahne salonlarına döneceğimizi düşünüyorum. Ama etkisi olmayacak mı, olacak. Bence odaklanma, müziği dinleme şekilleri, konser adabından tutun, sahne sanatlarındaki sürelere ve oyun içeriklerine kadar her şeyden etkileneceğiz ve yeni bir düzen ortaya çıkacak. Bu ne olacak şu anda kimsenin pek bildiğini zannetmiyorum. Bunu da hem seyirciyle iletişim halinde kalarak, hem karşılıklı bir etkileşimle, sanat kurumları, sanatçılar, oyun yazarları hep beraber bulacaklar. Bu koskoca iki yılın hiçbir şeyi etkilemeden sona ereceğini düşünmüyorum doğrusu. Aslında bir taraftan bakıldığında, insanlık tarihinde ve kültür tarihinde çok değişik bir dönem bitiyor ve geriye muhakkak yeni dönemi etkileyecek birtakım öncüller bırakacak. Arkadan gelen kuşaksa çevrimiçinin iş modelini bulacak ve onunla ilgili de çok büyük yenilikler göreceğiz.

YGO: Ufak bir ekleme yapmak istiyorum. Görgün Bey çok doğru bir noktaya parmak bastı. Bu pandeminin sonunda gerçekten salonlara, sahnelere, festivallere geri döndüğümüzde pek çok alışkanlığımız değişmiş olacak. Örneğin eskisi gibi artık 120 dakikalık, 130 dakikalık uzun konserler olmayacak. Bugün Avrupa’da ve Amerika’da festivaller, kapalı mekânlarda yapılan konserlere ve etkinliklere baktığımızda hepsinin 60-70 dakika civarında arasız yapıldığını görüyoruz. Buna ek olarak, dijitalin de izleme ve konsantrasyon sürelerini göz önüne aldığınızda, önümüzdeki dönemde konser sürelerinin kısalacağını düşünüyorum. Belki de sonsuza kadar da böyle kalacak. Yani eskisi gibi 120 dakika, 130 dakika konserler olmayacak. Bunun gibi pek çok alanda alışkanlıkların değiştiği bir dönem bizi bekliyor. O anlamda bestelenen eserler de ortaya koyulan eserler de değişecek, yani kültür sanat alanında çok büyük bir değişiklik olacak. Unutmayalım ki, Barok dönemde, Klasik dönemde 300-400 yıl evvel konser sürelerine baktığımızda 4 saat, 5 saat gibi uzun uzun olduğunu görüyoruz. Sahneye akşamüstü saatlerinde girip, akşamın ilerleyen saatlerinde çıkıyorlarmış. Tabii ki hayat değişti, dünya değişti ama bu pandemi de kültür sanatın her alanında böyle bir değişiklik yaratacaktır diye düşünüyorum.

 


Max Richter’den ezber bozan bir Vivaldi yorumu 

YEB: Biraz daha müzik dinleyelim. Dört mevsimle devam ediyoruz, sırada yaz var. İkinci bölümünü Max Richter’in yaptığı yenilikçi düzenlemeyle dinleyelim. Hepimizin muhakkak aşina olduğu Dört Mevsim’i, Richter ezber bozan bir yaklaşımla yeniden ele almıştı. Berlin Oda Orkestrası tarafından seslendirilen bu eserde Daniel Hope solist, André de Ridder şef olarak yer alıyor.


 

Pandemi sonrasında sanatçıların ve kültür-sanat alanında çalışanların istihdam imkânları ve dayanışma ekonomisi

ZY:Bir son soru aslında biraz önce de konuştuğumuz konuyla, yani müzik ekonomisinin istihdam tarafıyla ilgili. Gönüllü çalışma olsun, part-time çalışma olsun, bu sektörde çok alışık olduğumuz pratikler ama bir yandan da bu pratikler insanları bu sektörden biraz uzaklaştırıyor. Çünkü, bir yandan bunlar güvencesiz işler anlamına geliyor, insanların çalışmaları için yeterince mükafatlandırılmadığı anlamına geliyor. Önümüzdeki dönemde de belli ki, paylaşım ekonomisinden bahsederken, dayanışma ekonomisinden bahsederken bu tür şeylere de referansınız olacak herhalde. Bir yere kadar insanlardan gönüllü çalışmalarını bekleyeceğiz belki. Bütün bunlar birbirinin ayağına basan süreçler mi olacak? Bundan sonrasına dair istihdam, özellikle müzisyenler, yeni kuşaklar açısından baktığınız zaman, ki bu sektörün sürdürülebilirliği de insan kaynakları açısından bu konularla çok yakından ilgili değil mi? Ne görüyorsunuz?

GT: Ben şöyle kısaca bir iki şey söyleyeyim. Önce bir genel çalışma teamülünden bahsedeyim. Biliyorsunuz önce sadece müzisyenler ve kültür endüstrileri için değil, genelde bir uzaktan çalışma ve ofislerin biraz açığa çıkması gibi bir model çok konuşuluyor. Tabii bunun artıları da var, eksileri de. Zamanı daha iyi yönetme artılarından biri. Eksileri de, belli bir kültürün oluşmasının -bu hem kültür kurumları hem de büyük kuruluşlar için de geçerli- kurum ve çalışma kültürünün oluşmasının önünde bir engel. İkincisi de tabii özellikle yeni kuşaklar ve arkadan gelenlerde çalışma zamanı kısıtlı. Yani eskisi gibi sebat ve çalışma süresi uzunluğu yok. 

Bunu müzik dünyasına transfer ettiğinizde, İngiltere’de orkestraların oluşumu gibi, herkes her orkestrada bir kontrat karşılığı çalabilir. Yani bizdeki gibi sene sonuna kadar orada, ya da bilmem kaç yıl bir yerde çalıyorsun gibi bir durum yok. Ama bunun için çok başka ekonomik koşullar, daha büyük bir havuz ve sizin çalabileceğiniz çok sayıda orkestra ve ilişkilenebileceğiniz çok sayıda festival ve kültür kurumu olması lazım. Yani iklimin de buna el vermesi lazım. Türkiye’de böyle bir iklim şu anda çok mevcut değil benim gördüğüm kadarıyla. Tabii bana sorarsanız bu tip, biraz da serbest rekabetçi. Müzisyenlerin bu şekilde yeteneklerine göre ve başarılarına göre ödüllendirilmesi meselesi, bir yerden sonra, daha gişeye yönelik eser seçimi ve daha popüler bir yola girme tehlikesini beraberinde getirir mi ve sanatsal açıdan aslında son derece değerli ve kültür mirasımız kabul ettiğimiz ama çalınması zor olan eserlerin repertuvardan düşmesine ve onların çalışılmasına bir ket vurur mu gibi birçok soru var. Yeşim benden çok daha bilgili bu konuda, belki o söyler bir şeyler.

YGO: Ben şöyle düşünüyorum: Türkiye’de pandemi öncesine şöyle bir baktığımızda, özellikle orkestra müzisyenleri olarak devlet orkestralarında çalışan müzisyenler var. Devlet memuru olarak çalışıyorlar. Son birkaç yıldır ciddi kadro sorunları yaşıyordu orkestralar. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası zannediyorum diğerlerine göre daha rahat kadro açılan veya daha sık kadro açılan orkestra sayılabiliyor ama diğer orkestralar, özellikle İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’na baktığımızda, yıllardır kadroların açılmadığı ve saat ücretli müzisyenlerle işi idare etmeye çalıştıklarını görüyoruz. Tabii orkestra dediğiniz yaşayan organik bir topluluk, ne kadar çok çalarlarsa, aynı kişiler ne kadar daha fazla müzik yaparlarsa, seviye o kadar yukarıya çıkıyor.

Tabii İstanbul’daki sorunlar pek çok. 2008 yılından beri sürekli bir salonlarının olmaması, gezici bir orkestra halinde olmaları, kadroların açılmaması, özellikle nefesli enstrümanlara baktığınız zaman, bu enstrümanların sürekli olarak aşağıdan genç müzisyenlerin girmesi lazım. Bizim çok yetenekli pek çok müzisyenimiz var ve bunlar yurtdışında eğitimlerine devam ettiler konservatuvarlardan sonra. Geri dönmek istediklerinde kadro bulamadıkları için orkestralara giremediler. Burada özel orkestraların yüklendikleri çok önemli bir görev var. Onlar Türkiye’nin pek çok orkestrasından izinlerle kendi orkestralarında bu müzisyenlere yer veriyorlar. Serbest müzisyenlere de yer açıyorlar. Ama bu yeterli değil. Yani bir yandan klasik müziğin talep edilmesi lazım ki daha fazla orkestra, daha fazla klasik müzik etkinliği ile buluşalım. Bunun için de şartlar maalesef çok iyi değil. Şu anda pandemi nedeniyle iyi değil ama ümit ediyorum Atatürk Kültür Merkezi’nin açılmasıyla birlikte, burası sürekli yaşayan ve sürekli etkinliklerin yapıldığı bir mekân haline gelir. Böylelikle bu talep yeniden oluşur. Çünkü talep oluştukça ancak orkestralar ve müzisyenler konser verebilmeye, izleyiciler gidebilmeye başlıyorlar. Bir kere sistemin değişmesi lazım. İngiliz sistemin avantajları/dezavantajları var. Geçenlerde bir yazı okudum, dünyada en fazla orkestra olan ülke Almanya. Yani öyle bir sayı vardı ki, yanlış bir şey söylemekten korkuyorum, okuduğum zaman da şaşırmıştım ama, dünyadaki veya Avrupa’daki orkestraların 1/7’si Almanya’da, acayip bir rakam. Bu, klasik müziğin orada ne kadar talep edildiğine dair bir işaret.

ZY: Bir yandan da kamusal desteğin çok olmasının bir önemi vardır Almanya’da değil mi?

YGO: Çok doğru. Bütün orkestralar hem devlet tarafından, hem yerel yönetimler tarafından destekleniyor8. Yani Berlin’deki bütün orkestralar devletten aldıkları desteğin yanı sıra Berlin şehri tarafından destekleniyor. Berlin Filarmoni’ye baktığınızda kendilerinin bir vakfı var, kendi gelirlerini kendileri yaratıyorlar, sponsorları var, şehirden, devletten alıyorlar. Yaratmamaları için, üretmemeleri için bir sebep yok hakikaten. Biz maalesef o noktada çok daha geride kalmış durumdayız şu anda.

ZY: Evet, belli ki Türkiye’de yapılacak çok iş var önümüzde. Klasik müzik dünyasının sürdürülebilirliğine dair kapsamlı destek mekanizmalarının oluşturulabilmesi için bir veri tabanı oluşturulması gerekiyor, örgütlülük çok çok önemli. Aynı zamanda önümüzdeki dönem birçok yeniliği bir arada göreceğimiz bir dönem olacak muhtemelen. Konserlerin uzunluğundan tutun da, yeni iş modellerine varıncaya kadar, bir yandan çevrimiçi bir yandan canlı performansları etkileyecek. Yeşim Gürer Oymak ve Görgün Taner ile yaptığımız sohbetimizde bütün bunlara, küçük küçük, kısa kısa değinmiş olduk. Sub Rosa’da, 95.0 Açık Radyo’da programımızın sonuna geldik.

 


Beethoven’in 7. Senfonisi

Avrupa’da pek çok yerde Napolyon’un istilasına karşı savaşıldığı yıllarda, 1812’de bestelenip 1813’te prömiyeri yapılan bu eser, aynı zamanda sağır olmaya başladığı geç dönemi olmasıyla Beethoven’in kişisel hayatıyla ilgili de büyük bir öneme sahip. Bu yıllarda sahip olduğu en önemli yetiyi, duyma yetisini yitirmeye başlayan Beethoven, bu durumu yapıtlarına da yansıtıyor. Yaşadığı kaygı, öfke ve isyan duygusu, yapıtlarında enerji, yer yer şiddet dolu, öte yandan deneysel ve avangard bir etkiyle kendini gösteriyor. 7. Senfoni de bu duygu durumunu yansıttığı yapıtlardan bir tanesi9. Bu yapıtı, geçtiğimiz Şubat ayında, pandemi sırasında canlı konser verilememesi sebebiyle, İzmir Ahmet Adnan Saygun Kültür Merkezi’nde bir albüm kaydı yapan Tekfen Filarmoni Orkestrasından dinleyelim. 


 

Görgün Taner: Lise eğitimini Kadıköy Anadolu Lisesi’nde tamamladıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümünden mezun olmuştur. 1983 yılında, Sinema Günleri’nde, Kent Sineması Koordinatörü olarak başlamış olan kariyerine, 2002 yılından bu yana İKSV Genel Müdürü olarak devam etmektedir. İstanbul Festivali’nde Direktör Yardımcısı ve Uluslararası İlişkiler Koordinatörü olarak görev almış (1987-1994) ve İstanbul Caz Festivali’nin direktörlüğünü üstlenmiştir (1994-2002). 2013 Mayıs ayında, Amsterdam merkezli Avrupa Kültür Vakfı’nın (European Cultural Foundation) yönetim kurulu başkanı olarak seçilen Taner, 2018 Haziran ayına kadar bu görevi sürdürmüştür. İstanbul Modern Yönetim Kurulu üyesi olan Taner, ayrıca 2012 yılından bu yana HEC Montréal’de Uluslararası Sanat Yönetimi Yüksek Lisans Programı’nın ve 2014 yılından bu yana Türkiye-Almanya Gençlik Köprüsü’nün Danışma Kurulu üyeliğini de üstlenmiştir. Ayrıca, 2015 yılından beri Allianz Türkiye’nin de Danışma Kurulu üyesidir. Taner, 1998-2002 yılları arasında Avrupa Caz Festivalleri Birliği Başkanlığı yapmıştır. Halen İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültür Yönetimi Bölümü’nde öğretim görevlisi ve İstanbul Modern ve ECF’de (Avrupa Kültür Vakfı) Yönetim Yurulu üyesidir. Temmuz 2009-Mart 2010 ayları arasında yapılan “Fransa’da Türkiye Mevsimi” etkinliklerinin komiserliğini yürütmüş, 2011 yılında Fransa Cumhuriyeti tarafından Chevalier dans l'Ordre National de la Légion d'Honneur nişanıyla, 2014 yılında ise Fransız Kültür Bakanlığı Sanat ve Edebiyat Şövalyesi unvanıyla ve Polonya Cumhuriyeti Üstün Hizmet Liyakat Nişanı Subay Haçı ile onurlandırılmıştır. 2010 Eylül ayında Amsterdam Belediyesi tarafından “Amsterdam Belediyesi Sanat Danışmanı” olarak görevlendirilen Görgün Taner, 2012 Kasım ayından bu yana Montréal’deki Uluslararası Sanat Yönetimi Yüksek Lisans Programı’nın uluslararası Danışma Kurulu üyeliğini üstlenmektedir.


Yeşim Gürer Oymak: Lise eğitimini Saint Benoît Fransız Lisesi’nde tamamladıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Piyano Bölümü’nden mezun oldu. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müzikoloji Bölümü’nde yüksek lisans, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müzikoloji Bölümü’nde doktora eğitimini tamamladı. İş Sanat ve Saison de la Turquie en France kurumlarında direktör ve koordinatör olarak çalıştıktan sonra 1996-2016 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda öğretim üyesi olarak görev aldı. Bu dönemde Müzikoloji Bölümü Başkanlığı ve Osmanlı Müziği Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin (OMAR) yönetim kurulu üyeliğini yaptı. Yeşim Gürer Oymak, 2000 yılında İş Sanat Kültür Merkezi’nin Kurucu Direktörü oldu ve 2006 yılına dek bu görevi yürüttü. 2009-2010 yıllarında Türkiye ve Fransa Dışişleri Bakanlıkları tarafından Fransa’da gerçekleştirilen “Fransa’da Türkiye Mevsimi” çerçevesinde düzenlenen klasik müzik etkinliklerinin de koordinatörlüğünü üstlendi. 2014 yılında Polonya-Türkiye kültürel ilişkilerine katkıları nedeniyle, Polonya Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı tarafından “Bene Merito” nişanına layık görüldü. Oymak halen İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı kurumunda genel müdür yardımcısı ve Leyla Gencer Şan Yarışmasında direktör olarak görevini sürdürmektedir.

 


Derlemeye katkıda bulunanlar: Oğul Alim Özçelik, Beyza Mollaoğlu, Bilge Ekşi, Burak Akdemir, Onur Yemişen, Rana Nur Aydın, Yasemin Yüksel, Zeynep İlik.


 


Raporda, dünyanın birçok ülkesinde devam eden bilgilendirme ve savunuculuk faaliyetlerinden bahsediliyor. Kültür-sanat genelinde, pandemi ile süregelen değişim ve gelişmeleri konu alan rapor; özellikle klasik müzik sektöründe ne olup ne bittiğine dair bilgilendirici bir nitelik taşıyor.

https://www.iksv.org/i/assets/iksv/documents/Pandemi_Sirasinda_Kultur_Sanatin_Birlestirici_Gucu_ve_Alanin_Ihtiyaclari.pdf

Avrupa Birliği’nin pandemi sırasında müzisyenlere yardım sağlamak için yayınladığı destek planı: https://www.europarl.europa.eu/RegData/etudes/BRIE/2020/649414/EPRS_BRI(2020)649414_EN.pdf 

3 Antonio Vivaldi’nin Mevsimler ve diğer konçerto eserleri üzerine önemli bir kitap: Everett, P. (1996). Vivaldi The Four Seasons and Other Concertos Op.8. Cambridge: Cambridge University Press. 

4 “Verilerle Dört Mevsim” projesi 300 yıl önce Vivaldi’nin Dört Mevsim’i bestelediği 1725’ten bu yana iklimle ilgili verileri kullanarak Vivaldi Dört Mevsim’i 2050’de yazsaydı, eser neye benzerdi sorusunun cevabını aramış. “Big data”nın sese dönüşmesiyle iklim krizi ve değişen mevsimler üzerine yapılan çok etkileyici bir yorum.  https://www.forseasonsbydata.com/theproject

5 Mevsimleri bir de Van Gogh’un gözünden görün istedik. Van Gogh’un doğaya ve renklere olan tutkusu gözler önüne serilmiş. Eskizlerden renkli yağlı boya tablolara uzanan bu 49 esere aşağıdaki linkten ulaşılabilir.

https://www.theguardian.com/artanddesign/gallery/2017/apr/29/van-gogh-at-the-national-gallery-of-victoria-in-pictures

6 The Guardian’ın bu yazısı bizi mevsimlerle farklı bir yerden buluşturuyor. Van Gogh’un mevsimlerininin ekonomik bir döngü olarak değerlendirilişini okumak oldukça ilginç. Mevsimleri daha farklı, daha “yerli” bir yerden görebilmek için faydalı bir yazı. 

https://www.theguardian.com/artanddesign/2017/jun/13/outside-of-the-land-looking-in-van-goghs-seasons-through-indigenous-eyes

7 İngiltere’nin üç Bağımsız Ulusal Radyo istasyonundan biri olan Classic fm’in Rosie Pentreath tarafından kaleme alınan bu yazısı, pandeminin klasik müzik konserlerini nasıl etkilediğine ve değiştirdiğine dair genel bir fikir sahibi olmak için faydalı olabilir. Yazıda dünyaca ünlü kemancı Maxim Vengreov’un “ev konseri”nin videosu da yer almakta. 

https://www.classicfm.com/music-news/coronavirus/changed-classical-music/

8 Deutsche Welle tarafından hazırlanan bu haberde Almanya’nın klasik müzik dünyasının önemli merkezlerinden biri haline nasıl geldiğinden, ülkedeki orkestraların ve konser salonlarının durumlarından bahsediliyor.

 https://www.dw.com/en/how-germany-became-a-classical-music-mecca/a-51660889

9 Edward Said LRB’de yayınlanan bu son yazısında Beethoven’ın “Geç Dönem” eserlerini değerlendiriyor. Bu bölümde çaldığımız 7. Senfoni ünlü bestecinin  işitme sorunlarının baş gösterdiği ve geç döneminin başlangıcı sayılan 1812 yılında bestelediği bir eser.

https://www.lrb.co.uk/the-paper/v26/n15/edward-said/thoughts-on-late-style

Edward Said, “Thoughts on Late Style,” London Review of Books, 5 Ağustos 2004.