Açık Gazete'nin Seyyare köşesinde Sezin Öney'le, İspnaya'nın Valencia kentinde Franco döneminde 1939 yılında kurşuna dizilerek öldürülen 100 kişinin gömüldüğü bir toplu mezarın bulunması haberinin üzerine, tüm dünyada ülkelerin kendi tarihlerindeki insan hakları ihlallleri ile nasıl yüzleştikleri konusunu ele alırken, söz İstanbul'da yıllardır her hafta Galatasaray Meydanı'nda barışçıl bir şekilde oturarak gözaltında kayıp olan yakınlarının akıbetini soran Cumartesi Anneleri'nin 700. buluşmasının polsi tarafından engellenmesi, kayıp yakınlarının şiddet uygulanarak gözaltına alınmaları ve Osman Kavala'nın haksız tutukluluğunun devamı gibi kendi ülkemizdeki hak ihlallerine geldi.
Ömer Madra: Günaydın Sezin!
Sezin Öney: Merhaba dedikten ve umarım özlettikten sonra beraberiz gene.
ÖM: Aynen öyle, şükür kavuşturana diyelim. Bugün Can yok iş gezisinde, birlikte götüreceğiz.
SÖ: Ben de güne güzel başlamak için Açık Radyo’da buluşalım dedik ve siz orada tam da İspanya’daki bu toplu mezarlardan bahsediyordunuz. Dolayısıyla bunun gülünecek hiçbir tarafı yok aslında, acı acı gülünecek bir tarafı var. İnsanlığın maalesef görüldüğü gibi işte İspanya’daki tarihinde de, Türkiye’deki tarihinde de tabii ki son derece gaddar, vahşi şeyler var; insan insana bunları nasıl yapabiliyor?
ÖM: Ve opak kalabiliyor, yani 80 yıl sonra toplu mezar İspanya gibi dünyanın ve Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinden, demokrasilerinden birinde oluyor, yani inanılmaz bir şey.
SÖ: Evet. Bizim için bu ümit verici mi olsun İspanya’nın yolundan gidebiliriz gibi. Aslında İspanya’nın iyi bir yüzleşme örneği olduğu da söylenemez, halının altına tam tersi geçmişi unutup hesaplaşmama yoluna gidildi orada. Daha sonra da demokrasi sorunları bakımından bu en son ayrılıkçı hareketler Katalonya’da olanlar malum, sert karşılıklar verilmesi, vs. gibi, onun ötesinde tabii ki asıl Franko rejiminin mirasıyla bir türlü bu aşılamıyor. İşte o toplu mezarlarda, kayıplar vs. tüm bu ağır, trajik, travmatik noktaları İspanya tarihinin sürekli bir geri dönüyor adeta hayaletler gibi.
ÖM: Ve bunu araştırmak isteyen Baltasar Garzón gibi hukukçuları da görevden aldılar filan, yani o konuda fazla bir ilerleme de kolay olmuyor.
SÖ: Dediğim gibi İspanya’nın seçimi hesaplaşmamak, unutup ilerlemek, demokrasiye doğru ilerlemek yönündeydi fakat bunun da fazla işlemediği İspanya’nın bugününden görülüyor. Onun dışında yolsuzluktan tutun, orada da partilerin iflası, merkez partilerin iflası ve siyasetin bir türlü toparlanıp hem geçmişin mirasını aşamaması hem de etik olarak kendini temize çekememe halleri herhalde bu yüzleşememe hikayesiyle de çok bağlantısı var, kurulabilir. Türkiye’de de işte Cumartesi Anneleri kriminalize edildiler, terörist damgası yediler, bir hafta önce neydi konu, neden bir sorun yoktu ve 700. haftada, o sembolik haftada birdenbire hedef haline getirildiler? Şimdi bu Cumartesi gene muhakkak ki sıkıntılı bir şekilde toplanmaya çalışacaklar.
ÖM: Ama vazgeçmeyecekleri kesin gibi gözüküyor, kuvvetli de bir destek aldılar zaten.
SÖ: Evet. Tabii bu aralarında yaşını başını oldukça almış insanlar var, bütün bunları bu yaşta yaşıyor olmaları, bu kadar mücadeleden sonra bu durumla karşılaşıyor olmaları, çünkü geçen hafta kendilerine reva görülen muamele çok sertti. Tabii tüm aldıkları desteğe rağmen kırıcı bir durum. Daha önce de bunları yaşadılar gerçi, ara vermek zorunda kaldılar bir ara. Ondan sonra tekrar bir araya, işte 1999’da yine aynı şekilde bir müdahale olmuştu ve 2009’a kadar da ara vermişlerdi Cumartesi Anneleri. İşte 10 yıl ara bile Türkiye’nin 10 yılı ki o enteresan bir 10 yıldır, yani 1999’unda izlemek Türkiye’nin aslında bir benzetme yapılmak gerekirse demek ki tekrar bir hamle, belki geleceğe yönelik, çünkü 99 bir eşikti, ekonomik kriz ondan sonra biliyorsunuz patlak verdi ve bütün siyasi düzlem birdenbire, o çürümüş siyasi düzlem değişiverdi.
ÖM: 30 Ağustos Birleşmiş Milletler tarafından da 2011’den bu yana Zorla kaybetme mağdurları günü’ olarak anılıyor. Yani korkunç ihlalin anıldığı bir günün olmasının kayıpları görünür hale getirmek için önemi de büyük diye yazmıştı dün Uluslararası Af Örgütü Savunuculuk ve Kampanyalar Direktörü Ruhat Sena Akşener’in ilginç önemli bir yazısı vardı, uyarı yazısı. Cumartesi Anneleri’nin de bu dünyanın en uzun soluklu barışçıl protestolarından biri olan eyleme polis tarafından müdahale edildiğini anlatıyor o da.
SÖ: Evet tabii dünya gündemi oldu çünkü Türkiye’nin hakikaten bu kadar barışçı bir eylemi bu kadar barışçıl ve uzun soluklu olarak dirayetli biçimde kendini ortaya koyan hareketi birdenbire işte bu muameleye reva görüldü. Reva görmek lafı herhalde doğru ve denk düşüyor herhalde? Peki şimdi niye Cumartesi Anneleri sorun edildi birdenbire? Tabii işte bu idam konusunun gündeme geliyor olması, bütün bu şeyde tabii ki işte idam konusunun gündeme geliyor olması ve aslında Cumartesi Anneleri’ne bu yapılanı bir arada okumak lazım herhalde. Avrupa ile bir yakınlaşma söz konusu malum, buna tam da yakınlaşma denebilir mi bilemiyorum; çıkar ilişkisinde yeni bir evreye, safhaya geçme hali, bir diyaloğa geçme hali olabilir, ancak daha çok öyle yorumlanabilir herhalde. İşte ne oluyor? Böyle ufak jestler, insan hakları jestleri, bir takım insanların serbest bırakılıyor olması, bir takım insanların hayatlarını daha kolaylaştırılıyor olması, Meşale Tolu’nun pasaportundaki yasak kalktı, aslında kendisi Alman vatandaşı, yani dolayısıyla kendi ülkesine gitmesine izin verildi bir anlamda.
ÖM: Evet “burada yargılanmak istiyorum” diye de bir açıklama yapmış Meşale Tolu, önemli aslında o da.
SÖ: Tabii tabii son derece öteki ülkesine de düşkün olan, aslında tüm miraslarını sahiplenen bir yönü de var Meşale Tolu’nun aslında ilginç ve Deniz Yücel’de de aynı durum söz konusuydu. Geçmişi geçmişte bırakmak değil kökenini sahiplenmek bir anlamda ikisi için de son derece önemliydi. Deniz Yücel’in bir dönüşü gözükmüyor, o da bir tazminat davası açtı.
ÖM: Evet büyük milyonluk bir tazminat davası açmış mı açacak mı tam hatırlamıyorum ama böyle bir girişim var.
SÖ: Ben açacağıyla ilgili gördüm, ben de yanlış bilgi veriyor olmayayım ama açacağını en azından söyleyebiliriz, öyle bir niyeti olduğunu. Onun da tabii ki gazetecilik kaderi, kariyeri değişiverdi, birdenbire kendisinden haberden ünlü olan gazetecinin mesleki kariyerinde ciddi bir sıkıntı yaşanıyor demektir. Bu saatten sonra kariyerinde nasıl bir gazetecilikte devam edecek mi vs? Birdenbire Rus ruleti gibi diyorum ben, Türkiye’de kime nasıl bir piyano çıkacağı çok belli olmuyor, pozitif veya negatif birdenbire bir insan hakları ihlalinin geriye doğru adım atılıp düzeltilmesi gibi bir durum oluyor, hepimiz de seviniyoruz. Mesela şimdi Osman Kavala ile ilgili böyle bir beklenti var ama niye? İşte Avrupa ile yakınlaşmadan dolayı. Fakat bir yandan da Osman Kavala ile ilgili son derece negatif ve tuhaf haberler de çıkıyor, karalama haberleri de çıkıyor. İşte bu Henri Barki ile, Henri Barki de Türkiye kökenli aslında Amerikalı düşünce kuruluşu, Türkiye’de üstelik hükümete yakın çevrelerle de son derece toplantılar yapmış düşünce kuruluşunda Amerika’daki çalışan, ismi bilinen biri olarak. İşte onun bir CİA ajanı olduğu ve Osman Kavala ile defalarca görüştüğü öne sürülüyor. Osman Kavala bunu tamamen reddetmişti ama zaten bütün bu görüşme iddiaları, vs. gene oldukça tutarsız bir portre çiziyor iddianameler bakımından.
ÖM: Zaten darbe gününde Büyükada’daki bir otelde darbenin yöneticisi olduğu, bizzat yönettiği, sonra da kaçtığı gibi iddialar da var Henri Barki’nin.
SÖ: Tam darbe sonrası çıkmıştı ortaya ve Büyükada adeta belalı bir ada haline gelmiş, insan hakları savunucuları da tam 1 yıl sonra orada tesadüfen yaptıkları, başka bir oteldeki toplantıda birdenbire suçlanmışlar ve hapse atılmışlardı. Bunu da anımsatalım. Dolayısıyla o darbe girişimi sonrası çıkan bu Barki kaynaklı iddia ondan sonra dallanıp budaklanıp bugünlere kadar geldi ve işte insanların ama hiç alakasız yani kendisinin adını söylese tanınmayacak insanların insan hakları savunucularının, vs. başını yakmaya devam etti. Dolayısıyla şimdi Türkiye’nin bu haliyle Avrupa Birliği ile ilişkilerinde birazcık adımlar atılıyor olması ne getirir? Bir yandan bir tekrar idamdı, Cumartesi Anneleri’ne saldırıydı, vs. gibi sert gündemler ortaya konuyor, öteki taraftan da işte belki bazı konularda biraz insan hakları sicilini düzeltmek de diyemeyeceğim, bazı insanların nefes almasını sağlayacak kararlar çıkabilir yargıdan, bu beklenti var. Mesela Avrupa ile olan bütün diyalog da tamamen pazarlık çerçevesinde aslında geçiyor. Avrupa’nın Türkiye’ye yapabileceği hem eli uzatmak ve kredibilitesini Türkiye’nin bir anlamda arttırmak hem de belki de şu an bunu telaffuz etmek için çok erken ama Yunanistan’a yapılan yardım gibi, kurtarma planı gibi bir kurtarma planının yapılması. Ancak bununla ilgili evet tartışmalar var, zaten Ağustos’un ortasından, başından beri bu konuda işte çeşitli yazılar çıkıyor, biraz ekonomiyle ilgilenen, yorum yapan ve Avrupa Birliği ile ilgili çalışan sitelerde tabii Avrupa Birliği’nin bu kurtarma tecrübesi işte daha önce Yunanistan örneği var, pek fazla öyle IMF gibi sürekli kurtarma projeleriyle uğraşıyor değil Avrupa Birliği. Dolayısıyla bir deneme yanılmaydı Yunanistan konusu ve Yunanistan üzerinde tabii ki Almanya’nın özellikle büyük bir baskısı, büyük bir yaptırım gücü olabiliyordu. Türkiye ilgili böyle bir şey söz konusu olmaz, Yunanistan da bu arada çok acı çekti tabii ki de bu kurtarma paketinden, sıradan insanlar çok acı çektiler ve Avrupa Birliği’ne ve özellikle Almanya’ya çok hınçlandılar. Dolayısıyla Türkiye’de böyle, bunun yakınından geçen bir deneyim yaşanırsa ne olur, ne biter Avrupa Birliği ile ilgili ne gibi yararlar ve zararlar getirir, götürür? Bunu tabii bilemiyorum. Farazi bir programdan söz ediyoruz ama en azından Almanya’nın bir ekonomik yardım yapıyor olup olmaması Türkiye’ye de tartışılıyor ve birdenbire bakanlarımız çok yakın zamana kadar nazi yönetimi olarak adlandırılan Merkel yönetimine karşı sempatik tavırlar içinde görüyoruz.
ÖM: Evet, yani cumhurbaşkanının son konuşması da başta olmak üzere yani Almanya’ya özellikle teşekkür ediyor bu zor durumda badire atlatırken destek oldu, “bakanımı göndereyim dedi” diyor, onun dışında senin de dediğin gibi, bakanlar yani dışişleri bakanı Çavuşoğlu mesela “Avrupa Birliği reformları önceliğimiz” şeklinde konuştu. Bu ‘3 yıl aradan sonra Avrupa Birliği açılımı başlıyor’ diye bir haber vardı, Euronews’ta gördüm galiba. Sonuç olarak dışişleri bakanlığı sözcüsü “Avrupa Birliği’ne tam üyelik yolunda ilerlemeye kararlıyız” diyor, Hazine ve Maliye bakanı Berat Albayrak o şekilde konuştu, böyle bir genel gidişat var yani.
SÖ: Bu arada vize konusu da önemli bir konu, o konuyla ilgili adımlar atılabileceği, vize uygulamasının Schengen bölgesinde kaldırılabileceğiyle ilgili Türkiye’ye yönelik olarak o şey de vardı bahsettiğimiz açıklamalar, vs.’de. Tabii ama şu var, bu vize meselesi aslında bir tek Türkiye’nin başında olan bir durum, bütün coğrafyamız, yani bizi saran bütün coğrafyamız eğer Irak, Suriye falan tarafına gitmezsek zaten vizesiz dolaşımını almış vaziyette. Kosova bilindiği gibi dün bu konuda çok büyük bir adım attı, yakında Kosova’nın da bütün Schengen bölgesinde serbestçe Kosovalıların dolaşıyor olması söz konusu olacak. Şimdi bu pasaportunuza müthiş bir sınıf atlatıyor. Şimdi Kosova gibi ülke olarak birçok yerde hala tanınmayan bir ülkenin ve üstelik bu ucuz işgücüydü, vs. Türkiye’ye yönelik bütün Türkler de oraya dolarlar, Türkiye’nin içinden bile bu yorumlar yapılıyor, hiç de böyle bir şey olacağını zannetmiyorum çünkü Ukrayna, Kosova, vs. artık hakikaten çok sıkıntılı ve Ukrayna gibi bilfiil savaşın içinde olan ülkelerde bile insanlar böyle koştura koştura ülkelerini bırakarak Avrupa’ya gitmiyorlar. Çünkü bir kere çalışma koşulları, çalışma izni alınması, vs. çok zor. İnsanın çok şeyi riske etmesi lazım eğer hiçbir şeyini ayarlamadan böyle kendinizi böyle Avrupa’nın içine atarsa. O sen kertede insanlar tabii ki yerlerini değiştirmek istemiyorlar, oldukları yerde bir şeyler yapmak istiyorlar imkansızlara, vs. rağmen. Dolayısıyla yani Türkiye’nin bu hakkı artık çok elde etmiş olması beklenirdi, bu olursa en azından çok önemli olur ve bazı insanların, maalesef herkes için, bütün gazeteciler için hakikaten düşünce suçundan şu anda hapiste olan insanlar için ümitlenemiyorum ama en azından bir kısım insanın serbest kalıyor olması, denetim serbestliği geçirilmesi, bunlara seviniyor olacağız gene en fazla mutluluk kaynağımız bu kadar olabiliyor.
ÖM: Evet, Türkçe’de de bunun için bir terim var, gayet uygun düşebilir: züğürt tesellisi!
SÖ: Benim de aklımdan o geçti fakat söyleyemedim, kendime söyletemedim bunu, telaffuz edemedim. Hakikaten siz söylediniz, maalesef aynen öyle. Tabii bu arada halk son derece pragmatik bakış açıları içinde, buna da değinelim ve Metropol’un Ağustos raporuna baktığımızda çok ilginç veriler var, ben şaşırdım şahsen çünkü halkımızın büyük bir çoğunluğu bir kere Amerika ile kavga istemiyor herşeyden önce. Hiç öyle ‘asalım, keselim tarz yaptırımlar biz de uygulayalım’ gibi şeyler istemiyor.
ÖM: Öyle mi? Ne istiyor halkımız?
SÖ: Halkımız genel olarak uzlaşma istiyorlar, toplumun %60’ı Amerika ile ilişkilerin gerilmesinden dolayı endişe duyuyor. Endişe duymadığını söyleyenler sadece 26.7’lik bir oran ve çoğunluk da toplumun %80’i Türkiye’nin zararlı çıkacağını düşünüyor. Sadece %21 diyor ki “Amerika zararlı çıkacak” yani A Haber tarzının çok tutmadığını görüyoruz. Gene bunun ilgili enteresan bir başka veri var, bu Amerika ile yaşanan tüm bu krizler, yaptırımlar, rahip Andrew Brunson vakasından en az haberi olanlar kimler dersiniz?
ÖM: AKP’liler mi?
SÖ: Evet aynen öyle, neredeyse %60-70’lik oranlarda ancak haberdarlık var, toplumun geri kalanında %90’ları aşan bir farkındalıktan bahsediyoruz ama demek ki iktidar partisi seçmenleri kendi medyalarını, kendileri için ve bütün Türkiye için tabii oluşturulmuş medyayı pek izlemiyorlar, takip etmiyorlar galiba.
ÖM: Ben de bundan şüpheleniyordum, bunu zaman zaman Can’la da konuşuyorduk, demek ki doğrulanıyor, Allah Allah!
SÖ: Ayrıca kendi seçtikleri politikacıları da pek dinlemiyorlar demek ki!
ÖM: Allah Allah!
SÖ: Evet. Bir tek biz yatıp kalkıp dinliyoruz yorumcular olarak ve bütün muhalif kesimler.
ÖM: Acı kader! Fakat peki bu arada bugün ne konuşacağımız dün haberleşirken, senin dikkatimizi çektiğin bir konu da ilginç, AKP genel başkan yardımcısı Mehmet Özhaseki’nin seçimlerde “seçimlerde %49’a kadar gelmiş bir partiyiz, %6 nereye gitti? Ders almazsak perişan oluruz seçimlerde” dediği haberi vardı Cumhuriyet’te ama Habertürk’ten Çimen Çetin’in sorularını yanıtlamış AKP’li Özhaseki. Biraz da bunun üzerinde konuşalım istersen?
SÖ: Evet Amerika’yla ilgili krizli ilgili son olarak şunu söyleyeyim, toplumun neredeyse %57’si Amerika ile uzlaşılması gerektiğini düşünüyor. Buna da dikkat çekelim.
ÖM: Çok önemli.
SÖ: Evet ezici bir çoğunluk. Şöyle bir şey var, herhalde Özhaseki bey bu tarz raporları, kamuoyu araştırmalarını okuyor çünkü Metropol’ün verilerine göre %6’lık bir düşüş var AKP’de sadece 1 ayda, AKP oylarında Temmuz ayına göre, Temmuz verilerin 6 puanlık düşüş var. Keza cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görev onayında da 8 puanlık düşüş var. Bu da şimdiye kadarki düşüşlerin, bu ekonomi kaynaklı olması gerekir diye düşünüyorum bu düşüşler. Bu hakikaten ciddi bir fark 1 ay için oldukça ciddi. Dolayısıyla şimdi aynı zamanda CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun da bir açıklaması vardı; küskün seçmenler olmadığına işaret eden bir açıklamaydı ve CHP seçmenlerinden bir kısmını da kızdırmıştı bu açıklama dün. Hani “tıpış tıpış oy vereceksiniz!” gibi, o tonda bir açıklamaydı. Şimdi o da aslında gene kamuoyu araştırmalarına bakan, onlardan hareketle yapılan bir açıklama bence çünkü CHP’nin oyu da yükseliyor. Bu kadar partinin yaşadığı karmaşaya, karışıklıklara rağmen %26.6-27 diyebileceğimiz bir orana gelmiş durumda ve geçen bu yana da düşüş, vs. yok. Seçim sonrası işte bu orana gelmişti. Bu çok acıklı bir şey aslında, parti ne yapsa, kendi içinde ne yaşarsa yaşasın hiçbir politika sunuyor mu, sunmuyor mu? Bunların önemi yok, ne yapsa insanlar el mahkum bir şekilde partiye oy verme yöneliminde olabilirler. Tabii sandık tam da insanların önüne geldiğinde böyle mi olur, yoksa küskün seçmenler, sandığa gitmeyenler birdenbire CHP seçmeni arasında bir patlama mı yapar? Bunu bilemiyoruz ama bu bir risktir, CHP’nin de oynayacağı bir Rus ruletidir bu haliyle giderse ama Kılıçdaroğlu’nun açıklaması da bu özgüvenle aslında yapılmış bir açıklama, yani nasılsa oy veriliyor, hatta daha da fazla veriliyor çünkü insanlar mutsuzlar, bir çıkış yolu göremiyorlar fakat işte dönüp dolaşıp ‘biz hiçbir şey yapmasak da, hatta kendi içimizde korkunç kavgalar etsek de biz koltuğumuzda oturabiliriz ve bize gene oy verirler’ özgüvenine dayanıyor.
ÖM: Gayet önemli bir noktaya işaret ediyorsun aslında çünkü büyük bir alternatifsizlik olduğu ve demokrasinin ana sorununun da bu olduğu ortaya çıkıyor. Yani bütün şartlarıyla katılımcı, çoğulcu demokrasi olamadığı için bütün bunlar da ortaya çıkıyor, yoksa CHP’nin bir muhalefet yürütemediğini söylemek için bir siyaset bilimi uzmanı olmaya lüzum yok herhalde?
SÖ: Evet, hatta kendileri de neredeyse bunu itiraf etmiş oluyorlar, yani ‘nasıl olsa tıpış tıpış oy verilecek!’ gibi yani bundan bahsetmek dahi yani küskün seçmenden bahsetmek dahi saçma gibi. Dediğim gibi o rakamları orada görüyor olmak tabii ki bir güven veriyor, ‘biz koltuğumuzda iyiyiz, bir sıkıntı yok’ mesajı herhalde yanlış biçimde algılanıyor herhalde ama dediğim gibi bu bir Rus ruletidir, sonra bakarsınız birdenbire insanlar küt diye gitmezler sandığa veya sırtlarını dönerler partiye ki şaşılır. Şimdi zaten 99 benzetmesi yapmıştık daha önce, işte ekonomik kriz beklentisi yükseliyor, öte yandan da partilere güven de düşüyor her taraftan çünkü kararsızlar artıyor. AKP seçmeni de partilerinden koptuktan sonra başka bir partiye gitmiyorlar, kararsızlar arasına yöneliyorlar, daha önce de bu böyle olmuştu. İşte o büyük çaresizlik herkesteki bu politik sınıfın bir anlamda seçkinler sınıfı olarak mı diyelim, hepsi olmasa bile en azından büyük bir kısmı bu tarz bir halde oldukları için halktan da giderek koptukları ve halkın beklentilerinden, yaşadıklarından koptukları için böyle bir bunalım yaşanıyor. İşte orada bir seçimde bir şekilde kendini çok enteresan şekilde ifade edebilir tabii bu bunalım.
ÖM: Evet Özhaseki’nin dediğini de bir kez daha altını çizmekte yarar olabilir çünkü gerçekçi bir değerlendirme yaptığı anlaşılıyor Habertürk’e verdiği mülakatta. Yani “bunu konuşuyoruz, %6 kayıp nereye gitti? Vatandaşın bize kızgınlığı varsa bunu araştırıyoruz, biz bundan ders almazsak öbür seçimlerde perişan oluruz. Kendi içimizde dersimizi iyi çalışıyoruz” demiş. Önem verdiği anlaşılıyor yani.
SÖ: Tabii maalesef hala AKP’den gene bir kesim bu konuyla ilgili çalışıyor, önem veriyor, vs. Yani gene diğer birçok partiyle karşılaştırdığımızda tabii imkanları da gözönüne almak lazım, bazı partilerin yaşadığı bunalımlardan ve baskıdan dolayı pek uğraşabilecek hali yok ama onun ötesinde hala dönüp dolaşıp AKP’nin bu konuda şapkasını önüne koyup böyle bir düşüncenin içine giriyor olması aslında başlı başına bu düşündürücü muhalefet açısından.
ÖM: Evet peki burada bu şekilde kapatalım. Şükür kavuşturana diyelim epey bir aradan sonra görüştük.
SÖ: Son olarak şunu söyleyeyim, bu hafta siz bunu asla söylemeyeceğiniz için ben sizi biraz utandırayım, yüzünüzü kızartayım; Ömer Madra’nın Duvar’daki röportajını okumadıysanız muhakkak okuyun, hakikaten okunulması gereken bir röportaj. Ayrıca fotoğrafları pek bir hoştu şekilci olarak yaklaşırsak, kendisi hakikaten bizlere taş çıkartıyordu!
ÖM: Allaha ısmarladık!
SÖ: Görüşmek üzere.