Salgınlar Çağı: Pandemide Sağlık’ın 10 Haziran 2021 tarihli nüshasında Kayıhan Pala ve Osman Elbek, COVID-19 aşılarında yaşanan eşitsizliği irdeliyor.
(10 Haziran 2021 tarihinde Açık Radyo’da Salgınlar Çağı: Pandemide Sağlık programında yayınlanmıştır.)
Ömer Madra: Merhabalar Osman Elbek ve Kayıhan Pala, hoş geldiniz!
Osman Elbek: Merhabalar!
Kayıhan Pala: Günaydın!
Özdeş Özbay: Günaydın!
ÖM: Günaydın! Çok yoğun bir gündemimiz var sözü hemen size bırakalım neler olup bitiyor? Aşı meselesi özellikle çok ciddi tartışmalar oluyor ama hiçbir temelinde söylenen de bir şey yok ciddiye alınabilecek. Ne diyorsunuz?
OE: Gerçeklik sonrası çağda yaşıyoruz, kanaatlerin bilgiden, veriden önemli olduğu bir hayatta, “ben öyle düşünüyorum, öyle inanıyorum” cümlesi ne yazık ki kimi insanlar için bilgiden, veriden, bilimden daha ön plana geçiyor. Keşke buraya sarf edilen efor dünyadaki aşı eşitsizliğini azaltma yolunda sarf edilse ve hatta yarın G7 ülkeleri bir araya gelecekken buna yönelik bir kampanyaya dönse de dünyanın her bir tarafından doğan insanlar eşit olarak aşıya, sağlığa ve yaşama ulaşabilseler. Ama ne yazık ki eforlar başka yerlere sarf ediliyor.
ÖM: Birtakım rivayetler var ama ortada elle tutulur somut bir şey yok anladığım kadarıyla aşı karşıtlığı konusunda.
OE: Evet, çok net bir vaziyette aşı yapan ülkeler İsrail, ABD, Birleşik Krallık başta olmak üzere salgını yeniyorlar, hastalıklar azalıyor, ölümler azalıyor. Ama aşılama şansına ulaşamayan ülkelerde hastalık ve ölüm ne yazık ki devam ediyor. Biz o yüzden bu haftayı, tam da bu G7 toplantısı öncesi, dünyadaki aşı eşitsizliğine ve bu alanda nasıl politikalar hayata geçirilmeye çalışıldığına ayırmak ve konuya dikkat çekmek istiyoruz. Bugün dünyada 2,2 milyar doz COVID-19 aşısı yapılmış durumda. Her gün günlük yaklaşık 35 milyon doz yapılıyor. Bunun anlamı dünyanın %14’ü, yani 450 milyondan fazla insan aşıyla koruma altına alabilmiş durumda. Ancak ne yazık ki bu ülkeler arasında eşitlikçi biçimde %14 nüfusa karşılık gelmiyor. Türkiye açısından bakarsak 31 milyon aşmış bir kişiyi aşılayabilmişiz. 13 milyon insana ise 2 dozu da yapabilmiş yani tam koruma sağlayabilmişiz. Bu da yaklaşık %16 oluyor nüfusun. Kıtalar arasına baktığımız zaman kuzey Amerika’da yaşayan her 100 kişiden 64’üne COVID-19 aşısı yapabilmişken, Afrika’da -ki son hafta Afrika’da hastalık artıyor- bu oran %2,8. Aralarında 23 kat fark var. Benzer bir şekilde tüm dünyadaki aşı dozlarının %85’i yüksek ve orta gelirli ülkelerde yapıldı. Düşük gelirli ülkelerde ise binde 3. Aralarında 283 kat fark var. Çin, ABD, Hindistan, Brezilya ve Birleşik Krallık’ta yapılmış aşı dozları bugüne kadar tüm dünyada yapılmış aşıların %67’sine karşılık geliyor. Bu ülkelere Almanya, Fransa, İtalya’daki aşıları da katarsanız %73’e ulaşıyor ne yazık ki. Yani dünyada yapılmış aşı dozlarının %70-75’i aslında 8-10 ülkede uygulanmış durumda. Gelecekte de buna dair birtakım öngörüler var. Aşı anlaşmalarına baktığımız zaman -UNICEF açıklıyor bunu- nüfusunun fazlasından fazla aşı stoku yapmış dünyada 45 ülke var. Bunun içerisinde sadece ikisi (Bolivya ve Fas) alt orta gelir grubunda, beşi üst-orta -ki Türkiye de bunlardan biri- geri kalan %84’ü gelişmiş ülke. Kanada nüfusunun altı katı kadar aşı stoklamışken, Gürcistan’ın aşı anlaşması %1,2 düzeyinde. 476 kat fark var. Benzer bir durum AB’de var: AB’nin nüfusu 450 milyon, ama 4,3 milyar doz aşı anlaşması yapmış durumda. Yani nüfusunun 9,5 katı aşı anlaşması yapmış durumda AB. Son olarak COVAX’tan bir veri vereyim. Bildiğiniz üzere COVAX, diğer dünyanın tüm ülkelerine eşitlikçi bir şekilde aşı ulaştıralım kaygısıyla ortaya çıkan proje. Bugüne kadar 129 ülkeye 81 milyon doz aşı ulaştırmış durumda. Ulaştırmayı hedeflediği aşı dozunun sadece %2’si anlamına geliyor bu. Şimdi bu kadar ciddi bir eşitsizlik olan dünyada, bu eşitsizliği azaltma konusunda özellikle G7 toplantısı öncesinde ne bekleniyor? Ne dersin Kayıhan?
KP: Çok güzel bir soru Osman ama sonunda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, G7’den bir şey bekleyerek bu sürecin yönetilebileceği kanısında değilim ben. Küresel kapitalizmi sorgulamadıkça ve özellikle aşı bağlamında konuşuyorsak bunu kamusal bir ürün biçimine dönüştürmedikçe ne bu pandemiden ne de bizi bekleyen diğer salgınlardan ve pandemilerden ciddi bir şekilde, güvenli bir şekilde kurtulması mümkün değil. Hatırlarsan geçen yıl pandeminin ilanından hemen sonra DSÖ güzel bir slogan belirlemişti ‘herkes güvende olmadıkça kimse güvende değil’. COVAX az önce senin de söz ettiğin bu bağlam üzerinden kurulmuştu DSÖ öncülüğünde. COVAX’ın temel yaklaşımı özellikle aşı alabilmek için kaynak aktaramayacak durumda olan ülkelere kaynak aktararak, aşı sağlayarak küresel bir soruna küresel bir yanıt vermek yaklaşımıydı. Hedef hep birlikte hatırlayacak olursak 2021 yılının sonuna kadar en az 2 milyar doz aşının COVAX içerisindeki ülkelere eşitçe dağıtılabilmesiydi. Bu dağıtım nisan ayında başladı, iki aydan fazla bir zaman geçti, az önce sen rakamı verdin zaten ama bazı ülke ülkelerde şu anda var olan aşılama oranları bütün toplumun %1’in altında. Yani bazı ülkeler “biz artık maske çıkardık” diye ABD, İsrail vb. birtakım görselleri dünyayla paylaşırken özellikle yoksulluk ve yoksunluğun ön planda olduğu ülkelerde bu konuda herhangi bir şey yapılabilmiş değil. Biliyorsun değişik kampanyalar oldu, örneğin ilkini hatırlayacak olursak 14 Mayıs 2020’de bir mektup gündeme gelmişti. BM’nin farklı örgütlerinde görev yapan yöneticilerin imzaladığı bir mektup, Türkiye’den de Hikmet Çetin katılmıştı. O mektup yalnızca aşı değil COVID-19’la ilgili tedavi ve testler konusunda da küresel bir anlaşma yapılması yönünde bir eğilime sahipti. Sonra Türkiye’den de yine hatırlayacak olursan Kemal Kılıçdaroğlu, DSÖ’ye bir mektup yazarak bu konuda eşitlikçi bir yaklaşım olması gerektiğini dile getirmişti. Yine dünyadaki sosyal demokrat, sol sosyalist liderlere de bu mektubun bir benzerinin gönderildiğini biliyoruz. Daha sonra ocak ayında bu yılın DSÖ bir kampanya başlattı, bu kampanyayı aşıda hakkaniyet -diye çevirebilirsek eğer- adıyla gündeme getirildi ve en azından dünyanın 100’den fazla ülkesinde hiç olmazsa sağlık çalışanlarının ve yüksek risk grubunda olan yaşlıların 60 ve 65 yaş üstü insanların aşılanmasına dönük bir kampanyaydı. Ancak orada da çok ciddi bir aşama kat edilebildiğini söylemek mümkün değil. Daha sonra şubatta yine bu yılın özellikle içerisinde Nobel ödüllü bilim insanlarının da bulunduğu birtakım girişimlerle G7 ülkelerine “siz bu işe el atın” diye bir deklarasyon gündeme geldi. Sen de anımsayacaksın ve G7 ülkeleri 4,3 milyar dolar için söz verdiler ve Amerika başkan değişiminden sonra Biden yönetimi 2 milyar dolar bir parayı taahhüt etti. Dün de yine senin de bildiğin gibi 500 milyon doz aşının ABD tarafından dünyaya ihtiyacı olan ülkelere bağışlanacağı söylendi. Şimdi bu koşullarda G7 toplantısından ne çıkar? Çok öngörmek mümkün olmayabilir, yani birtakım taahhütler yıllardır veriliyor ama bugüne kadar pandeminin geldiği noktada ne durumda olduğumuzu görecek olursak sorunun taahhüt vermekle ilgili değil. Sorunun bir an önce eyleme geçmekle ilgili olduğu çok açık Sevgili Osman.
OE: Bir de şuna katılır mısın bilmiyorum, son G7 ülkelerine yazılmış mektupta şöyle bir dil içeriği sorunu var. Aşıya ulaşamamış ülkelerin aşılanabilmesi için gerekli 66 milyar doların %75’ini en azından siz öderseniz G7 ülkeleri olarak; “Bu sizin yararınıza olur”, “bu ücreti siz verirseniz salgın dünyada azalır, ekonomi canlanır, ülkenizdeki insanlar da hastalığa tekrar temas etmez” deniyor. Yani hâlâ bir çıkar, hâlâ bir yarar üzerinden G7 ülkelerine bir seslenme var. Halbuki şunu hiç tartışmıyoruz. Bugün aşılara ulaşan veya aşıları keşfeden şirketler tümüyle ağırlıklı en azından kamusal fonlar tarafından hükümetlerce desteklendi. Tüm rakamlar açıklanmıyor ancak aşı şirketlerine hükümetlerin aktardığı fonun yaklaşık 9 milyar dolar olduğunu biliyoruz. Sadece 2020 yılında 93 milyar euroluk bir destek paketinin olduğunu biliyoruz. Oxford Astra Zeneca, Novavacs, Johnson and Johnson ve Moderna aşılarının hemen tamamen kamusal hükümet fonlarıyla oluşturulduğu, Pfizer Biontech aşısının ise ağırlıkla kamusal fonlarla desteklendiğini biliyoruz. Moderna’ya ABD’nin sadece 2,5 milyar Dolar katkı yaptığını biliyoruz. Daha da önemlisi mRNA aşılarının spike protein patenti aslında Amerika’nın kamu kurumu olan Yüksek Sağlık Enstitüsü’ne ait bir patent. Bunu insanlık adına işte aşı üretiliyor diye bu patentin kullanma hakkını aşı şirketlerine vermek ve daha sonra aşı şirketlerinin bundan sonraki adımlarını patentlemesine göz yummak, aşı şirketlerini milyar dolarlık kârları için ses çıkarmamak, sadece hani ‘lütfen sizin de kârınız olacaktır şu 66 milyar doların bir kısmını ödeyin’ demek çok kötü. Eğer bu dünyada parayı veren düdüğü çalıyorsa, parayı veren yurttaşların haklarını korumak ve savunmak gerekiyor. O nedenle bu “dilenen” dil beni öfkelendiriyor.
ÖM: Ben de bir ufak ilavede bulunayım izninizle. La Via Campesina grubunun da başını çektiği çevre savunmasında antiemperyalist manifesto diye bir şey yayınlandı. Biz de çevirisini internet sitemize koyduk duruyor Açık Radyo’nun sitesinde. Orada da tam bu dedikleriniz de söylüyorlar, yani “kârdan önce gezegen, tek bir dünya var diyorlar ve COVID-19 pandemisinin bu çevresel ve sistematik krizin en son tezahürü olduğunu, bu süper patojenlerin orijini tarih boyunca çiftçi ve geleneksel topluluklar tarafından korunan ekosistemlerin mahvıyla doğrudan bağlantılı. Dolayısıyla da hemen tedbir alınması gerekir ve kapitalist barbarlığa dur demek günümüzün en temel görevi diyorlar. Adil, eşitlikçi ve capcanlı bir dünya yaratmak için sermayenin yaşama hükmetmesine bir son vermeliyiz ki böylece hepimiz huzur ve refah içinde yaşayabilelim” diye çıkmıştı. İyi ifade edilmiş olduğunu düşündüğüm bir metin, deklarasyon.
KP: Çok haklısınız Ömer Bey, yani biz bu programın adını ‘Salgınlar Çağı’ diye koyarken bu salgının yalnızca COVID-19 pandemisiyle sınırlı olmadığını da izleyicilerle, dinleyicilerle paylaşmayı amaçlamıştık. Çünkü Osman’ın dile getirdiği bu dil meselesi, aslında dil meselesinin ötesinde sağlığa ve yaşama bir hak olarak bakılmamasının her ne pahasına olursa olsun sermaye için küresel kapitalizmin sürdürülmesinin yansıması. Öte yandan biliyorsunuz bu covid19 aşılarında patentler askıya alınsın diye birkaç ülkenin DTÖ’ne yaptığı başvuru uzun zaman reddedildi. Bu reddedilmenin arkasında da yine basına da yansıdı, Bill ve Melinda Gates Vakfı’nın büyük bir rolünün olduğu biliniyor. Ne ilginçtir ki bir yanda bu aşıları ekonomik olarak elde edemeyecek ülkelere sağlamak konusunda bir işlev üstlendiği düşünülen GAVI adı verilen yaklaşımın temel finansörü olan bu Bill ve Melinda Gates Vakfı, “aşıların patentleri askıya alınsın” dendiğinde “yok aman sakın, askıya alınmasın” diye bir yaklaşımda bulunmak zorunda kalındı. Çünkü sermaye kendisini korumaya çalışıyor, insanlar umurlarında değil, gerçeklik bu.
ÖÖ: Biontech’in CEO’su da karşı olduğunu söylediği gibi “daha bile kötü olur, çünkü hammadde yok, esas sorun o, patent meselesi değil” demişti açıklamasında.
KP: Aslında tam da patent meselesi, tek başına patentin yeterli olmadığının biz de farkındayız. Patentle birlikte bir yapım bilgisine, bunu yapabilecek donanıma, insan gücüne, bir sürü şeye ihtiyaç var ama unutulmasın ki Türkiye gibi bir ülke, 1920’lerde kendi aşısını üretebilecek potansiyele sahipti. Dünyanın bütün ülkeleri açısından bu hemen hemen geçerli olabilir, önemli olan buraya kamusal bir yaklaşımla yaklaşıp yaklaşmayacağımız meselesidir. Yani birileri bu sürece bir sermaye birikimi ve kâr maksimizasyonu süreci olarak devam ettirsin mi, yoksa sağlık haktır herkesin eşitçe hem aşıya hem tedaviye hem örneğin teste ulaşması gerekir - COVID-19 bağlamında söylüyorum- diye bir yaklaşım mı baskın çıkacak. Bunu tartışmamız gerekiyor. Şimdi aşı üzerinden gidiyoruz ama örneğin testler konusunda da ciddi problem var. Dünyanın birçok ülkesinde yeterince test yapılamadığı için salgının kontrol altına alınmasında ciddi sıkıntılar karşımıza geliyor. Az önce Osman söyledi, mesela son günlerde dünyanın birçok yerinden iyi haber gelirken Afrika’nın bazı ülkelerinden bayağı kötü haberler geliyor. Ciddi bir günlük ve haftalık olgu sayısında artışlar var. Dolayısıyla bütüncül olarak değerlendirecek olursak bizim bu sürece hak temelli yaklaşmamız ve kamunun bu süreçteki rolünün her aşamasında yani tanısında, tedavisinde, korumasında ön plana çıkarılmasının mücadelesini vermemiz zorunlu görünüyor.
ÖM: Evet, tıpkı Jonas Salk gibi değil mi?
KP: Kesinlikle.
ÖM: “Güneşi patentleyebilir misiniz?” diye ünlü gazeteci Amerika’nın en baba gazetecilerinden Edward Murrow’un sorusuna verdiğini net cevapta, yani güneşi falan patentleyemezsiniz, halk içindir aşılar diye. Bütün ömrünü de buna adamıştı Jonas Salk...
OE: Salk da öyle, Sabin de öyle. Yani o insanlar keşfi insanlığa bir hediye olarak sundular. Süreç bu yüzden hani 1995’te aslında DTÖ’nün ticaretle bağlantılı fikri mülkiyet hakları trips antlaşmasını dünyaya dayatması ve bu süreci ne yazık ki sermayenin kâr maksimizasyonun bir parçası haline getirmekle başlıyor. Öyle bir hale geldi ki bu aşılar örneğin bu TRIPS’in yarattığı patent nedeniyle dünyaya 9 tane yeni dolar milyarderi kazandırdı ki bu 9 yeni dolar milyarderinin geliri yaklaşık 20 milyar dolara ulaştı. Biz bu parayla gelişmemiş ülkelerin aşılarının ihtiyaçlarının 1.5 katını karşılayabilecek durumdayız. Eğer bu TRIPS ve patent süreçlerini ortadan kaldırabilirsek gerçekten dünyaya aşılar konusunda da eşitlikçi bir hayatı ulaştırabiliriz. Bu yüzden aşı konusunda itiraz edilmesi gereken, karşı çıkılması gereken, bu eşitsizliği var eden patent ve DTÖ yasaları. Ne sevindirici bir bulgudur ki ABD’den İngiltere’ye AB ülkelerinin hemen hemen hepsinde yapılan kamuoyu araştırmalarında toplum %70’lere varan bir oranda bu patentin esnetilmesi ve aşıların herkese ulaştırılmasından yana. Yani aslında ülkeler yurttaşlarının taleplerinin aksi yolunda gidiyor. AB örneğin son G7 öncesinde yayınladığı ‘Aşı eşitsizliği nasıl ortadan kaldırılabilir?’ önerisinde sadece aşı hammaddelerinin sınırlar arasında serbestçe ithaline, ihracına izin verilmesi noktasında bir öneri geliştirdi. Patente asla dokunmayacağını ifade etti. Bu yüzden zannedersem başka türlü bir dünya hayaline, tekrar ütopyalarınıza bir büyük anlatıya ihtiyacınız var. Ne dersin Kayıhan öyle mi?
KP: Çok haklısın. Bu arada bir parantez açayım, zaman sınırlı olduğu için ayrıntılarına giremiyoruz ama şimdi biz bu aşıları konuşurken şu anda o şirketlerin bazılarının adlarıyla anılan aşılar toplumda iyi bir algı da yaratıyor. Ancak o şirketlerin büyük bir bölümü aslında suç örgütleri biliyorsun. Yani Afrika’da özellikle çocuklar ve erişkinler üzerinde yürütülen çalışmalarda ne kadar ciddi problemler yaşattıklarını ve bu yüzden ciddi tazminat ödemek zorunda kaldıklarını bile bizim bugün toplumla buluşturmamız çok mümkün olmuyor, aman aşıyla ilgili süreçlerde bir de bu sıkıntılar ortaya çıkmasın diye. Oysa kamusal bir yaklaşımla aşı üretebilsek, dağıtabilsek, dünyada herkesin kolayca ve eşitçe erişebildiği bir ürün biçimine dönüştürebilsek o zaman bizim de daha farklı bir dili kolaylıkla seçmemiz mümkün olabilecek gibi görünüyor.
OE: Ne garip, Biontech gibi nispeten küçük bir şirket bünyesinde aşı araştırmaları, mRNA çalışmalarının yapılabildiği bir dünyada kamu üniversitelerinde, bilimin çok daha fazla yetkin olabileceği yerlerde araştırmaların yapılmaması, üniversitelerin desteklenmemesi, bilimsel araştırma projelerinin tamamen şirketlere ihale edilmesi, aslında dediğin gibi ilaçtan aşıya, tanısal kitlerden tedavi süreçlerine kadar bir sürecin tamamını sermayenin kâr maksimizasyonu haline getirme projesi.
KP: O yüzden de toplumun bu pandemiyle birlikte hem küresel kapitalizmi daha derinden sorgulaması, hem de gerçekten kamucu sağlık sistemlerine duyduğumuz ihtiyacı net olarak dile getirmesi gerekiyor. Türkiye de bu açıdan ciddi sıkıntılı ülkelerden bir tanesi.
ÖM: Evet yani Jonas Salk’ın taa 1955’te söylerken aşının aslında halkın olduğunu da açıkça ifade etmişti, yani ‘patentin sahibi kim?’ sorusuna da bildiğim kadarıyla ‘halk, insanlar sahibidir patentin’ demişti.
KP: Evet evet Ömer Bey, şunu da aklımızdan çıkarmayalım, o bu patenti elinin tersiyle iterken aslında 7 milyar dolarlık bir serveti de elinin tersiyle itmiş oluyor.
ÖM: Aynen, evet.
KP: Bu çok önemli bir şey!
ÖM: Evet.
OE: İstersen yavaş yavaş Kayıhan bununla ilişkili bir şarkı armağan edelim mi dinleyicilerimize?
KP: Evet, bugün programı bir devrimci doktor anısına yazılmış bir şarkıyla, adı ‘Sonsuza kadar’ olan bir şarkıyla sonlandırıyoruz. Devrim aşkıyla yanan yüreği kendisini Bolivya’da yeni bir hedefe götürürken 9 Ekim 1967’de yitirdiğimiz Dr. Che Guevara’nın anısına ‘Hasta Siempre’ ile bitiriyoruz bugün programı. Hoşçakalın!
ÖM: Çok teşekkürler, hoşçakalın!
ÖÖ: Görüşmek üzere.
OE: Hoşçakalın, görüşmek üzere.