John Berger; müziğe dair notlar

-
Aa
+
a
a
a

Dünyanın çok sevdiği düşünür, yazarlarından biri ile daha birlikteyiz. 1926’nın 5 Kasımı’nda doğan ve 2017’de aramızdan ayrılan İngiliz yazar, romancı, ressam ve sanat eleştirmeni John Berger

2016’da yayımlanan “Hoşbeş” kitabının ik satırlarında Berger’ın kendisi ile ilgili notları şöyle başlar: “Yaklaşık 80 yıldır yazıyorum. Önce mektup, sonra şiir ve konuşma, sonra hikaye, makale, kitap, şimdi notlar…”  Bu programda John Berger’la kurduğumuz bağ da, müziğe hatta şarkıya dair notları üzerinden olacak. “İstanbul’dan Gelen Telefon”, gazeteci yazar Yücel Göktürk’ün John Berger ile yaptığı bir telefon konuşmasından hayatla ilgili görüşlerinin yanı sıra, müzikal tercihlerini öğrenebildiğimiz bir başka kaynak. Bu metinlerden alıntılarla derlenmiş, araya veya okumaların arkasında yine bu metinlerde referans verilmiş müzikleri, John Berger’ın müziklerini paylaşıyorum.  Umarım keyif alırsınız ve umarım Berger’ın müziklerindeki buluşmamız, ona da bir selam olarak ulaşır.

“Geleceğe Umutla Bakmak” konulu konuşmayı yapmadan önce, Beethoven’ın piyano sonatını çaldım çünkü o sonat hem müthiş bir olumlamadır hem de hadiselerin tüm bütün ağırlığını ve vahamaetini dile getirir. Başka bir deyişle, bütün olumsuzluklara rağmen bir olumlamadır. Yaklaşan karanlığın içinde bir mum alevi gibidir. Acil bir çözüm arayışı yoktur. Daha önce söylediklerimle sıkı sıkıya bağlantılı bir şey bu: Önümüzdeki 24 saati veya on dakikayı azami özsaygı ve asgari tavizle yaşamak , aynı zamanda başkalarına da saygı göstermeyi içerir- olup biten hadiseler ne olursa olsun. “Geleceğe Umutla Bakmak” üzerine konuşmadan önce o sonatı çalmamın sebebi buydu… 

Çok tuhaf çünkü geçenlerde 1943’ün Londra’sını anımadım. On yedi yaşındaydım… ve Londra bombalanıyordu, ben Güzel Sanatlar öğrencisiydim. Henüz askere alınmamıştım. O günlerde The National Gallery’de konserler olurdu. Tablolar, bombardımanlardan ötürü oradan çıkarılmıştı. Her hafta birkaç gün öğle saatlerinde piyano resitalleri verilirdi. Ve yüzlerce insan dinlemeye giderdi. Genellikle Myre Hess adlı bir piyanist çalardı. Daha çok Bach’ın eserlerini seçerdi. Garip bir şey, savaş zamanında en imha edilmez varlık müzikti. O şartlar altında müziğin imha edilmezliği hepimize büyük güç verirdi. Beethoven’ın sonatı, müziğin imha edilmezliği gibi, geleceğe dair umutlarımızın da imha edilmezliğini imliyor. Bu imha edilmezlik, sabırla da alakalı. Siyasal olarak sabırsızsak, hayal kırıklığı uzakta değildir. Mücadele her daimdir. Mücadelenin sonu yoktur. O sonat benim için bunu ifade ediyordu, onun için çaldım.” İstanbul’dan Gelen Telefon, s. 59,60

“Geçen hafta senin şarkı okumanı seyreder ve dinlerken Yasmine, içimden resmini çizmek geldi. Saçma bir istekti bu çünkü ortam çok karanlıktı; dizlerimin üzerindeki resim defterini göremiyordum. Zaman zaman hiç aşağıya bakmadan gözlerimi senden ayırmadan karaladım resmini. Bu karalamalarda bir ritim var- kalemim sesine eşlik ediyormuş gibi. Ama kalem mızıka ya da kalem deği, yani şimdi sessizlikte karalamalarım neredeyse hiçbir anlam ifade etmiyor. 

Yüksek topuklu kırmızı ayakkabılar giymiştin, siyah bir tayt, omuzları vatkalı, kahverengiye çalan, yarı saydam bir bluz, kayısı rengi turuncu bir çal. Pek az bir ağırlığın vardı sanki, kuru, cılız, daimi bir gezgin gibi.

Şarkı söylemeye başladığında bu durum değişti. Artık kuru olmayan bedenin baştan aşağı sesle dolmuştu., bir şişenin taşana kadar suyla doldurulması gibi. Arapça söylüyordun, bilmediğim bir dil, yine de her şarkıyı kısmi değil tam bir deneyim gibi alımladım. Bunu nasıl açıklamalı? Bir şarkının sözlerinin önemli olmadığını söylemek aptalca olur; sözlerin tohumlarından büyür şarkı. …

Bir şarkı söylendiğinde ve çalındığında anlam kazanır. Buna mevcut bedenlere el koyup onlara kısa süreliğine sahip olarak yapar. Dik tutularak çalınan kontrabasın bedenine, bir ağzın önünde kuşlar gibi uçuşan, inip kalkan bir çift elin içindeki mızıkanın bedenine ya da gümbür gümbür çalan davulcunun gövdesine. Şarkı tekrar tekrar şarkıcısının bedenini ele geçirir. Ardından şarkıyı dinleyen, ona mimikleriyle tepki veren, geçmişi hatırlayan ve geleceği hayal eden dinleyicilerin bedenlerini. Bir şarkı, ele geçirdiği bedenlerden farklı olarak zaman ve mekan içinde sabitlenmiş değildir. Şarkı geçmiş tecrübeleri anlatır. Söylendiğinde şimdiyi doldurur. Hikayeler de aynı şeyi yapar. Ama şarkıların sadece onlara has başka bir boyutu vardır. Şarkı şimdiyi doldururken bir taraftan da gelecekteki bir dinleyen kulağa ulaşmayı umut eder. İleri uzanır, uzanır, uzanır. Bu umut ısrarcı olmasa, bence şarkılar varolamazlar. Şarkılar ileriye uzanır. 

Şarkının temposu, ölçüsü, içindeki döngü ve tekrarlar yatay zamanın akışına karşı bir sığınak inşa eder: Bu sığınak içinde gelecek, şimdi ve geçmiş birbirlerini teselli edebilir, kışkırtabilir, tiye alabilir ya da birbirlerine ilham verebilir. 

Dünya üzerinde şu anda dinlenen şarkıların çoğu kayıttır- canlı müzik değildir. Bu da fiziksel paylaşma ve bir araya gelme deneyiminin daha az yoğun olması demektir, ama gerçekleşen etkileşimin ve iletişimin kalbinde bu deneyim mevcuttur yine de.”Hoşbeş, s.67-69 

“Bütün şarkılarda mesafe vardır. Şarkı mesafeli değildir ama malzemelerinden biri mesafedir, tıpkı varlığın herhangi bir grafik imgenin malzemelerinden biri olması gibi. Şarkıların ve imgelerin ta başından beri böyledir bu. 

Bütün şarkılar yolculuklara dairdir. Akıbetleri, geri dönüşleri, karşılamaları ve vedaları anlatır. Başka türlü söylersek; şarkılar bir yokluğa söylenir. İlhamlarını yokluk vermiştir ve yokluğa hitap ederler. Aynı zamanda şarkının paylaşılmasıyla yokluk da paylaşılır ve daha az keskin, daha az yalnız, daha az sessiz bir hal alır. Bu asıl yokluğun, şarkının birlikte söylenmesi sırasında “azalması” ortak bir zafer duygusuyla yaşanır. Bazen mutedil bir zaferdir bu, çoğunlukla da örtülü bir zafer. “Kendimi bir şarkının sıcak kozasına sarıp,” demiş Johnny Cash, “her yere gidebilirdim; kimse beni yenemezdi”. Hoşbeş, s.71

“Şarkılar bağ kurar, toparlar ve bir araya getirir. Söylenmedikleri zamanlarda bile hazır bulunan toplama noktalarıdır onlar… Bir saniye süren bir yakınlıktır bu ya da hep birlikte dinlenen bir şarkının uzunluğu kadar. Hayata dair bir anlaşma. Şartları olmayan bir anlaşma. Şarkı etrafına toplanmış olan anlatılmamış hikayeler arasında o anlığına paylaşılan bir sonuç.

Şarkılar nehirler gibidir. Her biri kendi yatağından akar- yine de hepsi her şeyin çıktığı yer olan denize ulaşmak için akar. Bir nehrin ağzından dökülen sular uçsuz bucaksız bir başka yere doğru yola çıkar. Bir şarkının ağzından çıkanlar için de benzer birşey geçerlidir.” Hoşbeş s. 78

“XX Settembre Meydanı’nda çalan ve doğaçlanan müzik, birbirinden farklı ve eşsiz yüz küsür kalbe nasıl aynı güçle nüfuz ediyor? Kendisinin gerisinde kulak kabarttığı ne? 

Cesaria Evora’nın öldüğünü duydum. Bütün dünya tanıdığında 50 yaşını geçmişti. Şarkılarını siyah Batı Afrika Portekizcesiyle, Cabo Verde’den olmayan insanların anlamadığı bir dil ve aksanla söylerdi. Dik başlı, inatçı ve sabıkalıydı. Evde hasta yatan annesiin başına dönmeden önce, denizcilerle dolu bir barda şansını deneyen genç bir kızın ses tonu vardı onda. “Keser döner sap döner ,” demişti bir keresinde. 

Dünya turnesine çıktığında-şimdiki zaman burada zorunlu- devasa stadyumları doldurur, ama egzotik değil, yoksuldur. Yüzü sine gibi yuvarlaktır. Gülümsemesi, ki sık sık gülümser, trajik bir şeye alıştıktan sonraki gülüş gibidir. Zenginler şarkılarını dinler; yoksullar şarkılara tutunur ve onları sahiplenir. Hayat zehir ve baldan ibarettir, demişti Evora. Anlaşılmaz hayatlarımızın şarkısını söyler.” Hoşbeş, s. 62,63

“Tom Waits’i ilk günlerinden son albümüne hiç sektirmeden izledim. Öncelikle, hem şarkıcı hem müzisyen hem de şair. Bu nadir rastalanan bir durum. Tom Waits’in şarkıları ya da şiirleri sıradışı konuları işliyor. Sıradışı, çünkü insanların pek üzerinde düşünmediği konular. Onun şiirleri, yeryüzünde çok yaygın olmalarına rağmen şarkılara konu olmayan hayat tecrübelerini dile getiriyor. Tom Wait’sin bir başka özelliği sesi. Sesi bütün vücudunu içeriyor. Sadece ses telleriyle değil, bütün vücuduyla, öyküsünü anlattığı insanla hemhal oluyor. Tom Waits çok bütünlüklü bir insan. Ve şu çok paradoksal: Bir Tom Waits şarkısı duyduğunuzda onu derhal tanırsınız, sesini tanırsınız, kelimelerini tanırsınız. Ama onu derhal tanımanıza rağmen, o kendi benliğini silmekle meşguldür. Dile getirdiği hayat tecrübesine kendini teslim eder, onun içinde kendini eritir. Bu tavrını çok duygulandırıcı, çok etkileyici buluyorum.

Tom Waits şarkılarının bir başka özelliği de mesafe boyutudur. Birçoğu yolculuk üzerinedir, daha net bir ifadeyle söyleysek, göç üzerinedir. Vaat dolu ufuklar hakkındadır, ne var ki o ufuklar zahmet ve eziyetle yüklüdür. Bir başka niteliği de – ki bu çok özel bir nitelik- şarkıları trajiktir. Ancak hiçbir zaman klostrofobik değildir. Mebzul miktarda hava ve mesafe mevcuttur. Ve aynı zamanda mahremiyet vardır. Söz yazarlığının özü de budur zaten, sadece şarkı söz yazarlığının değil, şiir de dahil olmak üzere her türlü söz yazarlığının…” İstanbul’dan Gelen Telefon, s. 14,15

“Bob Dylan sever miyim? Hayranıyım. Muhteşemdir. Tanıma, tarife sığmaz Dylan. Kendisi de tanımlanmaktan hep kaçınmıştır… Dylan’ı bazı bakımlardan eski İngiliz ozanları, bard’larla irtibatlandırabiliriz. O gezgin halk ozanları bir tür gazetecilik yapardı, insanları dünyada olup bitenlerden haberdar ederdi. Dylan da öyle yapıyor. Ama bu bile onu tarife yetmiyor. Dylan işte…

Workingman’s Blues No.2 isimli şarkıda ‘alım gücü düştü proleteryanın’ diye bir dize var.  Bugün kimsenin ağzına almadığı proleterya sözcüğünü kullanması bana hiç şaşırtıcı gelmiyor. Dylan tam da böyle biri. Hep söylenmeyenleri söyledi. Bugünün gazetelerinde, köşeyazılarında ‘proleterya’ sözcüğü geçmiyor, çünkü modası geçmiş ve kirli bir kelime addediliyor. Ama Dylan için öyle değil. Bard geleneğinden, o ozanların halkı dünyada olup bitenlerden haberdar ettiğinden söz etmiştim. Dylan da bard’ların yaptığını yapıyor. 1930’ların Amerikası’nda, folk geleneğinde proleterya kelimesi kullanılırdı. Dylan o geleneğin içine doğmuş bir şarkıyazarı. Ve bugün de, bir bard gibi, neyin geçer akçe olduğuna bakmadan, ne görüyorsa onu yazıyor.” İstanbul’dan Gelen Telefon, s. 36

Müziğin açtığı alanla ilgili söyledikleri bu programın kalbini oluşturuyordu. Biz de şarkıların bir araya getirdiğine, birbirimizi, hatta kendimizi daha iyi anladığımız ses coğrafyaları olduğuna inananlardanız. Ve bu yüzden “Şarkılara Mektuplar” projesi var. Sizlerden gelen mektupların zamanımızın güncesi olarak derlendiği, içlerinden bazılarının şarkılara dönüşmeye başladığı bir alan. Buranın web adresi letterstosongs.com. Bize ayrıca [email protected] veya sarkı[email protected] adresinden ulaşabilirsiniz. Geçmiş programların çalma listelerinin genişletilmiş versiyonlarını Spotify’da Banu Kanıbelli hesabı altında bulunabilirsiniz. 

Yeni yayın dönemi hepimiz için kutlu olsun. John Berger’dan alıntıyla; bütün olumsuzluklara rağmen olumlama gücünü koruyabildiğimiz, sabırlı mücadeleden vazgeçmediğimiz, müziğin imha edilmezliği gibi, geleceğe dair umutlarımızın da imha edilemediği bir dönem olsun. Açık Radyo’da, ya da hayatlarımızda…. Fark eder mi?