Viyana kapıları Kopenhag kapısı

-
Aa
+
a
a
a

Kopenhag zirvesinde, bize, istediklerimizi, “tam istediğimiz gibi” vermeyeceklerini biliyorduk, buna herkes hazırlıklıydı.

Peki öncesindeki çabalar boşuna mıydı? Hayır... Biz elimizden geleni yaptık, bir yandan yeni dış politikamızın çerçevesini belirlerken, bir yandan da batılıları “anlaşmalarına saygılı olmaları ve sahip çıkmaları” konusunda uyardık.

Zamanında Ankara Anlaşması’na uymayarak, Avrupa’da çalışan Türklerin serbest dolaşımını engelleyen Avrupa, şimdi de Zürih Anlaşması’na uymayarak, Güney Kıbrıs’ı üye olması için davet etti.

Bu ve buna benzer olaylar, Avrupa’nın “Viyana Sendromu” nu halâ yenememiş, çağdaşlaşamamış olduğunun açık bir belirtisidir.

“2004 Aralık tarihi” aslında bizim için bir bekleme süresi değil, Avrupalı için bir “hazım” süresidir.

Kopenhag’da bize istediğimiz biçimde bir tarih verilemezdi, çünkü Danimarka, herşeyden önce bizim dostumuz değildir. Yani, Leylâ Zana’yı hapiste tutan bir Türkiye ile Danimarka, ne yaparsanız yapın uzlaşamaz. Ticari olarak da kaybedecek çok şeyleri olmadığı için, kendi yönetimleri sırasında Türkiye adına tarih yazmak onları çok ilgilendirmiyordu. Danimarka başbakanının zirve sonrasındaki zırvalamaları da, bunun en somut göstergesi olduğu gibi, bundan sonra da Danimarka’nın bize karşı davranışının ne olacağının belgesidir.

Vilâyeti yönetir gibi

Yirmisekiz yıldır tüm yaşamını Kıbrıs Meselesi’ne ayırmış olan Rauf Denktaş’ın hastalanmasına rağmen, Birleşmiş Milletler’in Kıbrıs’ta çözüm için baskı uygulamaya kalkışması, BM’in de Türkiye’ye ve Türklere farklı bir gözle baktığını göstermiyor mu?

Denktaş’ın Kıbrıs çözümü işini kişiselleştirmiş olması, paylaşmaması ve ekip halinde çalışıyor olmaması yanlıştır, KKTC Savunma ve Dışişleri Bakanı Kopenhag’a gittikten sonra, hastaneden Denktaş’ın demeçler vermesi de yakışık almadı, eğer söyleyeceği birşey var ise, bunu telefonla bakanına bildirir, o da orada gerekli açıklamayı yapardı.

Yani Denktaş KKTC’yi bir vilâyeti yönetir gibi yönetiyor ve çok da tutucu davranıyor, bu hem KKTC’ye, hem de Türkiye’ye zarar verirken, Türkiye’yi de bir “seçme” noktasına ister istemez itiyor. Onun için de, bu noktanın iyi değerlendirilmesi ve Kıbrıs Meselesi’nin günün koşulları ve gelişen biçimlenme göz önünde tutularak değerlendirilmesi gerekiyor.

KKTC’nin 200.000 nüfusunun hepsi Denktaş gibi düşünmüyor ve 9 yaşındaki çocuk, okuldan döndüğünde annesine, “Rumlarla birleşince, onlar bizi kesecek mi?” diye soruyor. Savaş ganimeti olarak kabul edilen, Türk tarafında kalan Rum varlığı için verilmiş olan tapuların sahipleri de, bu malların sahibi olup olmadıklarını düşünüyorlar. Yani insanlar bu sorunun çözümüne dört gözle bakıyor ama, BM’nin sunduğu da iş değil elbette...

Kıbrıs’ta bir millet olmadığı anlaşıldığı zaman, iki uluslu bir topluluktan söz edildiği zaman, çözüme daha da yaklaşılmış olacak, ama bu çözüm sürecinde “Viyana Sendromu” sürerse kaybeden taraf da Avrupa ve Güney Kıbrıs olacak. Kısacası Türkiye AB’ye 2004’te, önce Lefkoşa’da girecek...

Avrupa, elbette ki Irak meselesinin hallolmasını ve Türkiye’nin elindeki ABD kartının zayıflamasını bekliyor, bekleyecek ve ondan sonra da Türkiye’ye “özel statüde” üyelik için baskı yapmaya başlayacak.

Türkler Viyana kapılarına ilk 1526'da dayanmıştı; Hünernâme'den

Ancak Avrupa, “Viyana Sendromu” nedeniyle bazı gerçeklere gözünü kapatmış durumda. Yani, Irak ile başlayacak maceranın, en az on beş yıl dünyayı kana bulayacak bir macera olduğunu görmüyor. İçine İran’ı, Suriye’yi, tüm diğer İslâm ülkelerini alacak olan bu kanlı, petrol macerasının karşısında, evlâtlarını korumanın yolunun Türkiye ile birlikte olmaktan geçtiğini göremeyecek kadar Vatikan’lı bu Avrupa...

Devir teslim yaklaşıyor

Berlin Duvarı’nın yıkılması ile “komünist” düşmanını yitiren “Hür Dünya” yani Avrupa ve ABD’nin yeni bir düşmanı olması gerekiyordu. “Müslüman” olarak belirlenen bu düşmanın genel adı “uluslararası terörizm” diye belirlendi. Onun için de “Müslüman”a yeni ve çağdaş bir yol açacak olan Türkiye’nin AB içinde bulunmasını istemiyorlar, ama aşk mektupları yazmayı da sürdürüyorlar.

AB’nin kuruluşu ve genişlemesi, ABD karşısında bir süper gücü oluşturma çabasıdır ve Kopenhag bu işi becerememiş olmanın kompleksini yaşamaktadır. ABD ve Türkiye’nin içinde olmadığı, NATO’suz bir Avrupa Ordusu’nun, güvenliğinin olmadığının anlaşılması, Vatikan destekli 2005 formülünün üretilmesine neden olmadı mı?

Türkiye, AB ile ilişkilerinin Gümrük Birliği çerçevesine oturduğunu benimseyip, daha ötesi için sakin bekleyişini sürdürmek durumunda şimdi.

Çünkü 2004 Aralık ayında verilecek görüşme tarihi ne kadar yakın olursa olsun, görüşmelerin uzayacağı ve Türkiye’nin Avrupa’ya girişinin 2010 sonrasına kalacağı aşikâr. Hesap da ortada zaten, 2013–1960 = 53 yani 1960 bebek patlamasında (baby boom) doğan Avrupalıların emekli olmalarına 2 ilâ 7 yıl kalmış olacak, devir teslim için güzel bir süre...

2013 yılında yüz milyonu aşmış ve %75’i genç nüfusu ile Türkiye artık “kapıyı çalacak” olan olmayacak, kapısı çalındığında da hesaplarını yapıp, ona göre verecek kararını.

Viyana’da Kanuni Sultan Süleyman’ın açamadığı kapının anahtarını Kopenhag’da vermemekte direnen Avrupa, 2010’lu yıllarda ardına kadar açacağı kapılarından bizim girip girmeyeceğimizi merakla bekleyecek, o zaman da bizim kurallarımız olacak elbette, yani Avrupa Parlamentosu’nun yönetimindeki güç dengesinden tutun da, Avrupa parasının dağılımına kadar... İstanbul ağzı ile söylersek eğer “ne kadar para, o kadar köfte” diyen bu kez biz olacağız...

Zaman lehimizedir, dış politikamızdaki ataklık ve açıklık yönündeki değişim ise, Türkiye’de değişime oy vermiş olanların arzusu yönündedir. Şimdi Türkiye, gerek iç ekonomik dengelerini düzeltmeli, gerekse diğer komşuları ile olan ilişkilerini sağlamlaştırmayı denemelidir. Türk dünyası ile olan ilişkileri de sağlam çıkar ilişkilerine bağlamakta yarar var. Ondan sonra da tarihi onlar değil biz veririz!...

Türkiye, Kopenhag kapısından girmedi zannediyorlar... Ama yanılıyorlar, Türkiye’ye öyle bir armağan verdiler ki, şimdi bunu değerlendirmek bizim elimizde...