Siyasete atılan insanların en büyük arzusu, bir şekilde “tarihe geçmek” oluyor, anladığım kadarıyla. Kimin, hangi tarihe ve nasıl geçeceği gibi hayli girift, muğlak ve tartışmalı bir konu bir yana bırakılırsa, bu arzuyu normal karşılamak gerekir herhalde. Tarihsel kişilik olarak anılmanın getireceği prestij, güç sahibi olmanın verdiği hazzın yanı sıra, insanlar için çok önemli olmalı. Yoksa, elde edilen birtakım yasa ve ahlakdışı kazançları saymazsak, siyaset herhalde sadece maaş için yapılan birşey olmasa gerek. Ne var ki, ömrünü siyaset “arenası”nda tüketerek yaşlanmış olanlarda bu tarihe geçme arzusunun giderek bir tutkuya dönüştüğü ve bütün tutkular gibi deformasyon ve bozulma yarattığı da gözlenmiyor değil.
Avrupa Parlamentosu üyesi Emma Bonino’nun da birkaç gün önce söylediği gibi, “Anayasalara saygımızdan ötürü, Anayasa diye adlandırmakta zorlanacağımız” AB Anayasası’nın mimarı olduğu söylenen Valery Giscard d’Estaing, maalesef, böylesi deformatif bir tutkunun esiri olmuş politikacı tipinin belirgin örneklerinden birini oluşturuyor bence. “Türkiye AB’ye Ait Olamaz” başlıklı makalesinde, Türkiye’ye “imtiyazlı ortalık” dışında bir taahhüt verilmemesini savunurken, tam da elini alnına siper edip gözlerini ufuktan doğmakta olan tarih güneşine çevirmiş bir tarihî devlet adamı portresi çizmeye çalışıyor. AB “Anayasa”sında beliren kaynaştırıcı “kimlik özellikleri”ni sayıp dökerken “Kadim Yunan ve Roma’nın kültür mirası, Avrupa hayatının özümsediği dini geçmiş, Rönesans’ın yaratma şevki, Aydınlanma çağı felsefesi ve rasyonel düşünce” gibi içi boş referansları sayıp döktükten sonra, Türkiye’nin bu unsurlardan hiçbirini paylaşmadığı yargısına varıyor. (The Financial Times, 25 Kasım 2004)
“Avrupa medeniyeti” diye hepimizin önüne sunulan bu tarihsel referanslar sayılıp dökülürken, akıl almaz derece kanlı din savaşları, cadı avları, onlardan daha da kanlı Haçlı Seferleri, onlardan da korkunç emperyal ve kolonyal savaşların yağma ve talan ve tarumarı, en az onlar kadar kan dondurucu Nazizm ve Faşizm terörü, yeryüzünün bir bölümündeki insanların vahşice boğazlanmasıyla sonuçlanan dehşetengiz iki dünya savaşı, yeryüzü ırklarından bazılarını neredeyse tamamen ortadan kaldıran fetih ve istilalar, en az 1 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan Cezayir bağımsızlık savaşı, doğa’nın işkence edilip bütün sırlarını insana vereceği bir metres olarak görülmesini öneren pozitif rasyonel düşünce vb... Bunların teki bile, tarihe geçme tutkusu peşinde nutuk atan devlet adamı Giscard’ın verdiği referanslar arasında yer almıyor. Onun mimarlığını yapmış olduğu AB Anayasası’nda Avrupa’nın şu korkunç sömürgeci geçmişine ilişkin tek bir “özür”, bölünmelerden çıkarılmış tek bir “ders” de yok. (Giscard’ın bir zamanlar, Fransa devlet başkanlığı sırasında, – hınzır Canard Enchainé dergisinin ortaya çıkarttığı – Orta Afrika elmaslarını rüşvet olarak alması skandalini hatırlatmasını da kimse beklemiyordu zaten.)
AB Anayasası gibi pek iddialı bir metni hazırlama görevini üstlenmiş bir kurulun başkanlığını yürüten insan, tarihe geçecek bir devlet adamı olmak istiyor idiyse, temel dayanak noktası olarak öncelikle Avrupa Birliği’ni Avrupa Birliği yapan tarihi ögeyi referans göstermek zorundaydı: Onun, Avrupa’ya “kimliği”ni veren “kültür mirası” dediği şey, “dünyayı çöle çevirip buna barış adını veren” Roma İmparatorluk lejyonları değil, faşizmi yüzyıllar öncesinden haber veren Sparta disiplini değil, Katolik-Protestan-Ortodoks mezhepleri arasındaki korkunç din katliamları, “uygarlığı götürmek adına” 30 yıl içinde 10 milyon Kongo insanını ortadan kaldıran kolonyalizm de değil... Kimliği veren kültür, İlkay Sunar’ın dediği gibi, “Tarihten gelen bölünmüşlüklere belli bir çözüm aramanın getirdiği çözüm kültürüdür: İnsan haklarına, hukukun üstünlüğüne dayanan laik, demokratik yurttaşlık kültürü.” (Açık Site, 29 Kasım 2004).
Mirası Sparta ve Atina’da, Roma’da ve Doğu Roma’da, Vatikan’da ve Bizans’ta, Venedik’te ve Ceneviz’de, Kongo’da ve Cezayir’de, Magrib’de ve Maşrik’te aramanın bir anlamı yok. Bunlar, olsa olsa “pseudo – tarih” arayışları olabilir ve Giscard’ın izdivaç yoluyla elde ettiği o “soyluluk” unvanı kadar “gerçek”, Orta Afrika’da kendi halkının kanını emen sahte İmparator III. Bokassa’nın Giscard’ın eşine verdiği rüşvet elmaslar kadar da göz alıcıdırlar.
Ve, 17 Aralık tarihine iki hafta kala sorulacak kültür yarışması sorusu da Profesör Sunar’ın sorduğu soru olabilir ancak: “Türkiye’de Avrupa’daki ögelere dayalı yurttaşlık ve demokrasi kültürü yaratılabilmiş midir? Türkiye bu kültürü ne kadar istikrarlı olarak uygulayabilmektedir.” (a.g.y.)
Devamı haftaya...