“Antroposen Sohbetler”de Utku Perktaş, “Ahraz”, “YerKuşAğı” ve “Doğa Defteri – Gündönümleri, Fırtınalar, Uçanlar, Çiçek Açanlar”ın yazarı Deniz Gezgin ile geçtiğimiz hafta başlayan sohbetini sürdürüyor ve bizleri doğanın zamanı, sessizliğin etiği ve mevsimlerin belleği üzerine derinlikli bir konuşmaya davet ediyor.
Satırbaşları:
- Duymak için dinlemek gerekiyor; ama insan kendi gürültüsünden sessizliği öğrenemiyor.
- Gerçekte yutulan şey doğa değil, hayatlarımız; yutulan biziz.
- Yıldızları göremediğimiz için yolumuzu kaybettik; göğün açıklığından mahrumuz.
- Ne zaman zaman oldu, ne de doğa doğa; insanın kurduğu zaman çizelgesi, bütün canlıların ritmini altüst etti.
- İnsanın doğayla barışması ancak geri çekilmesi, ayrıcalıklarını bırakması ve duyularını yeniden çağırmasıyla mümkün.

Antroposen Sohbetler’in bu bölümünde geçen hafta yaptığımız söyleşiye devam ediyor; ‘Canlıların Dili, Sessizliğin Hafızası’ başlığıyla başladığımız söyleşimizin ikinci bölümünde, yazar, edebiyatçı Deniz Gezgin ile doğanın zamanı, sessizliğin etiği ve mevsimlerin belleği üzerine konuşmayı sürdürüyoruz.
İlk bölümde dil, iyileşme ve doğanın kendi sesi üzerine odaklanmıştık; bu bölümde ise modern zamanın doğayla kurduğumuz ilişkiyi nasıl dönüştürdüğünü, yaşam ritmimizin nasıl bozulduğunu ve insan-merkezci zamanın hem bizi hem dünyayı nasıl yaraladığını ele alıyoruz.
Deniz Gezgin’in duyumsama, eşitlik, özen ve sessizlik üzerine düşünceleri, Antroposen çağında nefesi, ritmi ve hafızayı yeniden düşünmek için kıymetli bir çerçeve sunuyor. İyi dinlemeler, iyi okumalar.

Utku Perktaş: Merhabalar. Antroposen Sohbetler’e hoşgeldiniz, ben Utku Perktaş.
“Doğanın zamanı, insanın zamanına benzemez; gecikmez, acele etmez, unutmaz. Her şey kendi vaktinde olur aynı rüzgârın yönünü değiştirmesi de, tohumun uyanması da...”
Yine Doğa Defteri’nden böyle kısa bir alıntıyla başlamak istedim. Konuğum Deniz Hanım ve bugün söyleşimizin ikinci bölümünde ‘Sessizliğin Hafızası’ başlığı altında doğanın zamanını, sessizliğin etiğini, mevsimlerin belleğini konuşmaya devam ediyoruz.
İlk bölümde dili ve iyileşmeyi konuştuk, şimdi ise biraz sessizliğin belleğini, o hafızayı, doğanın döngülerini ve insanın zamanla kurduğu ilişkiyi ele almaya çalışacağız.
Deniz Hanım, hoşgeldiniz tekrardan ve ilk bölümden sonra ikinci bölümde de beraberiz. Çok teşekkür ederim yine burada olduğunuz için, eksik olmayın, sağolun.
Deniz Gezgin: Teşekkür ederim, merhaba, hoşbulduk. Burada olmak güzel.
U.P.: Şimdi ben kaldığımız yerden devam ediyorum; en son, ilk bölümde sorum Ahraz üzerineydi ve orada ‘Dili geri mi veriyor, yoksa ondan kurtuluyor mu?’ diye noktalamıştık programı, bunun cevabıyla bitirmiştik.
Şimdi şununla başlamak istiyorum: Doğayla kurulan sessiz bağ etik bir öğrenme biçimi olabilir mi? Antroposen için bu çok önemli bir şey çünkü bu tür bir edebiyata bizim ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum, insan olarak bakışımızı değiştiriyor.
D.G.: Şöyle yanıtlayabilirim belki: Duymak için dinlemek gerekiyor, bu şüphesiz ve öteki konuşurken kendi sırasını kollayan, sözü düzenleyen bir türün sessizliği öğrenmesi de çok kolay değil işin gerçeği. Bu sessizliği bireysel bir olgunlaşma ya da erme hâli gibi — ahlaki bir tür erginlenme gibi — de düşünmüyorum; bunu da önceden söylemeliyim.
Kendi gürültüsünün farkında olan, sözün ağırlığının ayırdında olan ve bundan geri durmak bilincine sahip olmak… Kuşku dolu olmak, kendi ağırlığından, yükünden boşanmak gibi algılıyorum.
Böyle bir sessizlikle — yani sessizliği buradan kurduğumuz zaman — o bağın da, kendiliğinden zaten var olan o bağın, kendini açığa vuracağını, yüzeye çıkacağını düşünüyorum.
U.P.: Çok güzel, yine çok güzel bir başlangıç oldu.
Peki burada — yani şimdi kitapları da okuyunca — aklıma şöyle bir soru gelmişti benim: Kelimelerin yerine hangi duyular geçebilir?
D.G.:Ahraz üzerinden düşünüyoruz, o yüzden biraz ben de onun üzerinden cevap vereyim. Ahraz’dan hareket edecek olursam, buna ‘halden anlamak’ diyebilirim. Benim çok önemsediğim bir söz halden anlamak. Ötekine gösterilen özen, ihtimam…Ötekinden kastım da sadece insanlar değil; canlı–cansız etrafımızı çevreleyen tüm varlıklar.
Ahraz’ın sağır dili olan İsrafili; göğe bakışındaki genişlik… Onun balıkla kardeşlik bağının farkına varmasının bu dilsizlere borçlu olduğunu gördüm. Onun kelimeleri yok ama herkesle, her şeyle bağ kuran — daha güçlü, daha donanımlı, yaşama can atan — başka başka duyuları vardır.
Bunu yazarken benim de çok düşündüğüm bir şey: Bir patika arayışı, nefes alanı… Yazıyı, dili canlı kılmak, yaşar hâle getirmek… Bunun duyuların açıklığıyla; kayıp ya da kurumuş duyumsamanın geri çağrılmasıyla mümkün olduğunu sanıyorum. Belki de kelimeler fazla uykulu ve çokça ağır; anlamı sabitlenmişler, değerleri önceden biçilmiş. Kelimeleri olmayan İsrafil’in — üstelik sağır olduğu hâlde — her şeyi ‘duyabiliyor’ olması, bence bu insanî yükten azade olmasından kaynaklanıyor.
U.P.: Muhteşem, çok güzel. Peki, o zaman şu soruya geçiyorum: Ahraz’la bitirmiştik ilk bölümü ve onunla açtık, çok da güzel oldu. Modern zaman doğayı nasıl yuttu? Bu içinde olduğumuz dönem — yani yine Antroposen diyeceğim ben ama — bu modern zamanlar…
D.G.: Evet, birçok biçimde isimlendirilebilir ama aslında onu hepimiz çok iyi tanıyoruz yani içinde dönüp durduğumuz, sıkıştığımız, ‘yaşamak’ saydığımız ama yaşadığımızı hiçbir biçimde duyumsayamadığımız bir sistem aslında bu. Bize bunu yaşatan da bu: Her şeyi kâr uğruna işleten, hayatlarımızı dört duvarla saran, bizi canlılıktan alıkoyan bir şey.
Yaşaması akmak olan suyu paketliyor, toprağı sınırlıyor, birbirimize karışmayı — birlikte yaşamayı — engelliyor yani bunun adının kapitalizm olduğunu da biliyoruz ve son evrede, insanın çok övündüğü aklını — düşünme yetisini — de alıverdi. İnsanı gökdelenlere, plazalara yerleştirip; rahatlaması, rehabilite olması için ekranda yağmur sesi dinleten ve yağmuru da zapturapt altına alan ve diğer tüm varlıklara yaptığı gibi, şeyleştiren, nesneleştiren, kâr odağına dönüştüren bir sistemin içinde sıkıştık.
Doğa artık pakette bir ürün maalesef. İyi hissetmek için ancak ayrıcalıklı olanların erişebileceği bir meta. Hayat bu sivrilikti ve bu diklikti ve bence asla tamamlanamaz. Gerçekte yutulan şey doğa değil de hayatlarımız gibi geliyor. Doğa öylece orada dururken, biz hayattan gitgide uzaklaşıyoruz bu sistem içerisinde. O yüzden yutulan biziz, bütün bir hayatla birlikte, bütün bir yaşam bağıyla birlikte… O bağları yeniden kurmak için de çok çok güçlü bir sistem eleştirisi yapmak gerektiğini düşünüyorum.

U.P.: Çok güzel söylediniz. Bir yandan ben de şöyle düşünüyorum; yutulan bir yandan biziz ama aynı zamanda biz de başka canlıların hayatlarının yutulmasına sebep oluyoruz aslında. Doğayı dönüştürerek, habitatları degrade ederek, onları duymayarak, onlara bakmayarak… Onların da — işte bu ‘yok oluş çağ’ı dediğim şey — biraz da galiba buna tekabül ediyor. Çok haksız yok oluşlar yaşatıyoruz canlılara gezegenin normal seyrinden farklı bir şekilde; bu bakış açısıyla, bu perspektifle.
Peki, Deniz Hanım, şunu söyleyeceğim: Gündönümleri, fırtınalar, göçler… Bunlar hâlâ hayatımızın ritmini belirliyor mu?
D.G.: Belirlemiyor maalesef. Belirliyor olsaydı herhalde bu ritim bozukluğunu yaşamın her alanında duymaz, hissetmez; acısını, burukluğunu yaşamazdık gibi geliyor bana. Hayatın ritmini belirleyen bunlardan çok uzak yaşama şartları maalesef; hayatın ritmini artık akıllı uygulamalar belirliyor, çalışma saatleri etkiliyor. Bu yüzden de ‘doğal felaket’ adında bir şey uydurulmuş gidiyor - yağmur, kuraklık, yer hareketleri, mevsim göçleri… Birlikte hareket ettiğimiz, birlikte yaşadığımız şeyler değil de başımıza gelen, sanki bizi çökerten hadiselere dönüşmüş. Acı bir kopuş aslında. Yaşayanların bugünümüzde derip olduğu ritim bozukluğu… eksiklik… Bence buradan doğuyor.
Bir canlının ritmi böylesine suni, yaşamla ilgisi olmayan şeylere bağlı olamaz diye düşünüyorum çünkü yıldızları göremediğimiz için hepimiz yolumuzu kaybettik. Göğün açıklığından mahrumuz ve bu yalnızca insanın başına gelmiş bir şey de değil aslında. Diğer bitkilere, hayvanlara, nehirlere, dağlara da aynısı oldu. İklim krizi, ‘dengesizlik’ dediğimiz şey, apaçık bir sistem sorunu ve belli ki bu böyle devam edebilecek bir şey değil.
Dağların yürütülüp götürüldüğü, kamyonların içinde taşındığı, karayollarının adeta bunun için işlerlik gördüğü bir uygarlığın içindeyiz ve kaybolduk. Gerçekten yıkıldık birçok açıdan. Bu yıkımdan bir biçimde kendi yaşamsal ritmimizi yeniden bulup çıkarmak zorunluluğundayız.
U.P.: Gerçekten çok güzel, çok düşündürücü bir cevap oldu. Burada benim aslında akışı hazırlarken — sizinle de paylaştım — en merak ettiğim sorulardan bir tanesi ki yazarken, not alırken hep bunu düşündüm ve bu noktada ben de biraz heyecanlanıyorum; şimdi bunu tartışabiliriz belki, konuşabiliriz: İnsanın zamanı mı doğayı bozdu yoksa doğa mı insanın zamanına sığmadı? Bu dönemi bence bazı şeylerin çok iyi resmettiğini düşünüyorum. Ben biraz içinden çıkamadım bunun ama sizin kitaplarınıza bakınca da aklıma gelen sorulardan biriydi. Biraz böyle dile getirmeye çalıştım ama bilmiyorum, ne dersiniz?
D.G.: Aslında hem ikisi de, hem de ikisi de değil gibi bir yanıt geliyor benim de aklıma. Birçok yerden yanıtlanabilir, birçok yerden düşünülebilir bir şey çünkü bahsettiğimiz.
‘İnsanın zamanı’ dediğimiz şey aslında insana ait olan bir şey değil yani canlı bir varlık olan insana ait olan bir zaman değil. Tümüyle belirlenmiş ve yine yaşamaktan ayrılmış; onu başka bir düzleme taşımış, başka bir yüzeye taşımış ve hatta içinde yaşayış olmayan; filozofun söylediği gibi yaşamı altüst edecek, ortadan kaldıracak biçimde düzenlenmiş bir zaman. Böylesi bir çizelge, bir dizgi içerisinde bozulan bir doğadan söz ediyoruz aslında.
Burada bozulan hem insan — bir canlı olarak — hem de dolayısıyla doğa diyebiliriz. Birbirine sığmadı çünkü çok yaşadığımız bir şey bu: yuvalar, göçler birbirinin üzerine bindi, bütün zaman ritmi altüst oldu. Burada sadece yitirdiğimiz şey kendi ilişkimiz değil doğayla ve zamanla; bütün canlıların ilişkisini de etkileyecek bir sapma meydana geldi. Bugün bunu çok net bir biçimde görüyoruz.
İnsan belki en başta tarımsal işleyişle beraber ormanları yerinden ederek; dünyaya daha insan-merkezci, daha insan çıkarlarına yönelik bir ‘hasat’ duygusuyla bakmaya başladığı andan itibaren; göçebe işleyişten, çevresel dikkatten, ötekini de gözeterek yaşayıştan uzaklaştığı andan itibaren; mülkle birlikte, ‘benim toprağım, benim mülküm, benim kılınım, benim devletim, benim sınırım’ dediği andan itibaren aslında ne zaman zaman oldu, ne de doğa doğa oldu.
Bu arada kaybettiğimiz şey, birbirinin içine sığmayan şey çok daha yaralı ve büyük bir şey gibi görünüyor. Bu sebeple de öyle bir hâldeyiz ki her şeyi, dokunduğu her şeyi altın olsun diye dileyen o meşhur Kral Midas’ın hâline döndük. Dokunduğumuz her şey gerçekten altına dönüştü, her şey çok değerli. Bir avuç toprak gerçekten paha biçilemez bir hâl aldı ama altınla karın doymuyor; altınla hayat hissedilmiyor, yaşanmıyor ve suyumuz altın, taşımız altın, üstüne bastığımız yer altın, göğümüz altın yani her şey altın. Bu taşlaşmış düzende, bu taşlaşmış gidişatta zamanı zaten tümüyle yitirdik gibi görünüyor.
Zaman bunların çok ötesinde, kendi başına işleyen bir şey; ama bizim zamanımız — bizim için kurulu olan zaman — bütün bunlara göre işleyen bir zaman. O yüzden yitirilen şey çok daha büyük gibi hissediyorum.
U.P.: Ben de burada şöyle diyeceğim; hep dediğiniz gibi, biraz önce ‘taşı toprağa altın’ diyerek; altın olmadığını düşündüğümüz yerleri terk edip büyük haksızlıklar yaparak insanın dünyaya hâkim olmasıyla beraber bambaşka alanları talan ederek büyük bir zarar verdiğimizi düşünüyorum. ve bu insan-merkezci bakış açısı aslında çok uzun zamandır — belki toplu yaşama geçtiğimizden beri — insanın kendi tarihinde, kendi evrimsel tarihinde; sonra da sanayi devriminin hayatımıza girmesiyle, seri üretimin hayatımıza girmesiyle birçok şeyin ulaşılabilir olmaya başlaması ve reklamlarla, başka şeylerle bu albeninin artırılarak insanın önüne konması; insanın da merkezde olması gezegeni bambaşka bir şekle dönüştürdü ve zaman kavramını da aslında değiştirdi.
Biz ‘yavaş yaşamayı’ unuttuk diye düşünüyorum ben insan olarak. Doğanın ritminden çok farklı bir şekilde artık o kadar hızlı yaşıyoruz ki hiçbir şey görmüyoruz — ve sadece kendimiz için. Bu bilime bile yansıyor. Şimdi merak edip bakıyorum ve ekolojiyle alakalı ders kitaplarına baktığımız zaman örneğin, hep ‘doğa bize ne sunuyor, doğa insana nasıl fayda sağlıyor?’ deniyor ama hiçbir zaman şu sorulmaz: ‘İnsan bir arıya ne fayda sağlıyor?’ Çünkü bir tür olarak bir farkımız yok. Ya da bir kuşa nasıl bir fayda sağlıyor ya da bir ağaca? Sürekli doğa insana çalışıyor ve biz ondan bir girdi elde etmeye çalışıyoruz ve dünyanın efendisi olarak da hayatta kalmaya devam etmeye çalışıyoruz.
Bu aslında derin ekoloji’ kavramıyla beraber 1970’lerde dönüşmeye başlıyor ve yavaş yavaş terk edilmeye çalışılıyor. Şimdi biraz daha hem edebiyatta, hem teknik kitaplarda, hem popüler bilimde bu daha çok dillendirilmeye başlandı.

Burada Hikmet Birand’ı anmak istiyorum: 1960’ların sonunda aslında ne yazık ki sesini duyuramamış, uluslararası anlamda da çok duyulamamış Hikmet Bey, çok önemli bir botanikçi. Bir ağaçla sohbeti bence çok iyi ifade ediyor bu meseleyi. Alıç Ağacı ile Sohbetler kitabı burada anılması gereken bir kitap. O ‘yavaşlığı’ da hatırlatıyor; canlıya bir birey kimliği yüklüyor. Oradaki kimlik benim için çok önemliydi ve aslında Hikmet Birand, derin ekolojiyi Anadolu topraklarında yazıyordu, yalnızca sesi belki uluslararası anlamda duyulmadı.
Sadece bir not olarak eklemek istedim, bir an sizin bu cevabınız aklıma geldi. Artık söyleşi serisini tamamlıyoruz. İnsanın doğayla barışması için bu anlamda ne yapması gerekir? Nasıl bir bakış açısı gerekir?
D.G.: Hatırlaması gerekir; o yaşamsal bağları, o eşitliği tekrar içeri çekmesi gerekir; bir özen ve ihtimam içerisinde kendini birazcık geri çekmesi, hatta yalnızca birazcık değil, çokça geri çekmesi gerekir; bu insan-merkezci bakıştan, bu ayrımlardan, bütün bu suni sınırlardan kurtulması gerekir; her şeyle birlikte — görünür görünmez her şeyle birlikte — bunun bir bütün olduğunu ve kendi ayrıcalıklarının da tümüyle yapay şeyler olduğunu anlaması gerekir ki zaten bunu aslında yaşıyor, hissediyor. İçindeki buruklukta, az önce konuştuğumuz o ritim bozukluğunda, o karın boşluğunda hissettiği şey bunlar.
Doğrudan hayatlarımızda ‘buna yaşamak denmez’ dediğimiz ne çok şeyi günbegün daha fazla yaşar hâle geldik. Dolayısıyla gerçekten bir kelebek etkisi gibi bunun bir bütün içerisinde hissedilmesi, duyulması; duyuların yeniden geri çağrılması gerektiği daha duyumsal olabilir bir hayat olabilmesi için dilimizin birazcık geri çekilmesi gerektiği böylesi bir sessizlik yani konuşmaktan geri durmak, hükmetmekten geri durmak ama öteki adına konuşmaktan, öteki adına sabitleyici olmaktan geri durmakla ancak böyle bir şeyin mümkün olabileceği, şeyleştirmeden — kendimize benzetmeden — başka çevrelerle, hatta yan yana olmadan da, ‘bir’ olmadan da bağ kurabileceğimizi; bağlarımız olduğunu, etkileşim halinde olduğumuzu hatırlamakla, geri çağırmakla. bütün bu bilgiyi, bütün bu yaşamsal etkiyi bu yaşama hevesimizi geri almakla sorumluyuz gibi düşünüyorum.
U.P.: Yazı doğayla birlikte nasıl nefes alabilir?
D.G.: Yine en başta söylediğim gibi, aslında yazının doğayla birlikte nefes alabilmesi için bütün o iktidar aracı olan öğelerinden sıyrılması gerekiyor. Seslerin çağrılması gerekiyor. Seslere yer açılması ve yine söz almamak; sözün ağırlığını duymak insanın ağırlığını, yükünü bilmek ve bundan geri durmak, imtina etmekle mümkün olabileceğini düşünüyorum. Ancak böyle bir ortaklık çağrısıyla — çok sevdiğim bir şeydir bu — ortak bir şeyleri olmayanların ortaklığa ‘fazlalık’ üzerinden çekilmesi… - fazlalık kelimesini linguistikten almış olalım; çok sıklıkla hatırlarım - ancak böyle bir yolla yazı bu çağrıyı yapabilir gibi geliyor; bu açıklığa kavuşabilir gibi geliyor.
Dünyayı açıklıkla görmek ama dünyayı açıklık, kendi önüne bakarak olabilecek bir şey değil; kendi önüne bakarak yazılan bir yazı — ne anlatırsa anlatsın — öznesi insan olan bir yazıdan kurtulmamız çok zor diye düşünüyorum.
U.P.: Çok teşekkürler Deniz Hanım. Bu program serisinin sonuna geldik, bugün de süremizi tamamladık. Ben ne kadar teşekkür etsem azdır size, eksik olmayın, ağzınıza sağlık. İyi ki geldiniz, iyi ki buradasınız. Çok çok teşekkürler.
D.G.: Ben de çok teşekkür ederim bu çağrınız, bu davetiniz için…
U.P.: Eksik olmayın. Antroposen Sohbetler'in bugün sonuna geldik. Bu iki bölümlük seride, ‘Canlıların Dili, Sessizliğin Hafızası’ başlığı altında Deniz Gezgin ile birlikte Antroposen kavramına, doğanın, tabiatın hafızasını ekleyerek bakmaya çalıştım. Çok kıymetli bir söyleşi olduğunu düşünüyorum. Önümüzdeki haftalarda tekrar Antroposen Sohbetler’de buluşmak üzere hoşçakalın.


