Hüsnükabul’de Waseem Ahmad Siddiqui ve Ferhat Kentel, Anil Ramdas’ın “In What Kind of Country Do I Live?” kitabında tartışmaya açtığı 450-B maddesinden yola çıkarak, bireyin kendisiyle, devletle ve toplumla kurduğu kırılgan ilişkiyi masaya yatırıyorlar.
Apaçık Radyo’da yayınlanan Hüsnükabul, sabahın sakinliğinde başlıyor fakat daha ilk dakikalarda Ferhat Kentel ve Waseem Ahmad Siddiqui’nin sesindeki gerilim, içinde yaşadığımız dünyanın tuhaf bir şekilde hem trajik, hem de komik oluşuna işaret ediyor.
Siyasetin geldiği nokta, haberlerin ağırlığı, toplumların yaşadığı çöküş hâlleri, hepsinin üst üste biriktiği bir atmosfer var. Ferhat Kentel ve Waseem Ahmad Siddiqui, bu karmaşık hissi tarif etmeye çalışırken bir yandan gülüyorlar — öyle bir gülüş ki, acının içinden süzülüp gelen, çaresizliği örten bir refleks gibi.

Waseem, bu çelişkili duygu hâlini, Hollanda’da yaşamış Hint kökenli gazeteci ve yazar Anil Ramdas’ın 2011’de kaleme aldığı ‘Ne biçim bir ülkede yaşıyorum?’ (In wat voor land leef ik eigenlijk) başlıklı kitabına getiriyor. Ramdas, Hollanda Ceza Kanunu’nun 450. Maddesi’nden yola çıkarak ‘yardım etmemeyi’ suç sayan bir yaklaşımı tartışıyor. Bir felaket varken başka tarafa bakmanın, bir insan yardım isterken yürümeye devam etmenin, sessiz bir seyirci gibi kalmanın ‘zihinsel istismar’ boyutuna varan bir suç ortaklığı olduğunu söylüyor. Hannah Arendt’in pasif sivillerin suç ortaklığına yaptığı vurgu da burada hatırlatılıyor. Waseem Ahmad Siddiqui ile Ferhat Kentel, Ramdas’ın gözlemlerindeki keskin gerçeği hissediyorlar: Bazen kanunlar bile insanların sahip çıkmadığı vicdanı hatırlatmak zorunda kalıyor.
Bu vicdani arayıştan Bangladeş’e uzanan haber akışı, programın duygusal tonunu birden ağırlaştırıyor. Waseem Ahmad Siddiqui ile Ferhat Kentel, Türkiye’de yaşayan Bangladeşli araştırmacı Mahmut Hasan Naim’in daha önce Açık Radyo’da anlattıklarını hatırlatarak, Şeyh Hasina Vecid döneminin uzun yıllara yayılan baskıcı, şiddet dolu siyasal sürecini özetliyorlar. 2009’da iktidara gelişinden itibaren Hindistan destekli bir tek parti yönetimine dönüşen sistem, askeri isyan bastırma operasyonunda öldürülen 57 subayla başlamış ve devamında binlerce muhalif, aktivist, öğrenci öldürülmüş veya kaybolmuş. 2013 Şapla Meydanı katliamında bir gecede bin kişinin öldürüldüğünden bahsediliyor. Üstelik tüm bunların medyanın baskı altına alındığı, ekonomik krizin derinleştiği, işsizliğin gençler için dayanılmaz bir noktaya geldiği bir ortamda yaşandığı vurgulanıyor.

Bu tartışmalar sürerken, Mahmut Hasan Naim’in yargılandığı mahkeme sürecinin canlı yayınlanması hatırlatılıyor ve hâkimin, “Öldürmeyi önlemek adına harekete geçmemekten suçlu bulundu” sözleri, programın başındaki temel soruyla birleşiyor: Bir şiddet yaşanırken ‘hiçbir şey yapmamak’ ne kadar büyük bir suçtur? Waseem Ahmad Siddiqui ile Ferhat Kentel,, dünyanın pek çok yerinde bu edilgenliğin, felaketlerin karşısında sessizliğin, yalnızca ahlaki değil, siyasal bir sorun olduğunu dile getiriyorlar.
Bangladeş’ten sonra rota İngiltere’ye çeviren Waseem Ahmad Siddiqui ile Ferhat Kentel, İşçi Partisi hükümetinin açıklamaya hazırlandığı yeni göç politikaları, son yılların en sert değişiklikleri olarak anlatıyorlar. Mülteci statüsünün süresinin kısaltılması, köken ülkenin ‘güvenli’ sayılması halinde zorla geri gönderme, maddi yardımların kesilmesi ve tüm bunlar, Nigel Farage’ın aşırı sağ popülist çizgisinin yükselişine karşı verilen panik bir siyasal tepki gibi değerlendiriliyor.
Bu noktada The Guardian’da yer alan dikkat çekici bir haber gündeme geliyor: Nigel Farage’ın okul yıllarında arkadaşlarına Hitler’i överek “gazlayın hepsini” dediğini aktaran tanıklıklar… Waseem Ahmad Siddiqui ile Ferhat Kentel, bugün Avrupa’da göç karşıtlığının, ırkçılığın ve nefret politikalarının toplumsal hafıza açısından ne kadar tehlikeli yerlere gittiğini konuşuyorlar.
Almanya’dan gelen göç verileri de aynı tartışmayı besliyor. Suriyeli sığınmacıların ülkeyi terk etme oranlarının artması, yeni başvuruların azalması açıklanıyor fakat programcıların asıl vurgusu şu: Yıllardır mülteciler hakkında kullanılan dilin ne kadar kırıcı, aşağılayıcı, hatta insanlık dışı olduğu… Bir insanın hayatta kalmak için ülkesini terk etmesinin bile politik tartışmalarda ‘tehdit’, ‘ucuz iş gücü’, ‘yabancı’ gibi kelimelere indirgenmesinin büyük bir trajedi olduğu konuşuluyor.
Bu sert politik analizlerin ortasında Ferhat Kentel, İzmir’de izlediği bir belgeseli anlatarak tüm tartışmaya bambaşka bir derinlik katıyor: Laurent Rodriguez’in Ay’a Gitsen Bile (Même si tu vas sur la lune)adlı filmi. Yedi yıl boyunca takip edilen Suriyeli gençlerin hikâyesi; ne tamamen Suriye’de, ne tamamen Fransa’da olabilen, ‘arada kalmışlığın’ bitmeyen kimlik mücadelesi… Belgeselin yönetmeninin babasının Franco rejiminden kaçmış biri olması hikâyeye çok katmanlı bir göç mirası ekliyor. Programda anlatılan sahneler, mülteciliğin siyasi bir tartışma olmaktan çıkıp insani bir deneyime dönüşmesini sağlıyor.
Hüsnükabul’ün son bölümünde ise İzmir’de yaşanan bir olay gündeme getiriliyor: 8 aylık hamile Suriyeli Esra Mayıl, geçici koruma kimliği almak için gittiği Göç İdaresi’nde gözaltına alınmış, Kendisi Alsancak polis merkezinde tutuluyor. Çağdaş Hukukçular Derneği, serbest bırakılması için çağrı yapıyor. Bu haber, programın başındaki temel temayı —‘gözünü kapama, görmezden gelme, pasif seyirci olma suçu’ — neredeyse sembolik şekilde tekrar yüzeye çıkarıyor.
Son dakikalarda Waseem Ahmad Siddiqui ile Ferhat Kentel, tüm bu ağır gündemin içinde küçük bir espriyle nefes almaya çalışıyorlar. Ömer Madra’nın Trump için kullandığı ironik ifade hatırlatılıyor; “Kendi tarzına sahip ilginç kişilikler”in siyaseti nasıl bir gösteriye dönüştürdüğü konuşuluyor.


