İklim Kuşağı Konuşuyor'da Atlas Sarrafoğlu, İzlanda’da görülen ilk doğal sivrisinekler ve Kuzey Pasifik’teki rekor sıcaklıklar üzerinden, iklim değişikliğinin gezegenin sınırlarını nasıl yeniden çizdiğini anlatıyor.
Merhaba sevgili Apaçık Radyo dinleyicileri, İklim Kuşağı Konuşuyor programına hoşgeldiniz, ben Atlas Sarrafoğlu. Bir iklim aktivisti olarak dünyanın da bizimle konuştuğuna inanıyor ve onu dinliyorum; bazen rüzgârın yönünü değiştiriyor, okyanuslar kaynıyor, bazen de adalet salonlarında yankılanan bir cümleyle kalbimize dokunuyor.
Her hafta bu programda, iklim krizinin, doğa mücadelesinin ve adalet arayışının sesini birlikte duymaya çalışıyoruz. Benim için haber yalnızca bir bilgi değil; direnişin, dayanışmanın ve umut arayışının bir parçası. Bugün yine dünyanın dört bir yanından gelen haberlerle, hem gezegenimizin hem insanlığın nabzını tutacağız.

Dünyanın en yüksek yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanı ICJ, İsrail’in Birleşmiş Milletler’in Filistinlilere yönelik ana insani yardım kuruluşu UNRWA’yıyasaklamasının ve Gazze ile işgal altındaki Batı Şeria’ya yardımı kısıtlamasının uluslararası hukuku ihlal ettiğine hükmetti.
Lahey’deki mahkeme, altı ay süren duruşmaların ardından bu danışma görüşünü açıkladı. Duruşmalarda, 40’tan fazla devlet ve uluslararası kuruluş, İsrail’in işgal ettiği topraklardaki Filistinlilere yardım girişini kolaylaştırma yükümlülüğünü açıkça ihlal ettiğini gösteren deliller sundu. Sadece ABD ve Macaristan, çoğunluk görüşüne karşı çıkarak, “askeri zorunluluk” ve “İsrail’in güvenliği” gerekçeleriyle bu yükümlülüğün sınırlanmasını savundu.
Bu dava, İsrail’in 2024 Ekim’inde UNRWA’yı yasaklamasının ardından açılmıştı. O dönem karar, tüm dünyada büyük tepki yaratmış, hatta İsrail’in Birleşmiş Milletler üyeliğinin askıya alınması çağrılarına yol açmıştı. Çünkü bu yasak, yalnızca insani yardımı engellemekle kalmıyor, BM’nin kurucu ilkelerini ve BM kurumlarının dokunulmazlıklarını da ihlal ediyordu.
Bugün gelinen noktada, ICJ’nin bu kararı, Filistin’e yönelik ablukaların uluslararası hukuk açısından açıkça yasa dışı olduğunu tescilleyen bir dönüm noktası niteliğinde. Ama ironik bir biçimde, aynı günlerde başka bir haber, dünyanın barış anlayışını da yeniden sorgulatıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun ofisi, Venezuelalı bir Nobel Barış Ödülü sahibinin, İsrail’in 'savaşta elde ettiği başarılar' nedeniyle Başbakan’a tebrik mesajı gönderdiğini duyurdu. Bu kişi, mesajında “İran ekseninin yalnızca İsrail’e değil, Venezuela’ya da karşı hareket ettiğini” söyleyerek, İsrail’i desteklemenin bu eksene karşı bir mücadele olduğunu savunuyordu.
Bu açıklama, Nobel Barış Ödülü’nün anlamını ve meşruiyetini yeniden gündeme getirdi. Tepkiler sertti: “Batılı hükümetlerin barışı sağlama biçimi artık sömürgeleştirmek, etnik temizlik yapmak ve Orta Doğu’da soykırım uygulamak haline geldi,” diyen yorumcular, ödülün artık barışın değil, Batı’nın kendi şiddetini erdem kisvesiyle meşrulaştırdığı bir sahneye dönüştüğünü söylüyor.
Gerçekten de, drone savaşlarının mimarı Barack Obama’dan, Arakan katliamıyla anılan Aung San Suu Kyi’ye, şimdi de Maria Corina Machado’ya uzanan ödül listesi, Batı’nın kendi üstünlüğünü altın bir mühürle kutlamasından başka bir şey değil. Machado’nun demokrasi kahramanı olarak sunulması, gerçekte ABD’nin çıkar politikalarının bir uzantısı. Amerikan fonlarıyla desteklenen projeler üzerinden darbeleri desteklemek, yabancı müdahale çağrıları yapmak ve ardından ödülünü alırken Donald Trump’a teşekkür etmek — bu, kimin hangi 'barış'ı temsil ettiğini açıkça gösteriyor.
Tüm bu sahte kahramanlık hikâyelerinin ortasında ise Greta Thunberg gibi isimler, gerçek direnişin sesini hatırlatıyor. Greta’nın mücadelesi bize şunu söylüyor: Barış, savaşlardan kâr edenlerin armağanı değil; bu düzenin kirli oyunlarını ifşa etmeye cesaret edenlerin eseri olabilir ancak. Greta gücünü madalyalardan ya da alkışlardan değil, inkâr üzerine kurulmuş bir dünyayı sarsan hakikatten alıyor.
O, ekolojik çöküşle emperyal sömürü arasındaki bağı kurduğu andan itibaren, Batı medyası için fazla “rahatsız edici” hale geldi. Bir zamanlar “küresel ikon” olarak yüceltilen Greta, şimdi 'bölücü' ya da 'tehlikeli' olarak yaftalanıyor — özellikle de Gazze ile dayanışmasını açıkça dile getirdiğinden beri.
Ve işte bu iki haber — biri Lahey’den, biri Nobel sahnesinden — bize aynı şeyi hatırlatıyor: Gerçek barış, diplomatik salonlarda değil; adalet talebinde, dayanışmada ve direnişte gizli. İsrail’in işgali, Batı’nın çifte standardı, gezegenin yok oluşu… bunların hepsi tek bir sistemin parçaları. Ve Greta gibi susturulmayı reddeden her genç ses, bugün hâlâ o sistemi sarsan en güçlü yankıyı yaratıyor.
Ama dünyanın başka köşelerinde, doğa ve iklim cephesinde de sessiz bir savaş sürüyor.

Brezilya hükümeti, Amazon Nehri’nin ağzında yer alan ekolojik açıdan son derece hassas Foz de Amazonas havzasında petrol sondajına onay verdi. Bu karar, ülkenin COP30 iklim zirvesine ev sahipliği yapmaya hazırlandığı ve Devlet Başkanı Lula da Silva’nın kendisini “küresel iklim lideri” olarak konumlandırmaya çalıştığı bir dönemde geldi.
Ancak çevre örgütleri bu adımı, Lula’nın tüm iklim vaatlerini boşa düşüren bir çelişki olarak görüyor. Çünkü bu bölge, dünyanın en zengin deniz biyoçeşitliliğine sahip alanlarından biri; güçlü akıntılar, fırtınalar ve kırılgan ekosistemlerle dolu. Brezilya’nın çevre kurumu Ibama, daha önce burada yaşanabilecek olası bir petrol sızıntısının geri dönüşü olmayan deniz yaşamı kayıplarına yol açabileceğini belirtmişti.
Yerli topluluklar yeterince dinlenmeden alınan bu karar, ülkenin fosil yakıtlara bağımlılığını derinleştiriyor. Petrobras ise petrol gelirlerinin enerji dönüşümünü finanse edeceğini iddia ediyor. Fakat sızdırılan iç raporlar, şirketin olası bir sızıntı durumunda doğayı koruyabileceğini hâlâ kanıtlayamadığını gösteriyor.
Sivil toplum örgütleri şimdi hukuki mücadeleye hazırlanıyor. Eleştirmenlere göre bu proje, 21. yüzyılın iklim politikalarının merkezindeki büyük ikilemi simgeliyor: Bir yanda “yeşil dönüşüm” ve “iklim adaleti” vaatleri, diğer yanda okyanusun ortasında açılan yeni bir petrol kuyusu.
Tam da Amazon’un kaderi tartışılırken, dünyanın başka bir ucunda doğa hukukunda tarihi bir adım atıldı.

Geçtiğimiz hafta, dünyanın en büyük çevre ağı olan Uluslararası Doğa Koruma Birliği – IUCN, Abu Dabi’de toplandı. Devletlerin, kamu kurumlarının, sivil toplum kuruluşlarının ve yerli halkların da aralarında bulunduğu bin 400’den fazla üye kuruluş, doğayı koruma alanında önümüzdeki 20 yılın yönünü belirleyecek kararları tartıştı.
“Dönüştürücü korumayı güçlendirmek” temasıyla yapılan kongrede, iklimden biyoçeşitliliğe, sağlıktan plastik kirliliğine kadar uzanan yaklaşık 150 önerge kabul edildi. Bunlar arasında en dikkat çekici olanı ise, doğayı koruma tarihinde yeni bir sayfa açan 61 numaralı önerge: Ekokırımın suç olarak tanınması oldu.
Ekokırım, yani doğaya kasten zarar verme eylemi, artık uluslararası hukukta ağır bir suç olarak tanınma yolunda. IUCN, devletlere bu suçu hem ulusal hem de uluslararası hukukta tanımlamaları çağrısında bulundu. Ayrıca, Roma Statüsü’ne — yani Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin temel metnine — bir değişiklik eklenmesi ve ekokırımın hem savaş hem de barış zamanında açıkça suç olarak kabul edilmesi önerildi.
Bu karar, yalnızca çevre koruma açısından değil, adalet anlayışında da bir dönüşümün habercisi. Çünkü şu ana kadar çevreye verilen büyük zararlar, örneğin ormanların yok edilmesi ya da ekosistemlerin tahribatı, insanlığa karşı suçlar gibi doğrudan yargılanamıyordu. Artık bu, değişmek üzere.
Önerge, Vanuatu’nun öncülüğünde sunuldu ve Fiji, Samoa ile Kongo Demokratik Cumhuriyeti gibi ülkelerin desteğini aldı. Daha önce Belçika, ekokırımı Ceza Kanununa dahil eden ilk Avrupa ülkesi olmuştu. Şimdi, bu kararın etkileri Aralık ayında Nairobi’de yapılacak BM Çevre Meclisi’ne taşınacak. Burada, “Ekokırımın Suç Olarak Tanınması” başlıklı karar tasarısı dünya liderlerinin önüne gelecek.
Stop Ecocide International’ın kurucularından Jojo Mehta, bu gelişmeyi şöyle özetledi: “Artık yön belli — ekokırım yasası, ahlaki bir çağrı olmaktan çıkıp, ortak bir hukuk önceliğine dönüşüyor.”
Bu karar, dünyanın her yerinde doğa savunucuları için tarihi bir dönüm noktası olarak görülüyor. Artık mesele yalnızca doğayı korumak değil; doğaya zarar vermeyi bir suç olarak yargılamak. Ve bu, insanlığın doğayla ilişkisini kökten değiştirebilecek bir adım.
Ama doğa sadece mahkeme salonlarında değil, kendi sessiz diliyle de konuşmaya devam ediyor.

İzlanda’nın uzun, dondurucu kışları bugüne kadar onu sivrisineklerden koruyordu — ama bu doğal bariyer artık ortadan kalkıyor olabilir. Bu hafta bilim insanları, ülkede doğada yaşayan ilk üç sivrisineği keşfettiklerini duyurdu. Böylece İzlanda, Antarktika dışında sivrisinek görülmeyen tek ülke olma özelliğini yitirdi.
Bu keşif, başkent Reykjavik’in kuzeyindeki Kiðafell, Kjós bölgesinde yapıldı. Böcek gözlemcisi Björn Hjaltason, 16 Ekim akşamı “garip bir sinek” fark ettiğini ve onu yakaladığını paylaştı. Ardından, İzlanda Doğa Bilimleri Enstitüsü’nden entomolog Matthías Alfreðsson, bölgeye giderek iki dişi ve bir erkek sivrisinek örneği topladı. Türün, soğuk iklimlerde de yaşayabilen Culiseta annulata olduğu belirlendi.
Alfreðsson, daha önce yalnızca bir uçakta tek bir sivrisinek örneğine rastlandığını belirterek, bunun ülke tarihinde ilk doğal sivrisinek kaydı olduğunu söyledi. Bu tür, Kuzey Afrika’dan Sibirya’ya kadar geniş bir bölgede yaşıyor ve soğuğa karşı dayanıklılığı ile biliniyor — çünkü yetişkin sivrisinekler kışı korunaklı alanlarda geçirerek dondurucu havayı atlatabiliyor.
Bilim insanları, bu sivrisineklerin İzlanda’ya gemi ya da konteynerlerle taşınmış olabileceğini düşünüyor. Ancak asıl merak edilen soru şu: Bu tür, İzlanda’nın kışını atlatabilecek mi, yoksa ilkbaharla birlikte yok mu olacak?
Uzmanlar, keşfi doğrudan iklim değişikliğine bağlama konusunda temkinli. Yine de artan sıcaklıkların, yeni sivrisinek türlerinin yerleşmesi için elverişli koşullar yarattığı görüşü ağırlık kazanıyor. Yale Üniversitesi’nden Prof. Colin Carlson, “İklim değişikliği bu durumu daha olası hale getirmiş olabilir ama doğrudan etkisini henüz bilmiyoruz,” diyor.
İzlanda son yıllarda rekor sıcaklıklar yaşıyor. Örneğin bu yıl mayıs ayında, bazı bölgelerde sıcaklıklar normalin 10 derece üzerine çıktı. World Weather Attribution ağına göre, bu tür aşırı sıcakların yaşanma olasılığı iklim değişikliği nedeniyle 40 kat arttı.
Kısacası, İzlanda’da görülen bu üç küçük sivrisinek, belki de büyük bir hikâyenin ilk işareti. Gezegen ısındıkça, doğanın sınırları değişiyor — ve bir zamanlar “soğukla korunmuş” yerler bile artık değişimin dışında kalamıyor.

Ve dünyanın kuzeyinde buzlar çözülürken, Pasifik Okyanusu’nda sular kaynıyor.
Kuzey Pasifik bu yaz tarihin en sıcak dönemini yaşadı — öyle ki, bilim insanları bile nedenini tam olarak açıklayamıyor.
BBC’nin analizine göre, Temmuz ile Eylül ayları arasında deniz yüzeyi sıcaklıkları rekor kırdı. 2022’deki en yüksek seviyenin de 0,25°C üzerine çıkan bu sıcaklıklar, Akdeniz’in on katı büyüklüğünde dev bir alanı kapsıyor.
Elbette, iklim değişikliği denizleri ısıtıyor; ama uzmanlara göre bu kez yaşanan şey alışılmışın çok ötesinde. ABD merkezli Berkeley Earth araştırma grubundan iklim bilimci Zeke Hausfather, “Bu kadar geniş bir bölgede bu kadar büyük bir sıcaklık sıçraması gerçekten olağanüstü,” diyor.
Bilim insanları bu bölgeye “sıcak leke – warm blob” adını veriyor. Asya’nın doğu kıyılarından Amerika'nın batısına kadar uzanan bu dev alanda, 2025 yazı boyunca sıcaklıklar iklim modellerinin bile öngöremediği kadar yüksek seyretti.
Peki neden? Araştırmalar, zayıf rüzgârların okyanus yüzeyindeki sıcak suyu karıştırmadan tuttuğunu gösteriyor. Ancak bu etki bile tek başına rekor sıcaklıkları açıklamaya yetmiyor.
Bilim insanlarına göre bir başka neden, 2020’de gemi yakıtlarında yapılan değişiklik. Yeni yakıtlar daha temiz, yani artık atmosfere daha az sülfür dioksit salınıyor. Ama sülfür aynı zamanda Güneş ışığını yansıtan ince bir sis tabakası oluşturuyordu — bu da gezegeni bir miktar serin tutuyordu. Şimdi o tabaka yok; yani daha temiz hava, daha sıcak bir okyanus anlamına geliyor.
Ayrıca Çin’deki hava kirliliğini azaltma çabalarının da aynı etkiye katkı yaptığı düşünülüyor.
Sonuç olarak, Kuzey Pasifik adeta kaynıyor. Ve bu durum sadece bir iklim anomalisinden ibaret değil — belki de temiz hava politikalarının bile küresel ısınmayla nasıl karmaşık bir şekilde bağlantılı olduğunu hatırlatan çarpıcı bir uyarı.
Evet sevgili İklim Kuşağı Konuşuyor dinleyicileri; dünyanın farklı köşelerinden gelen bu haberler bize aynı şeyi fısıldıyor aslında: Barış, yalnızca savaşların bitmesi değil; adaletin başlamasıdır ve iklim adaleti de bu hikâyenin tam kalbinde duruyor.
Bir yanda Filistin’de engellenen insani yardım, diğer yanda Amazon’un derinliklerinde açılan yeni petrol kuyuları… İzlanda’da görülen üç küçük sivrisinek bile, değişimin artık her yerde olduğunu söylüyor bize. Doğa, hukuk, siyaset, medya — hepsi birbiriyle bağlantılı; hepsi aynı soruyu soruyor: Biz bu gezegende nasıl bir iz bırakmak istiyoruz?
Belki de artık ödüllerle değil, direnişle ölçülen bir vicdana ihtiyacımız var. Çünkü gerçek barış, diplomasi masalarında değil; Greta’nın sesinde, Amazon’un toprağında, kaynayan okyanuslarda ve direnen topluluklarda yaşıyor. Ben inanıyorum ki, dünya hâlâ değişebilir — yeter ki biz, sessiz kalmayalım. Haftaya Cuma yine aynı saate buluşana dek, kendinize, sevdiklerinize ve en önemlisi de evimiz olan gezegenimize lütfen çok iyi bakın.


