Antroposen Sohbetler’de Utku Perktaş, iklim değişimi ile biyoloji arasındaki karşılıklı etkiyi ve ‘gezegenin eylemliliği’ fikrini masaya yatırıyor; ‘İklim mi yaşamı şekillendiriyor, yaşam mı iklimi?’ sorusuna bilimsel örneklerle yaklaşıyor.
Satırbaşları:
- İklim değişikliği yalnızca termometredeki değerlerin yükselmesi değil; yaşamın kurallarının yeniden yazıldığı bir süreç.
- İklim, canlılar için bir sahnedir; ama bu sahnenin dekorunu da oyuncuları, yani yaşamın kendisi, sürekli değiştirir.
- Yaşam nehirleri, nehirler toprağı şekillendirir.
- İklim değişikliği, doğanın biyolojik dokusuna doğrudan bir müdahaledir.
- Kendimizi doğadan ayrı değil, onun evrilen bir parçası olarak görmeyi başarabilirsek, bu içsel dönüşüm kararlarımızı da dönüştürebilir.
- Gezegenin kıdemlileri biz değil, yaşamın ta kendisidir.
- Küresel gerçekleri yerel ihtiyaçlarla buluşturmak, hem bilimsel hem etik bir zorunluluktur.
- İklim yaşamı, yaşam iklimi etkiler.
Bugün gezegenimizle kurduğumuz o karmaşık bağa biraz daha yakından bakıyoruz; biyolojik, felsefi hatta politik köklerine inmeye çalışıyoruz. Önümüzdeki kaynaklar bu çeşitliliği gösteriyor: Bir yanda iklim değişikliğinin biyolojik temellerine odaklanan bilimsel bir makale, diğer yanda doğayla ilişkimizi sorgulayan felsefi bir deneme ve bilimin, iklimin, sağlığın politika ile nasıl iç içe geçtiğini gösteren bir haber analizi.
Amacımız şu soruları netleştirmek: İklim değişikliği neden sadece bir çevre sorunu değil de özünde biyolojik bir hikâye? 'Doğa' derken neyi kastediyoruz? Bu algı davranışlarımızı nasıl şekillendiriyor ve politik kararlar gezegenle ve bilimle ilişkimizi ne kadar derinden değiştirebiliyor?
Bazen kendimizi doğanın kalbinde, onun bir parçası gibi hissederiz; bazen de dışarıdan bakan, hafif yabancılaşmış bir gözlemci gibi. Bu ikilem bugünkü sohbet için verimli bir başlangıç noktası. İklim ve yaşam arasındaki etkileşimlere, geri bildirim döngülerine bakıyorum; kendimizi neden ve nasıl doğadan ayrı tuttuğumuzu sorguluyorum. Ardından bu hassas dengeyi etkileyen örneklere geçiyorum. Bugün özellikle 'ölçek' kavramı öne çıkıyor: Küresel süreçlerin yerel gerçekleri nasıl etkilediğini anlamak neden bu kadar kritik?
İklim değişikliği yalnızca termometredeki değerlerin yükselmesi değil; yaşamın kurallarının yeniden yazıldığı bir süreç. İklim, canlılar için adeta bir sahne: Nerede yaşayacakları, ne zaman üreyecekleri, ne zaman göç edecekleri, kiminle etkileşime girecekleri — yani fenolojileri — iklim tarafından belirleniyor ama ilişki tek yönlü değil; yaşam da iklimi şekillendiriyor. Bitkiler atmosferden karbondioksit alıp oksijen vererek karbon döngüsünü sürdürür; ormanlar ve bozkırlar farklı albedo özellikleriyle Güneş ışığını farklı yansıtır; bitkilerin topraktan su alıp yapraklardan atmosfere vermesi (buharlaşma-terleme) enerji ve su döngülerini etkiler. Bu karşılıklı etkileşim, yani geri bildirim döngüleri, iklim değişikliğini doğrudan biyolojik bir mesele hâline getirir.
İklim değişikliği yalnızca termometredeki değerlerin yükselmesi değil; yaşamın kurallarının yeniden yazıldığı bir süreç
Somut örnekler çarpıcıdır: Son yıllarda dünyanın pek çok yerinde devasa orman yangınları görüyoruz — Kaliforniya, Kanada, Akdeniz, Sibirya, Avustralya. Yangını başlatan sebep kimi zaman insan hatası olsa da, yangınların bu kadar kolay başlaması, hızlı yayılması ve yıkıcı olması; uzayan kuraklıklar, artan sıcaklıklar ve kupkuru bitki örtüsü gibi iklimin değiştirdiği koşullarla ilgilidir. Biyolojik sonuçlar ağırdır: Yaşam alanları yok olur ve parçalanır; popülasyonların sayıları ve dağılımları değişir; bitkilerin çiçeklenme zamanları, hayvanların göç takvimleri — fenoloji — altüst olur; besin ağları zarar görür. Bu, doğanın biyolojik dokusuna doğrudan müdahaledir.
Isınmanın gerçekten yaşandığı ve normalin dışında olduğu enstrümantal kayıtlarla da açıktır. Termometrelerle yapılan hassas ölçümler son 150 yılın net bir resmini verir. Daha eski dönemlere uzanmak için doğanın 'arşivleri'ne bakılır: ağaç halkaları, mercan iskeletlerinin kimyasal izleri, buz çekirdeklerindeki hava kabarcıkları, göl ve okyanus tabanındaki tortul katmanlar. Bu dolaylı veriler (proxy) bize şunu anlatır: Dünya iklimi geçmişte de doğal olarak değişmiştir. Son 400 bin yıl içinde sıcaklık 10°C’den fazla oynamış; atmosferik CO₂ düzeyleri yaklaşık 180–280 ppm arasında gidip gelmiştir. Ancak son 100 yılda, özellikle 1950’lerden itibaren gözlenen ısınmanın hem hızı hem eğimi olağan dışıdır; son 40 yılda bu sıçrama daha da belirginleşir.
Fiziksel mekanizma kısaca şöyledir: Dünya bir enerji bütçesine sahiptir; Güneş’ten enerji alır, bir kısmını uzaya geri yayar. Atmosferdeki sera gazları (su buharı, CO₂, metan) gezegenden yayılan ısının bir kısmını tutarak dünyayı yaşanabilir sıcaklıkta tutar. Bu doğal ve gereklidir; aksi hâlde gezegen donar. Sorun, insan faaliyetlerinin — özellikle sanayi devriminden beri fosil yakıt kullanımı ve ormansızlaşmanın — bu 'battaniyeyi' kalınlaştırmasıdır. Sanayi öncesi dönemde yaklaşık 280 ppm olan CO₂ düzeyleri bugün 410–420 ppm bandına yükselmiştir. Battaniye kalınlaşınca daha fazla ısı içeride kalır ve gezegen ısınır. Sonuçlar biyolojiktir: Okyanuslar ısınır, mercanlar beyazlar; karada kuraklık artar, yangın riski yükselir; türlerin fenolojik takvimleri şaşar; zincirleme tepkimeler oluşur.
İklimi etkileyen doğal etkenler de vardır: Güneş aktivitesinin 11 yıllık döngüleri, Dünya yörüngesindeki on binlerce yıllık değişimler (Milankoviç döngüleri), büyük volkanik patlamaların geçici soğutma etkileri, El Niño gibi okyanus salınımları… Proxy veriler geçmişte CO₂ ile sıcaklığın çoğunlukla birlikte değiştiğini gösterir. Ancak bugünkü ısınma, bilinen doğal etkenlerin toplamıyla açıklanamayacak kadar hızlıdır. İklim modelleri de bunu doğrular: Sadece doğal etkenler kullanıldığında 1950 sonrası keskin ısınma yakalanamaz; insan kaynaklı sera gazı artışı eklendiğinde model sonuçları gözlemlerle büyük ölçüde örtüşür. Geri bildirim döngüleri (örneğin buz-albedo geri bildirimi) ısınmayı daha da hızlandırır: Buz eridikçe ortaya çıkan koyu yüzey daha fazla güneş enerjisi soğur, ısınma artar.
Gezegenin Eylemliliği Üzerine
Buradan felsefi bir çerçeveye geçiyorum. İnsanlık tarihini çoğu zaman gezegen tarihinin içinde küçücük bir an gibi düşünürüz; oysa yalnızca insanı değil tüm yaşamı kastedersek, gezegenin 'kıdemlileri' yaşamın kendisidir. Yaşam yaklaşık 3,7 milyar yıldır burada; evrenin yaşı yaklaşık 13,8 milyar yıl olduğuna göre yaşam, kozmik zamanın dörtte birinden fazlasını kapsar. Bu çerçevede 'eylemlilik' — çevreyi şekillendirme yetisi — yalnız insana özgü değildir. Tek hücrelilerde bile basit eylem biçimleri görülür: Kimyasal izleri izleyerek besine yüzen bakteriler, kimyasal sinyallerle haberleşen kolektif mikroorganizmalar. En çarpıcı örneklerden biri siyano bakterilerdir: Fotosentezle atmosferi oksijenle zenginleştirerek yalnız kimyayı değil jeolojiyi de dönüştürmüşlerdir. Okyanuslardaki çözünmüş demiri oksitleyip çöktürerek devasa demir yataklarını oluşturmuş, 'kızıl çöl manzaralarını' adeta yaşam boyamıştır. Bu perspektif, 'benzersiz eylemlilik' iddiamızı sarsar: Yaşam, var olduğu andan itibaren gezegeni sürekli şekillendirmiştir. Cyanobakterilerin oksijen üretimi kara bitkilerinin evrimine zemin hazırlamış, kara bitkileri kökleriyle toprağı tutarak nehirlerin akışını ve mendereslerin oluşumunu etkilemiştir. Yaşam nehirleri, nehirler toprağı şekillendirir. Bu, başta konuştuğumuz 'iklim yaşamı, yaşam iklimi etkiler' döngüsünün milyarlarca yıllık derin bir yansımasıdır. Bizden çok farklı görünen canlılarda — süngerler, mercanlar ve özellikle ahtapotlar gibi zeki omurgasızlarda — zihinsel yaşamın, sosyal davranışların kökleri bulunabilir. Eski yuvalarına tekrar dönen kakadular ve 'ahtapot köyleri' gibi örnekler, ev ve yerleşim kavrayışımızın ne kadar benzersiz olduğunu yeniden düşündürür. Özetle, içinde yaşadığımız ekolojik gerçeklik — “ortak arena” — milyarlarca yıllık eylemlerin birikimli sonucudur. Biz de bu arenanın parçasıyız; hem de güçlü ve etkili bir parçası.
Gezegenin kıdemlileri biz değil, yaşamın ta kendisidir
Bu çerçeveden 'ölçek' meselesine dönüyorum. Küresel iklim modelleri gezegenin genel gidişatını, büyük resmi gösterir; ancak uyum kararları yerelde alınır: Hangi tarım ürününün ekileceği, suyun nasıl yönetileceği, kıyıların nasıl korunacağı, şehirlerin sele karşı nasıl dayanıklı kılınacağı gibi kararlar doğrudan yerel bağlama bağlıdır. Bu yüzden küresel model çıktılarının, belirli bir nehir havzasının ya da bir şehrin coğrafyası, arazi yapısı, nüfus yoğunluğu gibi özgün koşulları dikkate alınarak daha ayrıntılı çözünürlüğe indirilmesi gerekir. Bilimde buna 'yerel ölçeğe indirme' (downscaling) denir; tüm ülke için yapılan bir hava tahminini, yaşanılan mahalle için daha hassas bir tahmine dönüştürmeye benzer. Bu yalnız teknik bir mesele değildir; etkili kararlar alabilmek ve o yerdeki biyolojik gerçekliği, yani canlıların nasıl etkileneceğini anlamak için kritik önemdedir. Hatta bu yaklaşım “ölçek okuryazarlığı” olarak adlandırılır ve hem bilimsel hem etik bir sorumluluk olarak görülür.
Etik boyut şuradan gelir: Küresel bir sorunun yerel etkilerini doğru anlamazsak, alınan önlemler yetersiz kalabilir ya da yanlış hedeflere yönelebilir; kaynaklar boşa harcanır. Daha önemlisi, belirli bir türün veya popülasyonun kaybı yalnız biyolojik bir eksilme değildir; çoğu zaman bölgenin kültürü, geçim kaynakları ve yerel kimlik duygusuyla iç içedir. “Ortak arena”nın parçası olan bu ilişkiler görmezden gelindiğinde, kararlar doğrudan insanların ve diğer canlıların yaşamlarını olumsuz etkiler.
Toparlarsam: İklim değişikliği yaşamın dokusunu temelden değiştirir; bu derinlemesine biyolojik bir süreçtir. Kendimizi doğadan ayrı mı yoksa onun bir parçası mı gördüğümüz — yani felsefi duruşumuz — bu sürece yaklaşımımızı belirler. Ve küresel gerçekleri yerel ihtiyaçlarla buluşturan ölçek okuryazarlığı, bu karmaşık denklemde vazgeçilmez bir araçtır. Son bir düşünceyle bitirmek isterim: Kendimizi doğadan ayrı varlıklar olarak değil, doğanın bizzat kendisi — evrilen, sürekli değişen bir parçası — olarak görmeyi başarabilirsek, bu içsel dönüşüm; iklim politikalarının tasarımından bilimsel araştırmalara kaynak ayırmaya, küresel işbirliği pratiklerine kadar karar süreçlerimizi nasıl dönüştürür? Çevreyi dışımızdaki bir kaynak deposu ya da yönetilmesi gereken bir sorun yumağı değil, kendi varlığımızın ayrılmaz ve genişletilmiş bir parçası olarak görmek, bizi daha bilge ve daha sorumlu kararlara yöneltebilir mi? Üzerine düşünmeye değer.