"Gerçek gazetecilik mücadelesi ile demokrasi mücadelesi iç içe geçmiş durumda"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik'te Ali Bilge, 'medya Ombudsmanı' Faruk Bildirici'nin haberleştirdiği gazetecilere sorulacak soruların verilmesi meselesi üzerinden Türkiye'deki ve dünyadaki basının işlevine ve vatandaşlık gazeteciliğine mercek tutuyor.

""
Ekonomi Politik: 29 Eylül 2025
 

Ekonomi Politik: 29 Eylül 2025

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, merhaba Ferhat Bey!

Ferhat Kentel: Merhaba, hoşgeldiniz!

Ö.M.: Nasıl durumlar? Çok karmaşık... Demin sözünü ediyordunuz, konuşulamayan haberler bülteni gibi bir şey oluyor.

A.B.: Değinemediğimiz, arta kalan konularımız çok fazla, dünyanın ve Türkiye’nin gündemine yetişemiyoruz ancak geçen haftadan intikal eden çok önemli bir konu var; Erdoğan - Trump görüşmesi öncesi ve sonrasında yaşananlar, yapılan anlaşmalar ve Beyaz Saray’daki manzara. Bunlar uzun yıllar zihinlerde yer edecek ve konuşulacak. Trump kralların kralı pozisyonunda, tiranların tiranı pozisyonunda; ülkelere, liderlerine ‘meşruiyet’ (uygunluk) veren ve sicil amiri pozisyonunda bir başkan! Trump - Erdoğan görüşmesi - bilhassa ‘meşruiyet’ verilmesi - bana siyasi tarihimizde yer eden 1964 yılına yaşanan Johnson mektubu’nu anımsattı ama tüm görüşmeler ve açıklamalar bana kalırsa Johnson mektubundan çok daha ağır. Bu mektubu hatırlamakta fayda var.

Ö.M.: Lütfen. Johnson mektubu deyince bizim kuşak dışındakiler pek hatırlamayacaklardır.

A.B.: 1960’lı yıllarda Türkiye’nin hala devam eden Kıbrıs sorunu yine alevlenmişti. Kıbrıs, Rumlar ve Türkler iki toplumlu bir cumhuriyetti, etnik çatışmalar, katliamlar ve iç karışıklıklar nedeniyle 1964 yılında Türkiye askeri müdahale hakkını kullanmak istedi, 1959 Londra garantör anlaşması çerçevesinde tanımlanan yetkisini kullanmak istedi. Askeri müdahale hazırlıkları yapılırken, uçaklar neredeyse havadayken ABD tarafından bu operasyon engellendi.

Suikast ile öldürülen Başkan Kennedy'nin yardımcısı Lyndon Johnson, ABD başkanı olmuştu. Johnson, dönemin başbakanı İsmet İnönü'ye bir mektup gönderdi. Bu mektubun basın tarihimizde de son derece önemli bir yeri vardır. Gazeteci rahmetli Cüneyt Arcayürek’in haberleştirdiği bir mektuptur. Mektup, Türkiye’nin adaya Türkleri korumak amacıyla yapılacak müdahaleyi engelledi, Türkiye’ye geçit vermedi.

Gerekçesi mektuptaydı. Mektubun maddelerine tekrar baktım, bugünkü mü ağır, o günkü mü ağır’ karşılaştırması yapma ihtiyacı duydum. Mektubun detaylarına girmek istemiyorum ama en önemli madde şu; Kıbrıs'a yapılacak askeri harekâtın Sovyetler Birliği ile çatışmaya yol açabileceği endişesi ve uyarısı belirtiliyor. Türkiye’nin kullanacağı uçakların ve silahların NATO silahları olduğunu, NATO ve ABD‘nin bu silahları Türkiye’nin kullanmasına onay vermediğini söylüyor. Bu mektup, o dönemde muazzam bir infial yaratmıştı. Türkiye müdahale edemedi ve çaresizlik içinde kıvrandı.

Mektup ve sonrasında yaşananlar Türkiye'de antiemperyalist akımların ve anti Amerikancılığın aşırı yükselmesine neden oldu. Başbakan İsmet İnönü de akıllardan çıkmayan bir açıklamada bulundu; “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini bulur” dedi. Bu, vaziyetin ağırlığını anlatan bir cümleydi. Bugünkü gibi ‘ya Rabbi şükür’ demedi. Bugün yaşanan meşruiyet krizi, Türkiye'nin siyasal tarihinde, dış politika tarihinde yer edecek önemli, ağır ve onur kırıcı bir durumdur. Meşruiyet krizi iç siyasette de ziyadesiyle karşılığını buluyor, geçiştirilmeyecek bir olaydır.

Sormamız gereken sorular bulunuyor; Trump’ın iktidara verdiği meşruiyetin içeriği ve kapsamı nedir? Türkiye’de otokratik rejimin sınırlarını artıracak bir meşruiyet mi alınmıştır? CHP kuşatmasının daha da uç noktalara gitmesini sağlayabilecek bir otokratik genişleme mi söz konusu olacaktır? Bugün bunun gibi sorular kafaları meşgul etmektedir. Kolay kolay geçiştirilmesi mümkün olmayan bir meşruiyet krizinin, o görüşme ve o manzaranın Johnson mektubundan daha da ağır bir psikolojik ortam yarattığını söyleyebiliriz.

F.K.: Ali Bey, başka bir konuya geçmeden ben sadece bir şeyin altını çizmek istiyorum, saraydaki ve uçaktaki hazır sorularla oluşturulan bu manzaraların da bir altını çizelim aslında isterseniz; sarayda o beden dilleri, Trump'ın ‘Çok zeki çocuklar bunlar’ deyip öyle neşeli tavırları, oradaki Türk bürokrasisinin bir takım insanların pişkin pişkin tebessüm ediyor olmaları vb. Gerçekten Johnson mektubundan çok daha ağır geliyor bana. Ecevit'in Clinton'ın karşısında el-pençe divan duran fotoğrafları çok dolaştırılmıştı ‘ne biçim şey’ bu diye. Belki bu onun çok daha acı bir versiyonu aslında. Orada Ecevit muhtemelen Clinton ile çok daha samimi bir şey konuşuyor, dalga geçmek yok, alay yok ama burada alenen bir alay var, birileri alaya maruz kalıyor ve bunu sadece gülerek geçiyorlar. Mektup ve sonra sorular soruluyor, o sorular önceden Faruk Bildirici tarafından öğrenildi. Açıkçası kelimelerimi dikkatli seçmeye çalışıyorum ama çok acıklı, insanın midesini ağrıtan bir takım görüntülerdi onlar.

A.B.: İçinde bulunduğumuz ortam nedeniyle durumun vahametini sıfatlaştırmakta zorlanıyoruz. Ancak ‘meşruiyet verme açıklaması’ ABD ile 1945 sonrası yaşanan krizlerin en ağırıydı. Üstelik bu ağır manzaraya gülüp geçen bir lider ve kadrosu bulunmaktaydı. 1964’te basın, Johnson mektubunu haberleştirildi, manşetlerden düşmedi, basın bugünle kıyaslanmayacak şekilde özgürdü.

Faruk Bildirici’ye gelen ve gazetecilik tecrübesiyle gelen bilgiyi ispatladığı konu yani gazetecilere sorulacak soruların verilmesi meselesi bilinen bir durumdu. Bildirici, bunu ispatlamış, teyit etmiş oldu. İletişim Başkanlığı sürekli böyle bir hizmette bulunuyor gazetecilere.! Şunu söyleyelim ki hepimiz biliyoruz; bu gazeteciler ‘iliştirilmiş’ gazeteciler. Zaten Türkiye medyasının çok büyük bir bölümü iktidarın elinde, emrinde %98-99 oranında neredeyse. Bu gazeteciler de burada iktidarın istediği şekilde görev yapıyorlar yani aslında gerçek gazetecilik ile ilişkileri yok. Bu manzara gerçekten son derece ağır. Ecevit, mesellere çok hakimdi, ayrıca onların konuştuğu lisanla konuşuyordu. Ecevit’in bahsettiğiniz fotoğrafı, iç politikada kullanıldı. Ecevit'in yaşlılığına ve hastalığına denk geldi; 1974 ve sonrası görüşmelerde böyle fotoğraf göremezsiniz. Dolayısıyla mevcut durum kıyaslanacak ise Johnson mektubu ile kıyaslanmalı, 1964’ten daha ağır bir manzaraydı.

Ö.M.: Evet, ben de burada ufak bir müdahalede bulunayım izninizle; Faruk Bildirici, ‘medya ombudsmanı’ diye biliniyor, uzun yıllar Hürriyet’te bu görevi yaptıktan sonra şimdi bağımsız yazar olarak T24'te ve başka yerlerde de yazıyor. Çok ilginç bir şey çıkarttı ortaya; Cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'a uluslararası seyahatlerinde eşlik eden gazetecilerin sorduğu soruların önceden yazıldığını ortaya çıkardı ve bunu yakın bildiği birkaç gazeteciyle paylaştı.

A.B.: Noter bulamadığı için iki arkadaşla paylaştı.

Ö.M.: Evet, aynen öyle ‘Notere tescil ettirecektim” diyor. Orada tartışmaya dair Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan da kendisine bir cevap verdi. Köşe yazısında kendisinin açıklamalarını yani Hakan'ın bir köşe yazısındaki açıklamalarını çarpıttığı görülüyor. Faruk Bildirici de bugün köşe yazısında bunu söylüyor, T24’te gördüm. Sosyal medya hesabında yaptığı paylaşımda gazetecilerin sorularının uçuştan önce kendisine ulaştığını belirtmiş ve bu durumun basın özgürlüğü ve gazetecilik etiği açısından ciddi soru işaretleri doğurduğunu dile getiriyor ve “Sen bir yalancısın Ahmet Hakan. Bugüne değin çok az kişiye yalancı demişimdir. Hep kaçmışımdır bu kelimeyi kullanmaktan ama sen bu sözcüğün hakkını verdin” diyor Hakan'a. “Evet, adamın teki olarak sana soruyorum, Cumhurbaşkanlığı uçağında razı olduğun basın toplantısı mizanseninin benzerini daha önce hangi lider uyguladı?” diye de soruyor. Bunu hatırlatmak isterim.

A.B.: AKP’nin otokrasiye geçtikten sonra medya manzaralarımız hep böyle oldu. Evet, önceden soruların gönderilmesi meselesi biliniyordu, bunların belgesi dışarıya sızmıyordu. ancak şu ya da bu nedenle bazıları artık rahatsız olmuş ya da durumun açığa çıkması başka bir nedenle isteniyor olmuş.

Arkadaşımız Faruk Bildirici de Johnson mektubunu haberleştiren rahmetli Cüneyt Arcayürek gibi çok önemli bir habere imza attı. Ahmet Hakan dahil hepsinin takke düştü kel göründü.

Ahmet Hakan'a da Bildirici haddini bildirdi’ diye yazdım ben de. Yaşananlar o kadar kötü ki sıfat bulmakta zorlanıyoruz, içinde bulunduğumuz durum sefil bir durum. İktidar nasıl bir şirket havuzu ile çalışıyorsa mutat bir gazeteci grubu ile çalışıyor, çalışmıyor yanında taşıyor. Bunlar iliştirilmişler, memuriyet yapıyorlar. Bu dönemin gazetecilerine ileride bakılacaktır, bilhassa da iliştirilmiş gazetecilerin servetlerinin yıllar içerisinde nasıl büyüdüğüne.

Ö.M.: Evet, pardon bir ilavede daha bulunayım; Ahmet Hakan da şöyle diyor, “İletişim Başkanlığı gazetecilere ‘Hangi soruları soracaksınız?’ diye soruyor. Bunun amacı da belli; mükerrer soru olmasın, sorular hep aynı konuda olmasın, sorular çeşitlensin. Gerekçesi de bu. “Böylece uçak daha kalkmadan bana gelen gazetecilerin uçakta soracakları soru listesini doğrulamış oldun sen. Meğer İletişim Başkanlığı hazır soru vermiyormuş. Siz sorularınızı önceden verip onaya sunuyormuşsunuz!” diye ünlemle de bildirmiş.

F.K.:Bu arada ne kadar acıklı bir durum değil mi? O gazeteci bir tane soru sorar, aynı soruyu bir sonraki adam sormaz; bu kadar basit değil mi? Ama esas tabii acıklı olan şey, Burhanettin Duran, İletişim Başkanlığı başındaki insan, bir akademisyen, Şehir Üniversitesi’nde çalıştı. Şehir Üniversitesi; muhafazakâr, liberal diyebileceğimiz, Bilgi Üniversitesi’nin bir tür muhafazakâr versiyonu ama demokratlığıyla övünen bir üniversite. Bu üniversite kapatıldı ve şimdi bu insan İletişim Başkanlığı’nın başında ve böyle bir şey yapabiliyor. Bütün o gazetecilerle beraber düşündüğünüz zaman rejimin bu kadar kolay adamlarısınız hep beraber yani bu gazeteciler bu tür bir duruma nasıl razı oluyorlar? Tabii orası daha önemli.

A.B.:Başbakanların, Cumhurbaşkanlarının toplantılarını izlemeye gittiğimizde onlar salona girdiklerinde biz ayağa kalkmayız; bürokrasi, siyasetçi ayağa kalkar, biz kalkmayız çünkü dördüncü kuvvet basın yürütmeyle eşittir, o nedenle ayağa kalkmaz. Ama değişti devir, otokrasideyiz. 12 Eylül döneminde olurmuş, ‘Konsey başkanı Kenan Evren geliyor’ diye anons ederlermiş ve gazeteciler ayağa kalkarmış.

Bakın yıl içinde Ciner Medya grubu da satıldı, onu satın alanlara bir süre sonra el kondu, tüm bu şirketler TMSF'ye geçti. Dün bugün satıcı Ciner Grubu’na da el kondu, onlar da tümüyle TMSF'de. İktidarın elinde ve kontrolündeki medyanın hacmi artmış oldu. Türkiye'de iktidarın elinde olmayan, denetiminde olmayan medya son derece sınırlı, yüzde olarak %1-2'ye tekabül edebilecek bir şekilde kaldı bağımsız medya.

Kaldı ki bu devredilen Ciner Medya iktidar yanlısıydı. Önceki yıllarda ‘Alo Fatih’ meselesinden biliyoruz, bu grup da iktidar ile çok yakın işbirliği içindeydi ve sızan tapeleri hatırlayalım; Fatih Saraç, Ciner Medya Grubu’nun başkan yardımcısıydı, onun ve Fatih Altaylı'nın tapeleri sızmıştı. Sızan tapelerde, iktidarı zayıf olduğunu gösteren bir anketin manipülasyonu vardı, bir de ön sayfada yer alan bir fotoğraf nedeniyle Cumhurbaşkanı Erdoğan fırça atıyordu, ‘Alo Fatih’ adı altında basın tarihine geçen olaylarda, Gezi'den bu yana, 2014'te partili cumhurbaşkanlığından bu yana kuvvetler birliğine doğru yönelen yolculuğumuz işte bu aşamada!

Bakın, Devlet Denetleme Kurulu şüphe duyduğu herhangi bir gruba, varlığa, kişiye sermayeye el koyabiliyor; böyle bir yasa bulunuyor. Ciner Grubu’na geçmişte Erdoğan'ın en büyük destekçilerinden biri olan, gruba el konulmasına imkan veren Devlet Denetleme Kurulu yasa değişikliğini Şubat ve Mart aylarında burada konuştuk. Devlet Denetleme Kurulu yetkisini artıran yasal değişiklikler, ilk kez 2017'de yapılmıştı ancak Anayasa Mahkemesi'nden dönmüştü. 2025 te yeniden yapıldı, bu sefer de sanıyorum CHP, Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. İşte buna dayanarak yapılan bir operasyon. Türkiye'de ‘falanca kurumdan şüphe duyuyorum’ diyerek meslek odaları, belediyeler dahil el koyabiliyorsunuz. Şüphe yeterli...

Sermayenin en önemli sözcüsü, TÜSİAD’ın başkanları, bu yasayı eleştirdiler diye gözaltına alındılar. Bugün Ciner Grubu’na yapılan müdahalenin arkasında bu yasa var; yönetime inanılmaz salahiyetler veren bir yasa, otokrasi ötesi bir durum. Otokrasi ötesi bir rejimde elinizdeki tüm bu araçlarla her şeyi yapabilir konuma geliyorsunuz ama meşruiyetinizi başka kaynaklardan alıyorsunuz.

İliştirilmiş gazetecilik Birinci Körfez Savaşı'ndan sonra literatüre geçti; Birinci Körfez Savaşı'nda bombalanan petrol rafinesinin yarattığı ham petrol denizinin üstünde yaşamaya çalışan bir martının fotoğrafı çekildi, çok etkileyiciydi ama ABD başta olmak üzere egemenler bundan çok rahatsız oldu. Daha sonraki savaşlarda bağımsız gazetecilere yer verilmemeye, engellenmeye çalışıldı, iliştirilmiş gazetecilik dönemi başladı.

Otoriter rejimlerinde iliştirilmiş gazetecileri vardır. İliştirilmiş gazeteciler de bugün malum fotoğrafta sergilenmektedir. Faruk Bildirici arkadaşımız, böylesi önemli bir habere imza attı ve ombudsmanlığın ne kadar önemli olduğunun bir kere daha altını çizdi. Üstelik tek başına bu işi yapıyor, herhangi bir sermaye, kurum, cemiyet vs. desteği olmaksızın bu işi yapıyor. Yakinen tanığım, faaliyetlerine tek başına bir kurum gibi çalışan bir gazetecidir.

Ö.M.: Evet, çok önemli örnek bir gazetecilik sergiliyor. Ben de şunu ekleyeyim ki daha önce konuştuk birinci saat içinde; ünlü gazeteci George Monbiot'nun 20 Eylül'de The Guardian'da yazdığı önemli bir yazısı var, “40 yıllık gazetecik yaptım, gazeteciliğe karşı güçler hiçbir zaman bugünkü kadar üstümüze gelmemişti” diyor yani artık kuvvetler bütün dünya görüşümüzü bile dibe vuran bir yönteme başvuruyor diyor. Önemli bir yazı belki internet sitesinde çevirisini de yayınlarız, okunma fırsatı bulunur. “Belki de bunca yıllık, 30 yıldan sonra gördüğüm bir şey var; vatandaş gazeteciliği diye de bir şey güçlenmeye başladı”. Çeşitli, hem dijital medyadan hem de çeşitli yerel medya örneklerine de yer veriyor. “Bir şey dönüşüyor, dönüşmekte, bu birden büyüyebilir ve vatandaşların isyanı kuvvetin, gücün, kudretin propagandasına karşı isyanına dönüşebilir. Böyle bir kalemin cüzdana karşı keskinliğinin yükselişini görebiliriz” demiş. Bunu da eklemek istedim bir kez daha.

A.B.: Süremiz de azalıyor, değineceğim diğer konuyu haftaya bırakalım. Siz şimdi bana şunu hatırlattınız; 90'lı yılların başlarıydı, 1993'tü, Uğur Mumcu'nun öldürüldükten hemen sonraydı, seri siyasi cinayetler dönemiydi, bir makale okumuştum ve makaleden esinlenerek o zaman yayınlandığım derginin ön yazısını yazmıştım. İnternet de daha Türkiye'de başlamamıştı, yoktu, 94'ten sonra ilk ODTÜ'de başladı. ABD seçimlerinde o dönemde üçüncü aday çıkmıştı; Ross Perot'un iletişim direktörü, James Squier isimli aynı zamanda Chicago Turbine'de de editörlük yapmış bir gazetecinin kitabı yayınlanmıştı ve kitabın adı Dördüncü Kuvvetin Ölümü idi. Mealen söylüyorum – yazar, “Geleneksel medya ölüm döşeğinde, bundan sonra medya ya vakıfların gölgesinde ya da internetin gölgesinde yaşayacaktır” diyordu. 32 sene geçmiş üstünden ve dünyada, Türkiye'de medyanın hali böyle...

George Monbiat’ın dediği gibi, vatandaş gazeteciliği güçleniyor. Otokraside binlerce meslektaşımız en verimli çağlarımızda ana akım medyanın dışına düştü. İnternette ve sosyal medyada bulunan kanallarla mesleği sürdürmeye, kendimizi ifade etmeye çalışıyoruz. Hep onu söylüyorum, gerçek gazetecilik mücadelesiyle demokrasi mücadelesi iç içe geçmiş durumda. Türkiye'de her zaman medya sorunluydu, medya ile ilgili problemler 90'lı ve 80'li yıllarda çok konuştuğumuz hususlardır.

Bakın, Türkiye'de iki tane dev kurum var; birisi Türkiye Varlık Fonu. Türkiye Varlık Fonu’nun açıklanan büyüklüğü 360 milyar dolar, Türkiye'nin gayri safi milli hasılasının %35’i, tüm bu kurumun tek yetkilisi var: Cumhurbaşkanı.

İkinci dev kurum ise TMSF yani Türkiye Mevduat Sigorta Fonu. El konulan holdingler, şirketler, sermaye önce buraya naklediliyor, kayyımlar atanıyor, ondan sonra servis ediliyor ve satılıyor. Nereye? Yandaş süreçlere geçiyorlar. İktidara da yakın bir holdingin medya grubu, başka bir gruba 800 milyon dolara satılıyor. Bu çok büyük bir rakam. 800 milyon dolar 33,2 milyar Türk lirası ediyor. Böyle bir satış işlemi, kese kağıdında, poşete, cüzdana koyarak ayrılması mümkün değil. Bu işlemin bankadan olması, kayıtlarının olması gerekiyor. Eğer kara para ise satış işlemi yapılırken incelenmesi, onay verilmemesi gerekiyor, işlem için Rekabet Kurulu onay veriyor. İşlemden çok sonra yapılan satışı iptal etmeye başlıyorsunuz, alana da satana da el koyuyorsunuz, çok fazla yanlışlıklar ve bilinmezlikler içerisinde yaşıyoruz ki Devlet Denetleme Kurulu’nun her şeye, herkese el koymaya yetkisi bulunuyor. Bir uzmanın, Denetleme Kurulu üyesinin şüphe duyması yeterli; işte biz bu noktadayız.

Ö.M.: Evet, çok ciddi bir sorun var fakat buna karşılık da Faruk Bildirici gibi seslerin, kalemlerin ortada çıkıp mücadeleyi sürdürmesi de aynı derecede önem taşıyor.

A.B.:Faruk Bildirici tek başına bir ordudur, böyle arkadaşlar var, Anadolu'da da var. Antalya'dayım; çevre, iklim, arkeoloji, şehirleşme... Pek çok konuda Yusuf Yavuz arkadaşımız var, tek başına gazete ajans, her yerde bulunuyor , her şeyi inceliyor, sosyal medya üzerinden yayınlıyor. Biz Açık Gazete’de ne yapıyoruz? Apaçık Radyo, Açık Gazete olarak olabildiğince bu mücadelenin içerisinde varlığımızı sürdürmeye çalışıyoruz, sübvanse edilmiyoruz, arkamızda kamu bankaları yok. Ne Faruk’un, ne Yusuf’un sübvansiyonu yok. Faruk Bildirici’nin emeklerinin yıllarca sürmesi için, ombudsmanlık müessesesinin ayakta kalması için formüller, düşünceler geliştiriyoruz. Bu işler dünyada gazetecilik örgütlerinin içinde olur ama gazetecilik örgütlerimiz atıl, işlevsiz bir vaziyette. Faruk'u bir gün çağıralım, ‘ombudsmanlık müessesesi’ni konuşalım. Çok kıymetli bir insan ve gazetecidir, çok genç yaşta gazeteciliğe başladığı için ülkenin ve medyanın yaklaşık 50 yıllık sürecine de tanıktır, yazdığı kitaplar boyunu aşmıştır.

Ö.M.: Bu arada bir de şunu ekleyeyim izninizle, “Bir şeyler hareketlendi” diye bitiriyordu George Monbiot sözünü ettiğimiz yazısında. Sizin de tam bahsettiğiniz, yerel basının da çok etkili olduğunu gösteren örneklere yer veriyor ve “Çok büyük bir vatandaş isyanına yol açabilir; kudretin, iktidarların propaganda gücüne karşı bir isyan, vatandaş isyanına da tanık olabiliriz” diye de bir not düşmüş.

F.K.: Aslında evet, bence bunun altını çok sık çizmek lazım. Bu kadar baskının, bu kadar çok kontrol etme arzusunun sebebi şu; kontrol edilemeyen o kadar çok şey var ki aslında olmasa gerek olmazdı değil mi? Her şey gülistanlık olsaydı, insanlar seslerini çıkaramasaydı, bütün bu şirketlerin dünyası, şirketlerin iktidarı ve şirketlerin temsilcisi olan siyasilerin dünyasında her şey kolay gitmiyor. Onlar çok zor durumdalar ve tam da bu yüzden galiba?

A.B.:İktidar ortakları arasında orkestrasyon bozuk, hatta yok. Biri ‘Çin ve Rusya'yla yürüyelim’, öbürü diyor ki ‘meşruiyeti buradan alıyorum’ diyor. Çok zor yürüyor sistem, her şey elde kalıyor Türkiye'de. Hep bunu söylüyorum, tekrar edeyim; bu rejimle, bu lokomotifle tren yürümüyor, vagonlar devrilmiş vaziyette ve böyle olunca da iktidar sertliği artıyor, siyasi alanın daraltılması oluyor ama aslında aciziyet de söz konusu.

Geçen hafta Tom Barack'ın açıklaması yok iken ‘içeride ve dışarıda yüksek dalga boylu alaboralar olabilir’ demiştim. Birkaç gün sonra ‘meşruiyet’ meselesi gündeme geldi, ABD ile anlaşmalar yapıldı, ortaklar arası yön farklılığı belirginleşti. Suriye konusu el yakıyor, CHP boğulmaya çalışılıyor, buna karşı 60’a yakın miting yapıldı.

Memleket kaynıyor. Antalya Müzesi yıkıldı, Antalya'da haftalardır direniş, protesto devam ediyor, her Perşembe müzenin önünde insanlar toplanıyor, müzenin yıkılmasını, sonrasını takip ediyorlar. Vatandaş yeri geliyor kitleselleşiyor, yeri geliyor; etkin mikro tepkiler koyuyor; insanlar rahatsız, mutsuz. Hem vatandaş gazeteciliğinin, hem vatandaşın isyanı devam ediyor. Ankara'daki mitingte şunu gördüm, size de anlattım; miting orta sınıfın yoksullaşması ve orta yaşın isyanıydı. Orta yaş ve orta sınıf yoksullaştı, isiyan içindeler. 20 bin lirayla emekli olmuş insanlar geçinemiyorlar. Vaziyeti politize etmek, CHP’ye yapılan kuşatmaya karşı olmak gerekiyor.

Ö.M.: Evet, gelişmeleri takip edeceğiz, süreyi bitirdik. Çok teşekkürler Ali Bey.

A.B.: Hoşçakalın!

F.K.: Çok teşekkürler, görüşmek üzere.