Avrupa’nın En Büyük Ahşap Yapısı: Büyükada Rum Yetimhanesi

-
Aa
+
a
a
a

Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay ve Nevin Sungur, Avrupa’nın en büyük ahşap yapısı olan Büyükada Rum Yetimhanesi'nin Patrikhane'nin 'turizm işlevine dönüştürme' kararını süreci yakından takip eden Patrikhane sözcüsü ve azınlık hakları savunucusu Laki Vingas ile ele alıyorlar.

""
Avrupa’nın En Büyük Ahşap Yapısı: Büyükada Rum Yetimhanesi
 

Avrupa’nın En Büyük Ahşap Yapısı: Büyükada Rum Yetimhanesi

podcast servisi: iTunes / RSS

Nevin Sungur: Herkese merhaba. Apaçık Radyo’da Dünya Mirası Adalar programını dinliyorsunuz, ben Nevin Sungur.

Derya Tolgay: Ben Derya Tolgay.

N.S.: Teknik masada Andrei Gritcu ve destekçimiz İzel Levi Coşkun'a çok çok teşekkür ediyoruz.

Bildiğiniz gibi, son birkaç programımızı Büyükada'nın en görkemli yapısı ama görüntüsüyle de hepimizin iç yarası Büyükada Yetimhanesi’ne ayırmıştık. Bunun da nedeni Ekümenik Patrikhane'nin yıllardır harap duran binaya ilişkin Haziran ayında yaptığı bir açıklamaydı. Binayı kurtarabilmek için yıllar süren arayışlarının sonuç vermemesi nedeniyle yeni bir aşamaya geçildiğine dair mesajlar içeren bir açıklamaydı bu aslında. Bu açıklamadan çok kısa bahsetmek, daha doğrusu bir paragraf okumak istiyorum; “Patrikhane Hazretleri ve Sen Sinod Meclisi üyeleri, adanın mimari ve sosyal karakterine uygun, çevreye özen gösterilerek ekolojik binanın standartlarına uyumlu turizm faaliyetlerini geliştirmesi maksadıyla gerekli girişimlerde bulunulması hususunda oy birliği ile karar verdiler.”

Fotoğraf: Derya Tolgay

Şimdi bu açıklama ne anlama geliyor? Yetimhanenin geleceği nasıl şekillenecek? Sanırım bütün bunları konuşacağımız en doğru isim şu anda stüdyoda konuğumuz. Kendisinin şapkası çok; hayatının büyük bir kısmını kültürel mirası korumaya adamış bir isim. Rum Ortodoks Cemaati’nin kanaat önderlerinden, Rumvader yani Rum Vakıfları Derneği Kurucu Başkanı, Kültürel Mirası Koruma Derneği Başkanı ve Rum Yetimhanesi Restorasyon Projesi Koordinatörü sayın Laki Vingas bizimle. Hoşgeldiniz efendim.

Laki Vingas: Hoşbulduk, davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Biraz da bu konuda sizleri ve dinleyicilerimizi aydınlatma imkanı sağladığınız için de ayrıca teşekkür ederim. Tabii ki Apaçık Radyo'da tekrar bulunmak da çok büyük bir mutluluk ve onur veriyor bana.

N.S.: Ayağınıza sağlık.

D.T.: Radyomuzun stüdyosunda hep beraberiz, canlı yayındayız. Başlamadan önce konuk olmanızla da bağlantılı olarak ‘Büyükada Rum Yetimhanesi Nereden Nereye?’ başlıklı bir toplantın duyurusu yapmak istiyorum; 23 Temmuz günü, mimarlık ve kültür tarihçisi Nilay Özlü ile mimar restoratör Yaman İrepoğlu Büyükada Yetimhanesi’nin ilginç serüvenini Splendid Hotel'de anlatacak. Saat 20:00’de başlayacak toplantının moderatörlüğünü yine mimarlık tarihçisi Zafer Akay yapacak. Yapının geç Osmanlı dönemindeki inşa sürecinden yetimhaneye dönüşmesi ve simge bir yapıya evrilmesine; restorasyon geçmişinden gelecekteki potansiyeline kadar pek çok konuyu detaylarıyla ele almak istiyoruz.

Laki Bey, Haziran 2025’te alınan bir kararla yetimhanenin turizm amaçlı dönüştürüleceğini belirten bir açıklama geldi sizlerden. Bu karar hangi somut adımları içeriyor? Planlanan işlevler, kullanım biçimi, yönetim modeli nelerdir? Neler oluyor, bizi kısaca bilgilendirir misiniz?

L.V.: Memnuniyetle. Öncelikle sizler gibi çok değerli insanlar, Ada ve İstanbul'u sevenler ve kültür mirasıyla ilgili çok büyük hassasiyet gösteren bütün dostlarımıza candan teşekkür ederiz. Gerçekten bu yolculukta her zaman yanımızda, hatta önderlerimiz oldular diyebilirim. Bu konuda emek veren çok değerli adalıları, hocaları, mimarları saygıyla anmak istiyorum.

Büyükada Yetimhanesi, Adaların tepesinde çok dikkat çeken ama aynı zamanda çok ciddi ve güçlü bir kimliği, mimari tarihi, kimlik tarihi, sosyal ve filantropik boyutu olan çok değerli bir bina. Tabii mimarı da, bulunduğu konum da çok önemli. Dolayısıyla herkesi de çok ilgilendiren bu bina, 1960'lardan beri imkanların ve koşulların elvermemesinden dolayı bir zaafa uğradı. Patrikane'nin ve Rum toplumunun gerektiği kadar finansman sağlayamamasından dolayı ahşap olan bu bina, yıllar içinde çok kötü duruma düştü. Bir de daha sonra yaşanan hukuki problemler neticesinde daha da terk edilmiş duruma geldi.

1964'ten beri bir görevli ve ailesi dışında orada kimse yaşamıyor. Daha evvel 50-52 sene yaşayan Erol Bey, şimdi de Cemal Bey ve ailesi, orayı gerçekten çok fedakarca koruyorlar, hatta savunuyor, koskoca bir yerde ellerinden gelen hizmeti veriyorlar. Onlara da ayrıca buradan teşekkür ederim.

Şimdi Patrikhane tarafından yapılan bu son açıklamadan sonra, tabii ki ‘Yetimhane ne olacak, turistik otele mi dönüşecek?’ gibi kamuoyunda yeni bir anlayış gelişiyor. Takip ettiğiniz gibi, biz yıllar içinde bu süreci hep kamuoyuna açık bir şekilde yönetmek istedik. Bu da çok doğal, olması gereken gibi bir durum çünkü geçmişin mirası olan böyle binalar, geleceğin de mirası olacak. Dolayısıyla geçmişin sesini, geçmişin aidiyetini günümüze taşırken bize de çok ciddi bir sorumluluk yüklüyor. Bu sorumluluk nedir? Aşağı yukarı hukuki sorunların çözüldüğü andan itibaren konuya benim dahlim söz konusu oldu. O dönemden bugüne öncelikle orayı korumak ve kazandırmak gibi bir niyetimiz vardı fakat bunun için de çok büyük bir finans gerekiyordu. Ekonomik, sosyal, politik, siyasi süreçlerin yarattığı bazı kaotik durumlar, insanların yatırım yapma konusundaki teminat arayışları gibi bazı sorunlar var. Orada yapılacak yatırım çok büyük bir yatırım yani herkesin kolaylıkla yapacağı bir yatırım değil. Sonuç olarak bizlerin çabaları sonuçsuz kaldı.

Binanın restore edilmesi artık sanıyorum imkansız hale dönüştü. İlk başladığımızda belki bunu kısmen başarırız diye bir uğraş gösterdik fakat son 10, özellikle de son beş yılda binanın durumu daha da kötüleşti. Çatısı zaten çok su alan bir bina olduğu için ahşaplar deforme oldu ve özelliklerini kaybetti; özelliklerini kaybedince de onları kurtarmak daha da zorlaştı. Umudumuz bazı odaları, en azından salonu, dekorasyon bölümlerini kurtarabilmekti - belki halen daha hatıra olarak ufak tefek şeyleri kurtarabiliriz ancak şu an kısmen bile restore etmek imkansızlaşınca doğrudan rekonstrüksiyon yapmak gibi bir sürece gelmiş olduğumuzu fark ettik.

Tabii ki rekonstrüksiyonda bazı olmazsa olmazlarımız var; binanın mimari ve yapısal görüntüsüne zarar vermemek, kimlik ve aidiyetini hatırlatacak altyapılar oluşturmak ve onu günümüze kazandırabilmek için tekrar bir yeni doğuş imkanı sağlamak. Binanın bu şekilde kalması ne İstanbul'a, ne de Adalara yakışıyor. Onun şu andaki hali yalnız bina için değil, çevre ve oradaki Ada halkı komşularımız için çok ciddi bir güvenlik problemi yaratıyor. Böylesi bir büyük sorumluluğu taşıyor olmak da bizleri çok üzüyor ve kaygılandırıyor.

Üçüncü olarak, bu bina bu haliyle kaldıkça mutlu olmadığımız bazı inisiyatiflere vesile oluyor. Geçen gün bir filmin konusu oldu; başlıkları ve içeriği, en azından fragmanları bizi üzdü. Duvarlarına yapılan bazı çizimlerden sanki satanistler varmış gibi bir algı yaratılıyor. Bütün bunlar o binanın kimliğine, hüviyetine saygısızlık oluyor. Dolayısıyla bir an önce bütün bunların önüne geçmemiz ve binayı tekrar topluma kazandırmamız lazım. Bu yüzden ona bir fonksiyon yaratmak gerekiyor, biz de bu fonksiyonla ilgili bir çalışma yaptık.

Fotoğraf: Derya Tolgay

Gönlümüzden geçen çok çeşitli fonksiyonlar olabilir; mesela, bundan 10-15 sene evvel, Patrikhane burayı bir enstitü olarak düşünüyordu fakat günümüzde artık binlerce metrekarenin tahsis edileceği, maliyetinin çok yüksek olacağı, korumasının ve sigortalarının ve bakımının çok ağır bir mali profil yaratacağı bir enstitüye kimse yatırım yapmak istemez. Günümüzün dijital dünyaya devrilmesi; bir çok konunun bir bilgisayar üzerinden yönetilebiliyor olması, binanın kullanılacak ofis, büro alanlarına artık ihtiyaçlarının azalması vb. nedenlerle artık bu kadar büyükalanlara ihtiyaç olmuyor. Bütün bunlar bizi tekrar fikirlerimizi yenilemeye yönlendirdi. Bizden bağımsız, konusunda uzman, yalnız Türkiye değil, uluslararası çapta saygınlık ifade eden çok değerli bir şirketle profesyonel bir çalışma yapıldı, bazen 16-18 kişinin katıldığı kalabalık bir grupla toplantılar oluşturduk, binanın yeni bir fonksiyon verilmesiyle konusunda sekiz adet fikir üzerinde tartışıldı ve daha sonra bunlar üçe düşürüldü; birincisi, turizm fonksiyonu yani toplantı, konferans, otel vb., ikincisi wellness dediğimiz bakım, güzellik, sağlık vb. ve son olarak da üçüncü nesil için sağlık ve sosyal hizmetlerden yaralanabileceği bir yaşam alanı. Bu üçü üzerinde profesyonel, dikkatli ve teferruatlı bir çalışmaya yönlenildi. Adada bulunmasının, lojistiğinin, performansının, verimliliğinin, yıllık cirosunun, maliyetinin, geri dönüşümünün kaç yılda olacağıyla ilgili çok ciddi çalışmalar yapıldı. Bugün yapacağınız yatırım, nereden baksanız 70-80 milyon dolar/euro civarında. Bunun bir geri dönüşümünü sağlamak lazım yani bu parayı veriyorsunuz da ne zaman geri alacaksınız? Çünkü geriye dönüşü ağır olan bir yatırım olacak. Nereden bakarsanız bakın en iyi şartlarda yatırdığınız paranın geriye dönüşü 15 ile 20 yıl arasında ancak sağlanabiliyor.

Bulunduğu yer ve taşıdığı kimlik, geçmişi o kadar önemli ki… Buraya yatırım yapacak iş insanlarının bir korse gibi hayatlarını daraltıyor çünkü burada bir tarih var, kamuoyunun ilgi alanı ve öncelikleri var. Doğaya uygun yeşil bir bina olması konusunda çok ısrarcıyız, bunun ayrı bir maliyeti var - ahşap olmasının sigorta maliyeti var. Bütün bu çalışmalardan sonra Patrikhanemiz üç fonksiyondan bir tanesine yöneldi. Bununla ilgili yeni bir komisyon kurduk.

N.S.: Turizm fonksiyonuna mı yöneldi?

L.V.: Evet. Mülk sahibi Patrikane olduğu için, Patrikane yetkilileri var, hukukçularımız var, iş geliştirme konusunda deneyimli insanlarımız var, bu konuda çalışmalarımızı yapıyoruz. Amacımız, yıl sonuna kadar birileriyle el sıkışmak. Dileriz ki arzu ettiğimiz şekilde Adaların sosyal yaşam kültürüne uygun ve katma değer yaratacak bir alan olur çünkü böyle bir miras bu. Şunu anlatayım; toplantılarda konuşulan fonksiyonlardan bir tanesi de uyuşturucu bağımlıları ile ilgiliydi.

D.T.: Rehabilitasyon merkezi.

L.V.: Evet. Şimdi orada ben bunu söyledim. Buralarda bu tedaviyi görecek, bu rehabilitasyona tabi tutulacak olan insanların gözden ırak olması lazım. Bu bina öyle bir bina olamaz yani herkesin her an ulaşabileceği bir bina olması lazım; duvarlar arkasında değil, insanların görebileceği, ulaşabileceği bir bina olması lazım. Beni haklı buldular ve onu eledik. Kısacası özellikle Adalar kamuoyunun bu konuda gösterdiği hassasiyeti çok büyük bir saygı ve dikkatle takip ediyoruz çünkü bu bizim, o binanın bir parçası da Adalar kamuoyu.

Biliyorsunuz, gönüllü çalıştığım için her şey yüzde yüz elimde değil ama elimizden gelen bütün hassasiyeti gösteriyoruz. Özellikle Patrikhane, doğayla irtibatlı yeşil bina olması gibi doğa koşullarında, günümüzün hassasiyetlerinde binanın inşa edilmesi konusunda önem veriyoruz. Ayrıca eski filantropik ve sosyal geçmişini de hatırlatacak bir mekanın olmasını da istiyoruz.

Fotoğraf: Derya Tolgay

D.T.: Burada merak ettiğimiz hukuki bir konu var. Yapının bağışlandığı 1903 tarihinde, ‘Hayır işleri için kullanılması şartı’ var diye biliyoruz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarından sonra bu şekilde mi geçti merak ediyorum. Patrikane bu etik ve hukuki sorumluluğu nasıl ele alıyor? Sanki sizi burada bağlayan bir şey yokmuş diye anladım ben. Bir de, siz burasının korunacak hiçbir şeyi kalmadığı için tamamıyla yıkılacağını söylediniz, doğru anladım herhalde.

L.V.: Doğru. Realist olmamız gerekiyor çünkü rasyonel bir sürece, rasyonel olabileceğimiz, sürdürülebilirliği teminat altına alabileceğimiz, fonksiyonel olabilecek bir sürece girdik. Bu binanın bundan beş-altı sene evvel belli kısımlarının kurtulabileceği konusunda ortak bir kanaat vardı. Şu anda ise birkaç sene öncesinden beri yok.

D.T.: Siz onu teknik olarak zaten bize açıklamış oldunuz yani artık olamaz diyorsunuz. Peki hukuki açıdan böyle mi?

L.V.: Hukuki değil, etik açıdan diyelim çünkü hukuki açıdan herhangi bir bağlantı yok. Bağışı yapan zamanındaki Eleni Zarifi, şartlı bağış yapmadı; Patrikhane'nin isteği üzerine o finansmanı sağladı. Şehirdeki yetimhaneler kapandı veya bazı sebeplerden dolayı yer değiştirdi, bir yetimhaneye ihtiyaç oldu. Özellikle burada Balıklı Hastanesi'nden sonra, merkezde yetimhaneler vardı. O dönemin Patrik’i III. İoakim onları birleştirmek istedi. 1898'lerde bu binanın artık Rum toplumuna verilmesi konusunda bir karar alınıyor. Mülkiyet için tören 1903'de oluyor ama o binanın yapım ile o süre arasında bazı ihtilaflar oluyor. Bunları yüzde yüz biz bilemiyoruz. Önce işte biliyorsunuz otel olacaktı, olamadı vs. Bunun yanında bazı gerçek veriler var iken bazıları da yavaş yavaş o tarihe eklenmiş yani sanki tarihin parçası olmuş ancak şöyle bir şey de var; oranın mülkiyetinin İtalyan bir beyefendide olduğu söyleniyor: Edgar Winson diye bir büyük bankerle beraber onun yaptırdığı söyleniyor. Bunlar tabii ki işin tarihsel boyutu.

Bina o zaman satılığa çıkarıldı. III. İoakim, uzun dönem patriklik yapmadı ama çok faydalı bir patrik oldu ve tarihe de öyle geçti çünkü çok başarılı bir patrikti; çok büyük kurumlar yarattı, o dönemde bu binayı aldırttı - tabii sarayın da hem maddi, hem de manevi katkısıyla. Zaten sonraki tarihini çok tekrar ettik; kamuoyu da biliyor; I. Dünya Savaşı giriyor, bu çıkıyor, kuleli giriyor, çıkıyor, mülteciler giriyor, çıkıyor vs. Ama bu arada bina da yavaş yavaş tahrip edilmeye başlandı.

N.S.: Dolayısıyla böyle bir hukuksal gereklilik yok. Demin ben yanlış sordum aslında; bu noktada seçilen fonksiyonu turizm değil de otel olması üzerine mi?

D.T.: Çoklu düşünme mümkün olmadı mı?

L.V.: Bakın, burada turizm faaliyeti dediğimiz zaman tabii ki orada hem konferans, hem de sergi alanları da olacak, muhtemelen başka turistik faaliyetler de olacak ama 80 milyon dolar yatıracak olan kişiyle onu konuşmamız lazım çünkü Adanın lojistik problemlerinin dışında maliyet sorunları da var.

N.S.: Sezon kısalığı da var.

L.V.: Bütün bunları görmek lazım ama dediğim gibi, bu konuda herkes müsterih olsun, elimizden gelen hassasiyeti gösteriyoruz. Bu hassasiyetleri duyan aday adayları da herhalde buna bir çözüm getirecektir.

D.T.: Vaktimiz az kaldığı için bu hassasiyet konusunda size sormak istiyoruz. ‘Architectural Over Reach’ bir deyim var yani bir yapının çevresel, sosyal ve altyapısal kapasitesinin çok ötesine geçmesi ve zamanla işlevselliğini kaybetmesi. Burası da yapılırken o kadar büyük yapılıyor ki hepimizi şaşırtıyor ve bu bağlamda binalar da çöküyor ki dünyada da bunun örnekleri var. Mesela Çavuşesko’nun sarayı ya da bizim çok yakınımızdaki diğer adadaki Yassıada durumu var; kocaman bir otel yapıldı biliyorsunuz, bunlar içine çöküyor çünkü kaynağı yok yani bir iş insanının bunun fizibilitesini yapması gerekir. Aynı şekilde Prinkipo Palas da açılamıyor, Burada da nasıl bir fizibilite çalışıldı, sonradan vazgeçildi. Bunlarda hep muğlaklık var ama Adalar 100 yıldır dokusu değişmeyen bir sokak ızgara planına sahip. yaya bölgesi vb. haliyle kaynağı da çok sınırlı. Su, ulaşım sorunları var. Bir ziyaretçi planımız yok. Bu iş insanlarının oturup bunları düşünürken, örneğin orman ve ekosistemine de getireceği şeylere bakıldı mı, değerlendirildi mi?

L.V.: Özellikle onlar olduğu için yatırımcılar ilgi gösterecek diye düşünüyorum çünkü orada yapılacak olan binlerce insanın gelebileceği bir yatırım olmayacak doğal olarak. Otelde de zannedildiği gibi böyle yüzlerce oda olmayacak; çok odalı bir bina olabilir ama o odalar günümüzün koşullarında artık fiilen hizmet edebilecek odalar olmayabilir. Ayrıca bütün odalarda bir tuvalet yok vs. Yani içeride yapılması gereken bazı yeni düzenlemeler olacak muhtemelen, bunları söylemek için çok erken ki ayrıca bunlar beni aşıyor ama hassasiyet konusunda zaten ekosistemden, adanın bu özelliğinden dolayı bu yatırım cazip hale gelebilir.

Bir de tabii ki oranın marka olması da var. Bizim dileğimiz bu. Tabii ki amacımız Adaya bir katma değer yaratmak, yoksa Adanın kalabalığı var. Aşağıda binlerce insan dondurma yemeye, selfie çekmeye geliyor. Bizim amacımız, bu Adanın eski kültürünü yaşatabilecek bir binanın daha eklenmesi, Ada kültürüne saygınlık yaratılmasına bir küçük ek sağlamaktır. O konuda müsterih olunsun çünkü ben de şahsen İstanbul çok kültürlülüğü konusunda çok hassas bir insanım. O bina da mimarisinin ötesinde bunu gösteriyor; mimarlık tarihi ötesinde, sosyal yaşam ve kimliğin ötesinde orada, kültürün bir aynası gibi.

Bu arada bunu da söylemek istiyorum; Adalar Vakfı'nın çok yoğun olarak çalışmakta olduğu bir sergi çalışması var. İnanılmaz detaylı, birçok katmanlı ve çok değerli insanların gönüllü olarak katıldığı bir yetimhane sergisi var. Gerçekten o sergi de bu binanın ne kadar önemli hizmetler verdiğinin de ispatı olacak. Hep birlikte Adalar Vakfı'na da destek verirsek bu sergi daha da güzel olacak ve bütün İstanbullulara kazandırılmış olacak.

D.T.: Bunu da duyurmuş olalım.

N.S.: Çok kısa olarak şunu sorayım; yetimhane ile ilgili ne aşamadasınız şu anda?

L.V.: Şu anda dediğim gibi, nihai kararı verecek olan komisyonumuz kuruldu. Bir iki tane teklif geldi, onları değerlendiriyoruz. Amacımız önümüzdeki yıl sonuna kadar bu işi bitirmek çünkü bir an önce orada bir şantiye sesi duymak istiyoruz.

D.T.: Bizim gönlümüz biliyorsunuz, yapının kamusal niteliğinin korunması. Turizm işlevinin yanı sıra eğitim, kültür, araştırma ve sosyal faydaya dayalı işlevler yüklendiğinde oranın yaşamasının daha kolay olacağını düşünüyoruz. Tek kocaman kütleli bu yapıların kendini tek bir turizm modeliyle döndürmesine karşı son derece fazla tedirginliğimiz var.

L.V.: Zaten günümüzde artık tek tip çözümler yerine hybrid çözümler geçerli. Bu, günlük hayatımızda da gördüğümüz bir çalışma türü, o açıdanda bence korkmayalım. Oradaki güzel bir doğuşun olması için, güzel bir binanın tekrar kazandırılması için katkı sunalım hep birlikte. Tabii hatalar, kusurlar var ise onları da ifade edelim.

DT: Peki, çok teşekkürler. Çok sorumuz vardı, çoğunu soramadık. Belki zaman içerisinde tekrardan konuğumuz olursunuz.

L.V.: Gösterdiğiniz hassasiyet ve ilgi için sağolun. Hoşçakalın.

N.S.: Teşekkürler. Bizi dinlediğiniz için sizlere de teşekkür ederiz.

D.T.: Adalar hepimizin! Çok teşekkürler.