"İklim yasası sadece kâğıt üstünde değil, yaşamın her alanında adaleti ve geleceği gözetmelidir"

-
Aa
+
a
a
a

İklim Kuşağı Konuşuyor'da Atlas Sarrafoğlu, başta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yeniden görüşülmeye başlanan İklim Kanunu olmak üzere Türkiye'deki ve dünyadaki iklim haberlerini bir araya getiriyor.

""
"İklim yasası sadece kâğıt üstünde değil, yaşamın her alanında adaleti ve geleceği gözetmelidir"
 

"İklim yasası sadece kâğıt üstünde değil, yaşamın her alanında adaleti ve geleceği gözetmelidir"

podcast servisi: iTunes / RSS

Merhaba sevgili Apaçık Radyo dinleyicileri, bir İklim Kuşağı Konuşuyor programında daha buradayım. İklim Kuşağı olarak bu hafta Meclis gündeminde olan çok önemli bir gelişmeye dikkat çekmek istiyorum.



Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yeniden görüşülmeye başlanan İklim Kanunu, ne yazık ki bu haliyle doğayı ve toplumu koruyacak güçlü bir çerçeve sunmaktan çok uzak. İklim krizine karşı etkili mücadele için gereken temel unsurlar, bu yasa teklifinde ya eksik, ya da hiç yok.

Bakın, yasa teklifinde neler yer almıyor;

  • Bağımsız bir Bilimsel Danışma Kurulu oluşturulmamış.
     
  • Türkiye'nin net sera gazı azaltım hedefleri hâlâ belirsiz.
     
  • Kömür ve fosil yakıtlardan çıkışa dair bir plan ortada yok.
     
  • Emisyon Ticaret Sistemi, emisyonları gerçekten azaltmak yerine kâğıt üzerinde bir çözüm gibi duruyor.
     
  • Kanun, "iklim adaleti" söylemiyle sunuluyor. Ama gerçekten adil mi?
     
  • Fosil yakıtlardan geçimini sağlayan emekçilere yönelik bir adil geçiş planı sunulmuyor.
     
  • Kırılgan toplulukları – yani kadınları, çocukları, çiftçileri, yoksulları – koruyacak hiçbir özel hüküm yok.
     
  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin iklim konusunda devletlere çizdiği sorumluluk çerçevesi tamamen göz ardı edilmiş durumda.

Peki ne yapılmalı? Cevap aslında çok açık.

  • Ekosistemleri koruyan ve biyolojik çeşitliliği güvence altına alan düzenlemeler getirilmelidir.
     
  • Fosil yakıtları yerin altında bırakacak somut ve zamanlaması net bir plan şarttır.
     
  • Sivil toplumun ve bilim insanlarının sürece aktif katılımı sağlanmalıdır.
     
  • Türkiye, Paris Anlaşması ve Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi gibi uluslararası taahhütlerle tam uyum içinde hareket etmelidir.

Unutmayalım; gerçek bir iklim yasası, sadece kâğıt üstünde değil, yaşamın her alanında adaleti ve geleceği gözetmelidir çünkü bu yasa bizim geleceğimiz olacak.



Denizlerin akciğerlerine bakalım istiyorum şimdi… 

Denizlerde 0 ila 40 metre derinliğe kadar yayılan deniz çayırları, bitki habitatları içerisinde en fazla karbon depolama kapasitesine sahip oldukları için ‘denizlerin akciğerleri’ olarak nitelendiriliyor.

Manisa Celal Bayar Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Biyoloji Bölümü Hidrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı ve deniz biyoloğu Prof. Dr. Ergün Taşkın’a göre, deniz çayırları küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle mücadelede en önemli biyolojik unsurlardan biri. Bu bitkiler kimi canlılar için yuvalama, kimileri içinse saklanma ve beslenme alanı.

Türkiye’de 95 bin 500 hektar (yaklaşık 134 bin futbol sahası büyüklüğünde) deniz çayırı alanı var. Bu alanlar bin 145 deniz canlısı türüne ev sahipliği yapıyor.

Deniz çayırları tuttukları karbonu dokularında, yapraklarında, köklerinde ya da kumun içinde hapsedip bu karbondioksiti bünyelerindeki klorofil sayesinde oksijene çeviriyor.

Prof. Dr. Ergün Taşkın’a göre deniz çayırları, Türkiye’de yıllık 150 bin ton karbon tutuyor. Bu da yaklaşık 6 milyon ağacın bir yılda tuttuğu karbona denk.



Nature dergisinde yayımlanan Convex Seascape Survey’nin yeni araştırması ise okyanusun uluslararası sularında endüstriyel balıkçılık ve madenciliğin kalıcı olarak yasaklanmasının iklim ve biyoçeşitlilik açısından küresel faydalar sağlayabileceğini ortaya koyuyor. Araştırma şu noktaları vurguluyor:

  • Endüstriyel balıkçılık, iklim istikrarı için hayati öneme sahip doğal karbon döngülerini bozuyor.
     
  • Bu tür bir yasak, kritik seviyelere düşmüş balık popülasyonlarının toparlanmasına yardımcı olabilir; balıkların ulusal sulara taşması sayesinde kıyı toplulukları fayda görebilir.
     
  • Yüksek deniz avcılığı, dünya gıda güvenliği için hayati bir rol oynamadığı ve çoğunlukla zengin ülkelerin küçük bir kesimine hizmet ettiği için bu yasak vergi mükelleflerine para da tasarrufu sağlayabilir.

Yalnızca 60 ülkeden 22’sinin “Açık Denizler Antlaşması”nı onayladığı bu dönemde – ki bu antlaşma, uluslararası sularda deniz koruma alanları oluşturmayı mümkün kılacak – bu araştırma, okyanuslarımızı gerçekten korumak için uluslararası toplumu bir araya getirmede önemli bir adım niteliğinde.



Şimdi rotamızı Akdeniz’e çeviriyoruz ama bu, bildiğimiz o masmavi, serinletici Akdeniz değil… Deniz ısınıyor ve hem de mevsim normallerinin çok üzerinde.
Copernicus Deniz Hizmeti’nin verilerine göre, şu anda Akdeniz’de bir denizel sıcak hava dalgası yaşanıyor. 22 Haziran 2025 tarihinde ölçülen deniz yüzeyi sıcaklıkları, bazı bölgelerde mevsim normallerinin tam 5°C üzerine çıkmış durumda.

Veri haritasına baktığımızda, koyu kırmızı renklerle gösterilen bölgeler alarm veriyor. En yoğun ısınma, Batı Akdeniz havzasında — özellikle Balear Denizi ve Tiren Denizi çevresinde gözlemleniyor.

Bu sadece bir sıcaklık meselesi değil; bu, okyanus sağlığının, deniz biyoçeşitliliğinin ve kıyı topluluklarının güvenliğinin bir krizi. Bu tür sıcaklık anormallikleri; deniz yaşamını tehdit ediyor, ekosistemleri bozuyor ve aşırı hava olaylarının habercisi oluyor çünkü deniz yalnızca su değildir; o, hayatın ta kendisidir ve şimdi o hayat ateş içinde.



Denizlerden bahsetmişken, yükselen denizlerden etkilenen ada ülkelerini de hatırlamakta fayda var; Pasifik Okyanusu’nun ortasında, küçücük bir ülke sessizce batıyor: Tuvalu.

Daha önceki programlarımda da Tuvalu’dan sık sık bahsediyorum çünkü Saving Tuvalu isimli bir ekibin aktif bir üyesiyim. Hawaii ile Avustralya arasında kalan bu ada ülkesi, yalnızca 10 bin kişilik nüfusuyla, iklim krizinin en ön saflarında mücadele veriyor ancak bu mücadele artık suyun altında sürüyor… Ülkenin en yüksek noktasının 4,5 metre olduğunu düşünürseniz, yükselen deniz suları sebebiyle tarım alanları ve tatlı su kaynakları bu alanları verimsiz hale getiriyor.
Tuvalu’nun Başbakanı Feleti Teo, 2050 yılına kadar ülkenin yarısından fazlasının düzenli olarak gelgitler altında kalacağını, 2100 yılına gelindiğinde ise Tuvalu’nun %90’ının sular altında olacağını söylüyor.

İşte tam da bu nedenle, ülkenin üçte birinden fazlası çareyi göç etmekte arıyor. Avustralya, iklim krizinin doğrudan etkisiyle uygulamaya koyduğu türünün ilk örneği olan bir vize programı kapsamında, Tuvalu vatandaşlarına bir çıkış yolu sunuyor.

16 Haziran’da başvurular açıldı. Yaklaşık bir ay sürecek bu süreçte, başvuranlar arasında yapılacak kura ile 280 kişi seçilecek. Seçilenler, 2026 yılı Ocak ayına kadar Avustralya’ya yerleşebilecek. Üstelik bu insanlar, kalıcı oturma izniyle birlikte çalışma hakkı, kamu sağlığına erişim ve eğitim imkânına sahip olacak.
Ama bu bir umut hikâyesi olduğu kadar, bir uyarı da aynı zamanda. Çünkü bu, dünyanın yükselen denizler nedeniyle tanık olduğu ilk iklim göçü dalgası. Ve ne yazık ki son da olmayacak. 

Tuvalu halkı artık yalnızca evini değil, geleceğini de suyun yükselen seviyesine karşı korumaya çalışıyor. Ama bu yalnızca Tuvalu’nun meselesi değil. Bu, gezegenin tüm canlılarını ilgilendiren bir iklim adaleti meselesi. Ve her geçen gün şu soruyla yüzleşiyoruz: “Sınırları olmayan bir kriz karşısında, kaç ülke insanlığa açık kapı bırakacak?”



Geçtiğimiz hafta boyunca Avrupa'yı etkisi altına alan şiddetli sıcak hava dalgası, kıta genelinde pek çok ülkede geniş çaplı sıcaklık uyarılarını tetikledi.

Portekiz, İspanya, Fransa ve İtalya, 40 °C'yi aşan sıcaklıklarla en kötü etkilenen ülkeler arasında yer aldı.

AB'nin Copernicus İklim Değişikliği Servisi tarafından hazırlanan 2024 raporuna göre, Avrupa 1980'lerden bu yana küresel ortalamadan iki kat daha hızlı ısınarak dünyada sıcaklıkların en hızlı arttığı kıta oldu.

Türkiye de bu iklim krizi kaynaklı sıcak dalgalarından nasibini alarak yangınlar yaşıyor. Türkiye’de 150 orman yangını meydana geldi.  İzmir’in Seferihisar ilçesi, dahil Türkiye genelinde Sakarya’dan Mersin’e, Manisa’dan Mardin’e, İstanbul’dan Antalya’ya kadar farklı bölgelerde görülen orman yangınları bitki örtüsü ve ekosistemlerde yaşayan hayvanların ölümüne sebep oldu ve büyük zararlara yol açtı.  

TEMA Vakfı, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, “Ormanlarımızla beraber geleceğimiz de yanıyor!” diyerek, Orman Genel Müdürlüğü verilerine göre, 23–27 Haziran tarihleri arasında 151’i orman, 224’ü kırsal alan olmak üzere toplam 375 yangın meydana geldiği bilgisini paylaştı.

TEMA, “Meteorolojik tahminlere göre temmuz ayında sıcaklıklar, mevsim normallerinin 1 ila 2 derece üzerinde seyredecek. Bu da orman yangını riskini ciddi ölçüde artırıyor. Küçük ihmal ve dikkatsizliklerin büyük orman yangınlarına sebep olabileceğini unutmayalım. Özellikle şiddetli rüzgarlı ve nemin düşük olduğu bölgelerde sıcaklık artışıyla birlikte artan orman yangını riskine karşı herkesi daha dikkatli olmaya davet ediyoruz” uyarısında bulundu.

The Conversation yayın platformundan aldığım haberle devam ediyorum. Bugün sizlere gezegenimizin en derin yaralarından birini, görünmeyen ama hissedilen bir krizi anlatacağım. Bilim insanları uyarıyor: Dünya, iklim modellerinin ön gördüğünden çok daha fazla ısıyı hapsediyor ve bu ısının birikme hızı son 20 yılda iki katına çıkmış durumda.

Peki bu ne demek? Biraz açalım...

İklim değişikliğini ölçmenin klasik yolu, dünya genelinde uzun yıllar boyunca sıcaklıkları kaydetmek ancak bu yöntemin doğasında dalgalanmalar olduğundan, uzun vadeli eğilimleri görmek bazen zorlaşabiliyor.

Ama başka bir yöntem daha var: Gelen enerji ve giden enerji arasındaki farkı izlemek. Yani, Dünya’nın bir nevi “enerji bütçesini” hesaplamak.

Son yapılan araştırmalar, Dünya’nın bu enerji bütçesinin ciddi biçimde bozulduğunu yani, gezegenin yüzeyinde biriken enerji miktarının iki katına çıkmış olduğunu gösteriyor.

Bu fazladan enerji nerede birikiyor? Aslında çok küçük bir kısmı karayı ısıtıyor ya da buzulları eritiyor. Fazladan ısının %90’ı ise okyanuslara gidiyor çünkü suyun ısı kapasitesi çok yüksek — ama bu aynı zamanda deniz ekosistemleri için büyük bir tehdit demek.

Peki bu dengesizlik neden bu kadar hızlandı?

Tam olarak bilinmiyor ancak son bulgular, bulutlardaki değişimlerin önemli bir etken olabileceğini gösteriyor. Beyaz, yansıtıcı bulutların alanı azalırken; daha dağınık ve daha az yansıtıcı bulutların alanı artıyor. Bu da güneşten gelen ısının daha fazla yeryüzüne ulaşmasına neden oluyor.

Bazı bilim insanları, 2020’den itibaren gemi yakıtlarında sülfür oranının azaltılmasının da bu değişimi tetiklemiş olabileceğini söylüyor. Ancak ısı birikimindeki hızlanma, bu tarihten önce başlamıştı. Yani mesele bundan çok daha derin olabilir.

Bu bozulmuş enerji dengesi, sadece birkaç sıcak yılın değil, önümüzdeki on yıl ya da daha fazlasında etkisini artıracak kalıcı bir iklim krizi dalgasının habercisi olabilir. Aşırı sıcaklar, kuraklıklar, ani ve yoğun yağışlar, denizel sıcak hava dalgaları... Hepsi daha sık, daha güçlü ve daha uzun sürecek gibi görünüyor.

Bilim insanlarının geliştirdiği iklim modelleri bu denli bir hızla artışı ön görmemişti. Bugün gördüğümüz gerçekler, modellerin çoğundan iki kat daha sert. Üstelik en isabetli öngörüler, "iklim duyarlılığı" yüksek olan modellerden geliyor. Bu modeller, emisyonlar hızla azaltılmazsa bizi çok daha sert bir ısınmanın beklediğini söylüyor ve tüm bu uyarıları gökyüzündeki uydular sayesinde alıyoruz. Uydular, bu ısı değişimlerini yaklaşık 10 yıl önceden görebiliyor. Ancak şimdi, ABD’deki bütçe kesintileri ve öncelik değişiklikleri bu gözlem sistemlerini tehdit ediyor yani bir anlamda, yangını görmemizi sağlayan alarm sistemi kapatılmak üzere.
Bu noktada cevap basit, ama yıllardır uygulanmayan bir gerçeklik: Fosil yakıtları durdurmak. Ormansızlaştırmayı durdurmak. Ve insan eliyle yaratılan iklim krizini artık ciddiyetle ele almak. Dünya'nın enerji bütçesi açık veriyor. Ve bu açık, sadece ekonomik değil, varoluşsal bir kriz.

Bu haftaki İklim Kuşağı Konuşuyor programını Tiken Jah Fakoly'nin "Plus rien ne m'étonne" isimli şarkısı ile kapatıyorum. Anlamı: "Artık hiçbir şeye şaşırmıyorum." Kayıt sanatçının büyük koro ile 2024 yılında verdiği bir konserden ve sözleri de şöyle: 

Dünyayı bölüştüler kendi aralarında
Artık hiçbir şey şaşırtmıyor beni
Yıkım kusursuz, kusursuz sistematik
İnsanlar ölüyor, daha da önemlisi: unutuluyorlar
Ama ben?
Ben sadece bu yıkımın içinden geçiyorum
Bir tanığım yalnızca, alışmaya çalışıyorum
Artık hiçbir şey şaşırtmıyor beni
Savaşlar, açlık, sürgünler
Gökyüzü yangınlarla boyanıyor
Ve biz ekran başında çayımızı yudumluyoruz
Artık hiçbir şey şaşırtmıyor beni
Ne de olsa doğa sömürüldü, duygular da öyle
İnsanlık, belki de sadece bir kavramdı
Şimdi yerini kâr oranlarına bıraktı
Ve ben hâlâ buradayım
Hayatta olduğuma şaşırmadan,
Yıkımın şiirini mırıldanarak
Artık hiçbir şey
Hiçbir şey
Şaşırtmıyor beni


Ben Atlas Sarrafoğlu, haftaya Cuma günü 14:00'te tekrar buluşana dek, kendinize, sevdiklerinize ve gezegenimize lütfen iyi bakın.