Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay, dünyanın dört bir yanında orman yönetiminin bambaşka bir yöne evrilmesine karşın Prens Adaları'nda da doğa tahribatı 'temizlik' adıyla sürmesini masaya yatırıyor ve orman yüksek mühendisi Doç. Cihan Erdönmez ile Yaşar Kemal ve Sait Faik Abasıyanık üzerine gerçekleştirdiği programdan örneklerle bütüncül ormancılık anlayışı üzerine konuşuyor.
DT: Herkesemerhaba, ben Derya Tolgay ve Dünya Mirası Adalar programını bu kez New York’tan yapıyorum.
Bugün yere düşen bir ağacın, aslında hayatın yeniden başladığı yer olduğunu anlatmak istiyorum. Ben her yıl ailevi nedenlerle buraya geliyor ve zaman buldukça eski orman alanlarından dönüştürülmüş büyük orman parklarını ziyaret ediyor; insanların nefes aldığı, piknik yaptığı bu alanları böyle amatör bir gözlemci olarak inceliyor; iklim krizine nasıl adapte olduklarını da anlamaya çalışıyorum ve bu sene beni etkileyen çok özel bir uygulamayla karşılaştım, onu paylaşmak istiyorum sizlerle.

Kurumuş ağaçlar ve dallar özenle toplanmıştı. Kütükler halinde de ormanın çeşitli yerlerine yerleştirilmişti. Bazı ağaçlar ise adeta bir tören gibi budanmış, dalları kendi gövdesinin çevresine halka şeklinde dizilmişti. Ölen, kuruyan ağaçlar ormanda bırakılmıştı. Biraz araştırdım ve bu yöntemin bazı bölgelerde, uzun süredir kullanıldığını öğrendim. Orman olmayan yerlere bile adeta orman taklidi yaptırıyorlar diyebiliriz - tabii saygıyla ve doğanın da döngüsünü koruyarak.
Peki, bizde, Prens Adaları’nda neler oluyor? İsterseniz şimdi oraya bir bakalım çünkü manzara oldukça farklı. Yaklaşık bir aydır Büyükada başta olmak üzere tüm adalarda hastalık, böcek ya da yangın riski denilerek, temizlik adı altında kuru ağaçlar kesiliyor, kütük haline getiriyor ve toplanıyor. Ne yazık ki kurunun yanında yaş ağaçlar da kesilerek doğanın döngüsüne ciddi bir müdahale yapılıyor.
15 Nisan'da Büyükada'da ormanda gezintiye çıkmıştım. Ellerinde balta ve hızar olan bazı kişilere rastladım, ağaçları gelişi güzel kesiyorlardı. Orman Genel Müdürlüğü adına çalıştıklarını söylediler ama ortada ne bir görev belgesi vardı, ne koruyucu baretleri, ne de hangi kuruma ait olduğunu gösterir yelekleri. Onların böyle fosforlu sarı yelekleri olur ve üzerinde de kurumun ismi yazar genellikle. O anda ne oldu biliyor musunuz? O sırada kestikleri koca bir ağaç gövdesi elektrik direğinin üzerine düştü, telleri kopardı ve benim tam ayaklarımın önüne düştü. Kendi canlarını da hiç düşünmeden kaldıkları yerden kesmeye devam ettiler. Uyarılarıma kulak asmadan ve hatta “Sizin iyiliğiniz için yapıyoruz, neden şikayet ediyorsunuz ki?” dediler. Oysa biz Adalılar'ın en çok korktuğu şey yangındır. Diğer taraftan hepimizin malumu orman alanlarında birçok kaçak yapı var - asla elektrik kablosu geçmemesi gerekiyor ormanın içinden ama örneğin Heybeliada'daki Asaf plajı gibi yerler, denize 50 ton betonu özgürce dökebiliyor, ağaçlara da çiviler çakarak elektrik kablolarını geçirerek ormanı gece gündüz aydınlatıyorlar. Heybeliada'nın ormanları adeta bir sirk alanına çevrilmiş durumda. Geceleri ormanda uyuyan canlılar mı var, bu adanın yanma riski nedir – bunların hiçbir önemi yok. Varsa yoksa burada elde edilen rant söz konusu.
Üç yıl önce de ağaç kesimleri yine Orman Genel Müdürlüğü tarafından Burgaz ve Heybeliada'da başlamıştı. Burgazada’nın minicik ormanları var biliyorsunuz. Bir otoban genişliğinde yangın yolları açıldı. Oysa orada yangın yolları vardı. Heybeli'de de yine yüzlerce ağaç kesildi ve buna da yangın için denildi. Oysa biliyoruz ki yangınların %90'ı insan kaynaklı.
Büyükada'ya gelecek olursak; şimdi burada yüzlerce ağaç kesildi ve gerekçe ise Akdeniz kabuk böceği. Tabii bütün bu kesimler öncesinde halk hiçbir zaman bilgilendirilmedi. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Kesilen kütükler satıldı ve gemilere yüklenip ana karaya götürülmeyi bekliyorlar şu anda. Oysa Adalar son İstanbul'un kalan son yutak alanı, bizim ciğerlerimiz.
Bu kesimlerin videolarını birçok arkadaş gönderdi. Bunları görmek isterseniz Dünya Mirası Adalar Instagram, Facebook ve X hesaplarına bakabilirsiniz ve söze gerek kalmadığını görürsünüz. New York'ta kurumuş dallar bile kutsal muamelesi görürken, bizde hala doğaya karşı savaş açılmış durumda. Oysa doğa bize kendini nasıl onaracağını devamlı gösteriyor.
Ormanda yürürken ayağınızın altındaki katmanın, toprakla ağacın arasındaki habitatın ne kadar zengin olduğunu düşünür müsünüz? Ben her orman yürüyüşünde düşünüyorum. Understory deniliyor buna; alt tabaka, yani çalılar, otlar ve genç fidanların olduğu yer burası. Kuşlardan böceklere, küçük memelilerden sürüngenlere kadar sayısız canlının hem evi, hem de gıdası. Belki de en önemlisi her düşen yaprak, her çürüyen dal toprak için bir besin. Yani tam ekolojik döngü dediğimiz hayatın kaynağı.
Ne oluyor bu döngüde? Mikro habitatlar oluşuyor; çürük gövdeler, kuru dallar böcekler, mantarlar, kuşlar vb birçok canlı için ev oluyor. Bu yapıların her biri minik birer ekosistem. Ne oluyor? Toprak yeniden canlanıyor. Çürümeyle birlikte toprakta mantarlar, bakteriler ve omurgasız canlılar çoğalıyor. Haliyle bunlar toprağın sağlıklı kalmasını sağlıyor.
Ne oluyor? Karbon ve suyu tutuyor. Kuru odunlar suyu emebiliyor ve sonra da yavaşça bırakıyor. Böylece orman kurak zamanlarda da serin ve nemli kalıyor. Aynı zamanda karbonu tutarak iklim direncini arttırıyor.
Ne oluyor? Doğal yenilenme başlıyor. Ölü ağaçların çevresi, genç fidanların çıkışı için mükemmel bir ortam mikro iklim oluşuyor, yeniden yaşam oluşuyor ve belki de en önemlisi her düşen yaprak, her çürüyen dal toprak için besine dönüşüyor.
Kısacası doğa zaten ne yapacağını biliyor; bizim görevimiz, çoğu zaman sadece geri çekilmek ve doğanın işini yapmasına izin vermek.

Tüm bunları işte bize müthiş bir şekilde edebiyat ile anlatan geçtiğimiz günde ölüm yıldönümünü andığımız Sait Faik Abasıyanık ve Yaşar Kemal'i yeniden anarak hatırlayalım istiyoruz. Sait Faik doğayı bir sığınak, Yaşar Kemal ise bir direnç alanı olarak görür.
Sait Faik Abasıyanık da, Yaşar Kemal de doğanın sadece arka plan değil; insanın kaderini belirleyen bir özne olduğunu gösterir eserlerinde bize. Sait Faik Abasıyanık eserlerinde doğa, hem bir sığınak, hem bir duygu kaynağıdır. Yaşar Kemal ise özellikle Kuşlar Gitti romanında insanın doğadan kopuşunun ve kentleşmenin getirdiği yabancılaşmanın etkilerini derinlemesine işler, tam bir eko-kritikçidir.
Şimdi arşivden orman mühendisi dostumuz Cihan Erdönmez ile yaptığımız bir yayından kısa bir bölümü dinleyelim istiyorum. Haftaya bu konuları uzman dostlarımızla konuşmaya devam edeceğiz. Doğanın ahengiyle kalın sevgili dostlar, hoşçakalın.
Cihan Erdönmez: Yaşar Kemal eserlerinde doğayı ve benim özel ilgi alanım olan bitkileri ele alırken bir dekor, hikayenin geçtiği bir sahne olarak anlatmıyor. Burada çok ciddi bir fark var.
Yaşar Kemal, eserlerinde doğayı ve bitkileri anlattığı hikayenin baş kahramanlarından biri olarak anlatıyor. Bundan daha önemlisi, doğaya verilen zararları, insan tarafından doğaya verilen zararları insanın insana verdiği zararlarla eş tutarak bütün eserlerinde bu ikisiyle mücadele ediyor. Onun ağzından söyleyeyim, 1973 yılında “Doğanın Öldürülmesi” diye Cumhuriyet gazetesinde yazdığı bir yazısı var. Bu yazı 29 Ağustos 1973'te yayımlanmış - tarihi özellikle vurguluyorum. 1970'li yıllarda kimse böyle şeyler söylemezdi. Diyor ki,” Sömürü bir bütündür. Bütün insan değerlerinin sömürülmesiyle, az gelişmiş bir ülkede doğa değerlerinin hoyratça sömürülmesi bir arada gidiyor. Türkiye toprakları yıkıma uğratılıyor, hopur ediliyor. Biz Türkiye üstünde mirasyedileriz. Yıkımımızdan Türkiye'nin hiçbir insanı ve doğa değeri kurtulamıyor."
50 yıl önce Yaşar Kemal bunları söylüyor ve o kadar güzel bağdaştırıyor ki, neyi bağdaştırıyor? İnsanın insanı sömürmesiyle insanın doğayı sömürmesinin aslında aynı kökten gelen bir sorun olduğunu ortaya koyuyor. Öbür taraftan mesela eko-kritizm denilen edebiyatta çevreci eleştiri 1990'lardan sonra dünyada boy göstermeye başlarken, Yaşar Kemal bunu 1950'lerden itibaren yapıyor. Eserlerine nasıl doğanın sömürülmesini aktarıyor örnek vereyim; mesela, Hüyükteki Nar Ağacında. Ben tuhaf telaffuz etmiyorum, kendisi höyük değil, hüyük diyor. Eserin adı Hüyükteki Nar Ağacı. Bakın şöyle diyor, “Hiç ağaç kalmadı ovada.” Çukurova'yı kastediyor. “Bütün ağaçları kökten söktüler. Şimdi ne nar, ne meşe, ne karaçalı, ne çam. Hiçbir ağaç kalmadı Çukurova'da yok. Şu ovada kutsal hiçbir şey kalmadı ki, nar ağacı kalsın,” diyor.
1977'de, hemen bir sene sonra Kuşlar da Gitti'yi yayımlıyor. Senin burayı çok sevdiğini, daha doğrusu çok anlamlı bulduğunu biliyorum.
D.T.: Çok, ders almamız gerekiyor.
C.E.: Yaşar Kemal'i herkes bir Çukurova romancısı olarak bilir;İnce Memed'ler, Orta Direk, Ölmez Otu... Bunlar Çukurova'da geçen romanlarıdır ama Yaşar Kemal'in Çukurova dışı romanları da vardır ve Kuşlar da Gitti de bunlardan bir tanesi ve bir İstanbul romanıdır yani İstanbul'da geçer hikaye, Yaşar Kemal'in uzun yıllar yaşadığı Avrupa yakasındaki Basınköy, Menekşe, Florya bölgelerinde geçer. Oradaki doğal alanların giderek betonlaşmaya dönüşmesine karşı içinde oluşan tepkiyi Kuşlar da Gitti'de şöyle dile getiriyor, “1978 tarihinde bir karış arsa için İstanbul'un bu açgözlü canavarları birbirlerinin gözlerini oyacak, birbirlerinin ırzlarına geçecek, birbirlerini boğazlayacak, kıtır kıtır kesecekler. Sokaklarında yalnız birbirlerine gösteriş yapmak, para, yalnız para kazanmak için yaşayan, insanlıklarını unutmuş yaratıklar caka satacaklar.” Bunun devamı da var ama devamını birazdan söylerim belki. Görüyorsun Derya, 1978 yılında Yaşar Kemal'in doğayı ele alması, doğanın sömürülmesine karşı koyduğu tepki ne derece güçlü?
Bu konuyu çok da uzatmadan bir şey daha söylemek istiyorum; Yaşar Kemal bitkileri anlatırken, demin söylediğim gibi öyle alelade bir dekordan filan bahsetmez. Mesela çakır dikenini nasıl anlattığını herkes bilir ama örneğin İnce Memed 2'de de karaçalıyı anlatır Yaşar Kemal. Karaçalı İsa'nın çarmıha gerildiğinde başına taç yapılan bitkidir, dikenli bir bitkidir. Zaten Latincesi de Paliurus Spina Christi'dir. Christi, İsa'yı ifade eden, isme geçen kısmı burada. Mesela diyor ki, “Karaçalı en sert dikenli ağaçtır. Bütün gövde tepeden tırnağa, en ince dallara kadar kısa, üç köşe dikenlerle sıvılıdır. Karaçalı, bal renginden karaya dönüşürken dikenleri de sertleşir, demir çivi gibi olur.” Biraz atlayım, mesela, "Yapışmıştır toprağa, ayrılmaz. Karaçalılıkta atlar, eşekler, sığırlar, domuzlar, kurtlar dolaşamazlar. Köpekler giremezler. Yanılıp da girenler karaçalılıktan çıktıklarında kan revandırlar.” Biraz daha atlıyorum çünkü çok güzel anlatıyor, “Ve kovanlarından dışarı uğramış bal arıları, karaçalılığın üstünde oğul verir binlerce, milyonlarca ipildiğiyle ipildişir savrulurlar. Örümcekler de karaçalılığa ağ gererler. Sabahları gün doğarken karaçalılık incecik ak bir örtüyle bürünmüş gibi olur. Esense her yelinde büyük, çalıdan çalıya gerilmiş ağlar sallanırlar," diyor. Görüyorsun doğayı ve bitkileri ele alırken, Yaşar Kemal’in ne kadar derin bir anlayışı var.
D.T.: Evet, buradan bu kırılgan ekosistemi ile Prens Adaları'na gelelim istiyorum çünkü demin de bahsettiğim gibi 'Çukurova'da bir tek ağaç bırakmadılar' diyecek kadar durum vahim. Diğer taraftan, 70’li yılların İstanbul’u için söyledikleri gerçekten çok çarpıcı. Bunların hepsini biz şu anda her bir kelimesinin doğruluğunu yaşadık gördük. Peki, buradan Prens Adaları’na ve kırılgan ekosistemine gelirken Yaşar Kemal ve Prens Adaları arasında bir bağ var mı? Ben kendimce kuruyorum da senin için nasıl?
C.E.: Tabii var, birkaç yerden bağ kurulabilir ama şunu söyleyeyim; Yaşar Kemal'in doğrudan doğruya Prens Adaları'nda geçen hiç bir eseri bulunmuyor ama şuradan başlayayım. Mesela Sait Faik Abasıyanık ile Yaşar Kemal'in çok özel bir ilişkisi var. Sait Faik Abasıyanık neden önemli? Bir kere Burgazadalı yani Prens Adaları'ndan dünyaya, dünya çapında değer kazanmış bir edebiyatçı. Öbür taraftan da Türk edebiyatında çevreci eser olarak bilinen 'Son Kuşlar' öyküsünü 1952 yılında yazmış yani Yaşar Kemal ile benzerliği olan bir kişi Sait Faik Abasıyanık.
D.T.: Bu anlamda gerçekten çok öncü.
C.E.: Tabii. 'Son Kuşlar'dan bir alıntı yapmamı ister misin?
D.T.: Lütfen.
C.E.: Mesela şöyle diyor 'Son Kuşlar'da - bakın dinleyicilerin çok dikkatini çekmek istiyorum, “Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi,” diyor. Benden söylemesi demiyor da benden hikayesi diyor çünkü hikayesiyle konuşan ve yaşayan bir yazar Sait Faik Abasıyanık.
Yaşar Kemal ile Sait Faik Abasyanık'ın tanışıklıkları var. Yaşar Kemal, Cumhuriyet gazetesinde yazılar yazar, röportajlar yaparken Sait Faik ile de yapmak istemiş. Onu çok aramış. Bir gün Kadıköy iskelesinde yakalamış, muhtemelen Kadıköy iskelesinde vapura binip Burgaz'a gidecekti Sait Faik.1953 yılında, 'Son Kuşları' yazmasından bir sene sonra ve vefatından da bir sene öncesine denk geliyor. Karşılaşınca Yaşar Kemal, “Ne var ne yok Sait, hikaye yazıyor musun Sait?“ diyor. O da “Yazmıyorum, yaşıyorum,” diye cevaplıyor. Bu çok manidar bir şey. Yaşar Kemal onu şöyle anlatıyor, "Hüzünlü, ılık, insan sevgisi dolu hikayelerini Sait yazmaz, yaşar. Sait bir dertli, kötülüklerden, aşağılıklardan, dünyadaki cümle bayağılıklardan, kirden iğrenen bir adem oğludur. O daima iyiliği süslemiştir.”
Görüyorsun yani Sait Faik ile Yaşar Kemal'in yaklaşımları ne kadar birbirine benzer ama burada söylemek istediğim bir başka nokta, Yaşar Kemal ile Prens Adaları’nı birbirine bağlayan bir başka nokta da onun bir ada hikayesi dörtlemesi. Dinleyiciler bilirler, Yaşar Kemal'in triolog denilen üçlemeleri, dörtlemeleri vardır. İnce Memed zaten başlı başına dört ciltten oluşur. Dağın Öte Yüzü üçlemesi Orta Direk ile başlar, Ölmez Otu ile biter. Aradakini unuttum yayın heyecanından. Yer Demir Gök Bakır tabii ki ikinciside. Mesela Bir Ada Hikayesi dörtlemesi de Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Karıncanın Su İçtiği, Tanyeri Horozları ve Çıplak Deniz Çıplak Ada'dır ve bu dörtlemenin ana adı da Bir Ada Hikayesi'dir.
Yaşar Kemal genel olarak ama bu dört romanın dördünde de, topraklarından göç etmek zorunda bırakılan, göç eden değil, göç etmek zorunda bırakılan insanların dramını anlatır aslında. Topraklarından göç etmek zorunda bırakılan insanlar dediğimizde de Prens Adaları’nın aklımıza gelmemesi mümkün değil. Malum sen adalarda yaşıyorsun ve hasbelkader ben de biraz senin sayende, biraz da gelip giderek Adaları araştırdım. 1850'lerde Adalarda neredeyse Türk yok; daha çok Rumlar var, Ermeniler var ama I. Dünya Savaşı, 6-7 Eylül olayları, 1970'ler Prens Adaları'ndan sürekli göç etmek zorunda bırakılan, yerlerinden yurtlarından edilen insanlar söz konusu.
Hemen burada bir tırnak açayım; göç etmek, göçmen olmak suç değil. Belki konumuzun dışında ama insanlar nedense göçmenliği böyle tuhaf karşılıyorlar. Kim göçmen değil ki Allah aşkına? Bugün bitkiler bile göç ediyor. Tabii kökenlerimizi araştırdığımızda hangimiz, hangi aile, hangi millet, hangi halk olduğu yerde çakılı kalmış? Hepimiz göçmeniz bu dünya üzerinde. Herkes her yere göç edebilmeli ama buradaki sorun göç etmek zorunda bırakılması, istemeye istemeye, zulümlerle, baskılarla göç etmek zorunda bırakılması. Bu da tabii Yaşar Kemal'i Prens Adaları’na bağlıyor.
D.T.: Çölleşme, esasında üzerinde yaşayan bitkilerle, insanlarla beraber gerçekleşen bir şey. Hepsinin gitmesiyle, yok etmemizle ilgili çölleştiriyoruz. Bugün de biraz çölleştik sanırım.
C.E.: Yaşar Kemal, 1973'te, "İnsanın insanı sömürmesiyle, insanın doğayı sömürmesi aynı şey aslında,” diyor. Yaşar Kemal'i Prens Adaları’na bağlayan bir başka şey de şu bence; mesela Al Gözüm Seyreyle Salih bir Karadeniz romanıdır yani Yaşar Kemal, Karadeniz hikayesi de yazmıştır. İstanbul romanları da yazmıştır ama bir Çukurova yazarıdır. Özünde Çukurova'dan çıkmış bir yazardır, Toroslar yazarıdır.
Yaşar Kemal'in anlatılarında, eserlerinde karşımıza çıkan bitkilerin çok büyük bir bölümünü, net bir saptama yapmadım ama Prens Adaları'nda görmek de mümkün. Prens Adaları hemen İstanbul'un güneyinde ama mesela İstanbul'un kuzey ormanları Karadeniz ekosistem özellikleri gösterirken Prens Adaları bütünüyle Ege Akdeniz ekosistemi özelliklerini gösterir yani Yaşar Kemal'in romanlarında neler varmış, bunları nerede görebilirim diyen İstanbullular için en yakın uğrak yeri de Prens Adaları'dır. Ama bunu derken de dilimi ısırıyorum, Prens Adaları çok büyük bir tehdit altında ki sen daha iyi biliyorsun.
D.T.: Evet, kırılgan ekosistem diye vurguluyoruz.
C.E.: Yani çok dikkatli olun. Şunu da söylüyorum; bu insanları bir şeylere mahkum etmek değil ama Prens Adaları çok büyük bir değer. İstanbul'un bir parçası ki zaten İstanbul ilinin parçası, hemen burnunun dibinde. Ben biliyorsun Kalamış - Fenerbahçe'de otururum. Baktığım zaman yüzerek gidebilecekmişim gibi gelen bir yer ama gidemem. Orayı kültürüyle, doğasıyla çok dikkatli korumak lazım.
Yaşar Kemal ile Prens Adaları arasında bir bağ kurmak gerekir ise eğer o bağ Yaşar Kemal'in eserlerinde geçen pürenleri, yarpuzları, eşek hıyarlarını ve aklıma şu anda gelmeyen onlarca bitkiyi görmek isteyen dinleyicilerin ilk uğrak yerlerinden birisi Prens Adaları olmalı.
D.T.: Ben de senin vasıtanla her orman turunda bu vejetasyonun nasıl kıymetli ve korunması gerektiğini bir kez daha gözlemliyorum ve bir taraftan da gerçekten her zamanda Yaşar Kemal gözlerimin önüne geliyor. Senin de yardımınla çünkü görselleştirdin bu bitkileri, ağaçları. Diyorum ki "Bu işte bu, aa evet bu da bu'. Her birini tanımlayabilme fırsatım oldu ve senin bugüne kadar resimlediğin ve metinlerini yazdığın 60 tane var. Bunları da herkesin görebilmesi için sosyal mecralarda paylaştık. Benim kişisel gözlemimle 50 tanesine yakın bitkinin burada var olduğunu biliyorum. Belki daha ileride, Prens Adalar'ın üzerinden Yaşar Kemal'in bitkilerini anlatmak için herkese açık bir online canlı tur da yapabiliriz. Ne dersin?
C.E.: Yapmakta da çok büyük bir fayda var çünkü Sait Faik'in 'Son Kuşlar'da söylediği gibi, biz bunları adalarda görebiliyoruz ama, Adalar üzerindeki insan baskısı böyle giderse belki çocuklar göremeyecekler. Ama bu ayrı bir programın konusu.
D.T.: Peki, çok teşekkür ederiz Cihan. Bugün konuğumuz orman yüksek mühendisi Doç. Cihan Erdönmez idi. Suyu, havayı, dolayısıyla ekolojik denge ile ilgili bilgilerimizi daha da derinleştirmek istersek Yaşar Kemal’i okumayı herkese tavsiye edebiliriz değil mi, böyle bitirelim.
C.E.: Kesinlikle tavsiye ederim. Her dünya vatandaşı mutlaka Yaşar Kemal’den bir şeyler okumalı.
D.T.: Peki, bizi dinlediğiniz için çok teşekkür ederiz. Adalar hepimizin!