Apaçık Radyo'da Fizan Ekspresi programını hazırlayıp sunan Milat Bülent Kılıç ateşkes sonrası İran'da olup bitenleri anlatıyor.
İsrail ile İran arasındaki, ABD’nin de dâhil olduğu savaş ateşkesle sonuçlandı. En azından benim bu programı hazırladığım dakikalarda böyle. Ama bildiğiniz gibi, her şey her an değişebiliyor.
Savaşın İran’a ve İsrail’e verdiği zarar hakkında çelişkili haberler var. Savaşan her taraf, bu işten kendisinin yengiyle çıktığı propagandasını yapmaya devam ediyor. Örneğin, İran’ın nükleer tesisleri bu süreçte ne ölçüde zarar gördü, tam olarak bilmiyoruz. Uzlaşılan nokta şu: İran’ın nükleer silah yapma noktasından şimdilik de olsa uzaklaştırıldığı biçiminde. Şunu da bilmiyoruz, İran bir kez daha böyle bir çaba içine girecek mi, yoksa süresiz olarak vaz mı geçecek. İnsanları en çok kaygılandıran konulardan biri de İran’da bir nükleer serpinti olacak mı olmayacak mı konusu. Şu birkaç gün içinde kokusu çıkardı diye düşünmek istiyoruz.
Peki, gerçekten bir ateşkes oldu mu; bu iş hiç değilse uzun bir süreliğine rafa kaldırılabilecek mi? İranlı yorumcuların önemli bir bölümü bu konuda umutlu değil. Birçoğu Rejim karşıtı olan bu kişiler, İsrail’e güvenmiyorlar. Onun bir bahaneyle yeniden ortalığı ateşe vereceğinden endişe ediyorlar. Aslına bakarsanız, daha ateşkes gündeme geldiği andan başlayarak, yeni saldırı haberleri de gelmeye başladı zaten. İzleyeceğiz ve göreceğiz.
Bu sürecin İran cephesinde neden olduğu ve en azından Türkiye’de üzerinde yeterince durulmayan iki sonucu oldu. Bunlardan biri, İsrail’in savaşın son gününde Tahran’daki ünlü ve korkunç Evin hapishanesinin yönetim binasını vurmuş olmasıyla ilgili. Bunun, İran’daki muhalif cepheye İsrail tarafından gönderilmiş bir hediye paketi olduğunu da düşünmek mümkün. Bu saldırıda yüz kadar İran güvenlik görevlisinin öldürüldüğü söyleniyor. Ama olayda en az 23 mahkûmun ve kimi ziyaretçilerin öldürüldüğünü de biliyoruz. Bu olayın sonucu ise buradaki mahkûmların gruplar halinde başka hapishanelere nakledilmesi oldu. Bu sürecin kibarca, nazikçe gerçekleştiğini düşünmek için bir gerekçemiz yok. Ama şimdilik ayrıntılara da hâkim değilim.
İkinci önemli durum ise savaşın başladığı günden başlayarak İran cephesinde bir tutuklama dalgasının yaşanması oldu. Aralarında Afganların da olduğu bine yakın insan İsrail hesabına casusluk yaptıkları suçlamasıyla gözaltına alındı ve bunların bir bölümü de idam edildi. Bu insanların kaçı gerçekten casusluk etmişti, bilmek mümkün değil. Çünkü bu, İran İslam Cumhuriyeti’nin on yıllardır muhalifleri korkutmak, yok etmek, yıldırmak için kullandığı bir silah olageldi. Dolayısıyla muhalefet cephesinden masum insanların yok yere idam edileceğine ilişkin bir kaygı da var.
Bakın, Mehsa Jina Emini ayaklanmaları sürecinde, Kian adında bir çocuk, babasıyla hareket halindeyken, otomobillerinin içinde öldürülmüştü. Baba, söz konusu polisin yüzünü görmüştü. Ama olay o kadar büyüdü ki, Rejim bu suçu günahsız bir gencin üzerine yıkmak zorunda kaldı. Baba, “oğluma ateş eden kişi bu değildi” dese de işe yaramadı. Ve Mücahit Kurkur adlı masum adam geçtiğimiz haftalarda yok yere idam edildi.
Savaş sürecinin böyle görece kısa bir zamanda noktalanacağını ya da kesintiye uğrayacağını pek de kimse tahmin etmiyordu sanırım. Benim izlediği kadarıyla büyük hayal kırıklığına uğrayan iki kesim oldu İran cephesinde. Bunlardan ilki onursuz, kişiliksiz monarşist cephe… Bunlar bütün umutlarını İsrail’e ve giderek Amerika’ya bağlamıştı. Bu ülkeler İran İslam Cumhuriyeti’ni dümdüz edecekti ve tıpkı Suriye’de yaptığı gibi burada da Şehzade Rızayı getirip tahta oturtacaktı. İsrail’in ve Batı’nın onu bir piyon olarak saklı tuttuğu, desteklediği bir gerçek. Ondan bir kez çok etkili biçimde yararlandılar da. Mehsa Ayaklanmaları sürecindeki muhalefetin bütünlüğünü onun sayesinde bozdular. Ama bu, kimi monarşi yanlılarının bile çapsız bulduğu Şehzade Rıza’nın öyle zahmetsizce gelip İran’da tahta oturacağı, oturtulacağı anlamına gelmiyor. Çünkü anlaşılıyor ki bu güç odakları arasında da her zaman tam bir mutabakat olmuyor.
Hayal kırıklığına uğrayan ikinci cephe ise Kürt gruplar, özellikle İran Kürdistanı Demokrat partisi çevresi oldu. Eleştirmeme karşın bu grubu ilkinden ayırmak isterim. Çünkü bunlar hiç değilse monarşiye karşı çıkıyorlar. Bir de “alın bizi koltuğa oturtun” demiyorlar. Bunlar, İsrail’in mayınlı araziyi ıslah edip düzlemesini bekliyorlardı. Tam da İran’ın, ABD’nin Katar’daki üssüne doğru füzeler gönderdiği saatlerde İKDP’nin basın sözcüsü çıkıp silahlı ayaklanmayı başlatmalıyız dedi ama Katar saldırısından ötürü Trump bir karşılık vermeyince ve ateşkes gündeme gelince birden boşa düştüler. Buna karşın ikinci gün de çağrılarını yinelediler. Böyle kalkışmalar bazen çağrıyla buluşmaz, örtüşmezler. Örneğin Musaddık Darbesi sürecinde de CIA ajanları darbe için start vermelerine karşın yaprak kımıldamayınca, tezgâhlarının ortaya çıktığını düşünüp ülkeyi terk etmiş, üç gün sonra ayaklanmalar başlayınca İran’a geri dönmüşlerdi. Dolayısıyla bir silahlı ayaklanma olmaz, olmayacak diyemeyiz. Göreceğiz. Ben, her koşulda, İran cephesinin uzun zaman durulacağı kanaatinde değilim.
Ateşkesi ben de istiyordum. İran halkının ateşkesle birlikte kendi devrimini yapmak için organize olması gerektiğine ben de inanıyordum. İnanıyorum. Ama İran muhalefetindeki kimi gruplar aynı zeminde değil. Bunu biraz açmak istiyorum şimdi:
Geçtiğimiz günlerde Şehab Burhan adlı İranlı sosyalistin çok güzel bir yazısı yayınlandı. Şöyle diyordu Burhan:
"Eyvah, savaş çıktı!" Gerçekten de savaşı kimin durdurmasını bekliyorduk? Nükleer şantajda ısrar eden, "Amerika'ya Ölüm, İsrail'e Ölüm" sloganıyla vekil güçleri silahlandırıp kışkırtan faşist, savaş yanlısı İslam Cumhuriyeti’nin mi? Yoksa Ortadoğu'daki Amerikan askeri üssü, soykırımcı ve çocuk katili Netenyahu'nun Siyonist İsrail devletinin mi? Ya da emperyalist, savaş kışkırtıcısı, silah satıcısı Amerika’nın mı? Ya da (gülmeyin ama) Birleşmiş Milletler’in ve Nobel Barış Ödülü sahiplerinin mi?!”
Burhan, yazısının devamında, ortada yalnızca birkaç seçenek olduğunu belirtiyordu: Bunlardan biri, rejimi emperyalist savaş ve müdahale ile devirmek; öteki de, İslam rejimini savunarak ve kaybettiği gücü geri kazandırarak savaşla ve yaptırımla mücadele etmekti. Ama üçüncü bir yol da olabilirdi: Rejimi devirme ve yerine yenisini kurma sürecinde kitlesel gücü ve inisiyatifi ele alarak dış saldırıyı ve müdahaleyi bertaraf etmek ve dış baskılarla içine düştüğü zayıflıktan ve çıkmazdan yararlanarak rejimi halkın eliyle devirme sürecini hızlandırmak…
Burhan da, başkaca pek yorumcu gibi, iç ve dış koşulların ideal bir biçimde sentezlendiğini ve böylece tarihi bir fırsatın doğduğunu düşünüyordu. Ona göre bu, İslam cumhuriyetinin kurulduğu günden beri en zayıf ve kırılgan olduğu uğraktı. Ama halkın bağımsız devrimci hareketi ne yapmalıydı? Bu istisnai fırsatı değerlendirmeye mi çalışmalıydı? Rejim ile emperyalistler arasındaki bu çelişkilerden yararlanmalı mıydı?
Ben ise, Türkiye solunun önemli bir bölümünün “asıl çelişki emperyalizmle olan çelişkidir “ dercesine, bu çerçevede bütün eleştirilerini saklı tutarak, molla rejimine arka çıkmak gerektiği düşüncesinde olduğunu söylüyordum. Emperyalizme karşı İran Rejimine destek vermenin, kimilerine göre İran toplumunun yüzde 80’ini oluşturan büyük muhalif kesimleri yalnız kimsesiz bırakmak anlamına geleceğini; dolayısıyla, yapılması gerekenin, ateşkesle birlikte İran devrimci kamuoyunun bir an önce örgütlenerek, basit bir programatik çerçevesinde harekete geçip rejimi alaşağı etmesi gerektiğini düşündüğümü söylüyordum.
Burhan da benzer bir doğrultuda yürüyor. Diyor ki, savaşın varlık nedeni İran’ın nükleer çalışmaları, balistik silahları ve bölgedeki vekil güçlerine verdiği destekse, biz halk olarak kaleyi içerden feth edip savaşın gerekçelerini de ortadan kaldırmış olabilirdik.
Ama Şahab Burhan yazısını kaygı ve üzüntüyle noktalıyor ne yazık ki. Halkın dehşet ve çaresizlik içinde olduğunu gözlemliyor çünkü. Ve diyor ki, şu an itibariyle ne savaşa karşı çıkacak, ne rejimi devirecek bir kitlesel hareketin öznel veya nesnel işaretlerini göremiyorum.
İran son yıllarda derinleşen bir ekonomik kriz içindeydi. İşsizlik, yoksulluk başını almış gitmişti. Özellikle emekliler perişan haldeydi ve son üç yıldır neredeyse kesintisiz olarak eylem halindeydi. İran parasının değeri yerlerde sürünüyordu. Ama bu on iki günlük savaştan sonra her şeyin daha korkunç olmasını beklemek durumundayız. Çünkü bu savaşta su altyapısı, Kızılay binaları, petrol tesisleri ve birçok kamu binası zarar gördü. Rejim bunları bir an önce yenilemek, temizlemek isteyecektir ve bunun bir maliyeti var. Dolayısıyla halk biraz daha yoksullaşacak, eylemlerin grevlerin sayısı artacaktır.
Öte yandan İran cephesinde aralarında sivillerin de olduğu yüzlerce ölü ve kimi kaynaklara göre 5000 yaralı var. Yaralı deyince de Gazze soykırımından bildiğimiz üzere, kolunu bacağını kaybeden insanlar, kötürüm kalanlar, göremeyen duyamayan insanlar… Yani öyle iki dikiş atıldı ve tamam denecek şeyler değil bunlar.
Dolayısıyla İran cephesinde huzur yok, ekmek yok, güvenlik yok ve yakın zamanda da olmayacak.
İranlılarla ilgili bir gözlemimi aktarmak istiyorum. Tabii bu söyleyeceklerimin bütün İranlıları kapsaması mümkün değil. Ve aslında sanıyorum ki benzer şeyler bütün toplumlar için geçerli. Ama benim İranlıları gözlemleme olanağım oldu. Dolayısıyla ona dair konuşacağım.
Ben Mehsa ayaklanmaları sürecinde de gördüğüm her İranlıyla konuşmaya, onların eğlimlerini yoklamaya çalışıyordum. Sadece ülke içindekilerin değil, ülke dışındakilerin de ilk tepkisi korkmak, çekinmek, kuşkulanmak biçiminde olur. Acaba karşısındaki kişi İran istihbaratının bir elemanı mıdır, yoksa bir casus mudur? Konuşulmaz ama kaygı budur. Bir süre konuşma olanağı bulursanız ve ikna olurlarsa bazen yakınlaşmaya, daha açık konuşmaya başlarlar. Mehsa Ayaklanmaları sürecinde, konuştuğum ve Türkiye’de olmasına karşın tam tesettürlü bir İranlı, biz korkuyu geride bıraktık diyerek açık açık bir yığın şey demişti; ama öylesi azdır. Yine de İranlıların ülkelerinde olup bitenlere karşı duyarsız olduğu söylenemez. Ama duyarlı oldukları söylenebilir mi, ona da emin değilim. İran sokakları o ayaklanmalar sürecinde yanarken birçok İranlı Beyoğlu’nda Şişli’de mağaza mağaza dolaşmaya devam ediyordu. Benzer şeyleri bu 12 günlük savaş sürecinde de gördüm. Tatil planları yapanlar, vize için bir haftalığına geldiği Türkiye’de pub pub gezenler, bir iki günlüğüne geldikleri bu yerde spor salonuna gitmek için yanlarında spor kıyafetleri getirenler…
Kimseye bir şeyi çok görmüyorum. Herkesin iyi bir yaşam sürmeye hakkı var. Ama ne yalan söyleyeyim, üçüncü dünya savaşı mı başlıyor dediğimiz, karşılıklı füzelerin atıldığı bir ortamda, bir ülkenin insanlarının haber ekranlarına yapışmamasını anlayamıyorum.
Fakat dediğim gibi, bunun İranlılara özgü olduğunu sanmıyorum. Sanırım her ülkede bir yananlar, heba olanlar var ve bir de vurdumduymazlar, umursamazlar, def çalıp oynamaya devam edenler...