Tekrar merhaba canım!

-
Aa
+
a
a
a

HDK soruşturması kapsamında geçen Şubat ayında tutuklanan ve iddianamesinin kabul edilmesi sonrası tensiple tahliye edilen KaosGL Genel Yayın Yönetmeni ve Apaçık Radyo programcısı Yıldız Tar ile bir araya gelerek Onur Ayı ve Aile Yılı üzerine konuşuyoruz. 

""
Trans Onur Haftası, “Sessizlik, geliyoruz” yazısını Boğaziçi köprüsüne yansıtarak 16-22 Haziran’da yapılacak etkinlikler ve Trans Onur Yürüyüşü’ne çağrı yaptı.
Tekrar merhaba canım!
 

Tekrar merhaba canım!

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Merhaba Çiçek.

Çiçek Tahaoğlu: Merhaba, günaydın.

Özdeş Özbay: Merhabalar.

Ö. M: Günaydın.

Ö. Ö: Sürpriz bir konuğumuz da var galiba.

Ö. M: Evet, ondan da bahsedeyim mi lütfen.

Ç. T: Kendini göstersin sürpriz konuğumuz.

Yıldız Tar: Günaydın, merhabalar.

Ö. Ö: Hoş geldin Yıldız.

Ö. M: Yıldız merhaba, hoş geldin.

Y. T: Hoş buldum, tekrar merhaba canım.

Ö. M: Evet, bu hafta ne konuşuyoruz?

Ç. T: Uzun bir aradan sonra Yıldız'a kavuştuk. Önce onu konuşalım, sonra da konuğuna geçelim. Nasılsın Yıldız?

Y. T: İyiyim, gayet iyiyim. Çok teşekkür ederim. Biraz radyoyu özlemiştim. Heyecanlıyım. Sanki ilk kez yayın yapıyormuş gibi.

Ö. Ö: Biz de seni özledik vallahi.

Ö. M: Evet.

Y. T: Bu haftada biraz aile yılı ve onur haftalarını konuşacağız. Geçtiğimiz haftalarda da konuşulmuş ama... Daha yakın gündemle ne olup bittiğini hep beraber tartışalım dedik. Çiçek, istersen seninle başlayalım, olur mu?

Ç. T: Olur. Yani zaten hani... Genel olarak aile yılını konuşuyoruz doğal olara, gündem bu her bölümde. Hem Merhaba Canım'ın hem İşte Böyle Güzelim'in her bölümünde bahsettik. 2025 aile yılı ilan edilmişti. Bu da tabii kadınları ve LGBTİ+ları ilgilendiren birçok gelişmeyle birlikte geliyor. Şimdi tabii aile yılının ötesine de geçti: 2026-2035 dönemini aile ve nüfus on yılı ilan etti Cumhurbaşkanı Erdoğan.

Y. T: Bir yıl yetmedi, on yıl boyunca.

Ö. Ö: Hani son kez kendisi aday olacaktı? Bir on yıl daha devam o zaman.

Ç. T: Oraları bilemiyoruz.

Y. T: Esasen bu on yılın ilan edilmesini, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı da aşan bir devlet politikasına dönüştürme eğilimi olarak görüyorum. Geçtiğimiz yıl bu karar ilan edildiğinde, programda "emekliler yılı"ndan bahsetmiştik. Emekliler yılının, emeklilerin ne kadar acı çektiği bir yıl olduğunu konuşuyorduk. Şimdi "aile yılı"nda da herhalde aileler acı çekecek demiştik. Biraz öyle de oluyor.

Meselenin LGBTİ+lar ve toplumsal cinsiyet boyutuna geçmeden önce, cezaevinden bir anıyla başlayayım, son iki haftadır yaptığım gibi.

Ö. M: Lütfen.

Y. T: Beraber tutuklandığımız arkadaşlar arasında mesela evli bir çift de vardı, anne-oğul da. Gerçekten de sürekli "aile yılı, aile yılı" denmesini hatırlıyorlardı. Bu tarz hukuksuz operasyonlarla aileleri parçalayan esasen hükümetin ve iktidarın kendisi oldu. Haliyle "aile yılı" bana sadece boş bir gösteren gibi geliyor. Aile adı altında, iktidarın kendi ajandasını ve hegemonyasını yeniden kurmaya çalıştığını düşünüyorum.

Bu on yıl meselesinde kritik bir kavram var: "cinsiyetsizleştirme". “Cinsiyetsiz yaşam” kavramını zaten dile getiriyorlar ve adeta bir nüfus paranoyası içindeler. Sürekli "nüfus azalacak" diyorlar. Sanki bu çok kötü bir şeymiş gibi ki, bence öyle değil. Bu kadar ekolojik yıkımın olduğu bir dünyada nüfus artış hızının azalması belki de olumlu bir gelişme olabilir. Ama kötü bir şey dahi olsa, asıl mesele bu paranoya ile neler yapabilecekleri.

Bunu rasyonel bir şekilde anlamaya çalışıyoruz genellikle. Sanki arkasında akılcı bir politika varmış gibi. Ancak burada, her otoriter rejimde olduğu gibi, daha çok sinir sistemine yönelik, ilkel refleksleri ve güdüleri harekete geçirmeyi hedefleyen bir yönetim anlayışı var. Korkuyla yönetmeye çalışan bir taktik söz konusu. Bu korkuyu da, anladığımız kadarıyla, 10 yıla yayacaklar. Bir yılda toplumun genelini istedikleri kadar korkutamamış olmalılar. On yıl boyunca korku yaratarak, iktidar gücünü merkezde toplayacakları yeni bir döneme girdik "aile yılı" meselesiyle.

Bilmiyorum Çiçek, sen ne düşünüyorsun? Bu aile yılını neden ilan ettiler ve neden 10 yıla uzattılar?

Ç. T: Bu nüfus paranoyası dediğin şey aslında uzun süredir devam ediyor. AKP'nin ilk iktidar yıllarından bu yana sürdürdüğü bir yaklaşım bu. Nüfus artışını hedefleyen, çekirdek aileyi anne, baba ve üç çocuktan oluşan bir yapı olarak tanımlayan bir isteği var. Ancak bu toplumda gerçek karşılığını bulmuyor. Bunu her programda da konuşuyoruz. Ekonomik sebepler, toplumsal dönüşüm ve modernleşme ile bazı şeyler değişiyor. Fakat iktidarın bir "eskiye dönüş", "geleneksele dönüş" arzusu var. Bu "aile yılı" ve "aile ve nüfus on yılı" meselesi de bu çerçevede değerlendirilmeli.

Sürekli "aileyi güçlendirmek" söylemi tekrar ediliyor. Ancak kadınları ve LGBTİl+ları görmezden gelip hiçbir bireyi gerçekten güçlendirmeden, yalnızca erkek bireyi merkeze alarak bir aile inşasından söz ediliyor. Geçtiğimiz günlerde Meclis’te Kadına Karşı Şiddet ve Ayrımcılığın Önlenmesine Yönelik Araştırma Komisyonu bir taslak rapor açıkladı. Belki görmüşsünüzdür, önümüzdeki günlerde meclise sunulacakmış. Bu raporda da, "ailenin güçlendirilmesi" adı altında şiddetin önünü açabilecek çok sayıda öneri yer alıyor. Yani “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla bir aile gücünden bahsediliyor.

Y. T: Evet, burada Aile Bakanlığı artık çok özel ve merkezi bir konuma yerleşti. Önceden, Aile Bakanlığı'nın bu kadar belirleyici ve ideolojik bir merkez olduğunu hatırlamıyorum. Kadın Bakanlığı’ndan Aile Bakanlığı’na dönüşmesi zamanında gündem olmuştu, ancak bir süre bu bakanlık daha çok "bakın biz bu meseleyle de ilgileniyoruz" diyerek iktidarın sembolik bir alanı gibi kullanılıyordu. Şimdi ise giderek siyasetin merkezine yerleşmeye başladı. Artık sadece kendi alanıyla değil, sosyal politikalarla, hatta ekonomik dönüşüm ve bölüşümle ilgili alanlara da müdahil bir pozisyonda.

Bu nedenle söylediğine tamamen katılıyorum Çiçek. Burada kadınları ve LGBTİ+ları güçlendirmek bir yana, onların kendi hayatları üzerindeki iradeyi ellerinden almaya çalışıyorlar. Ama sadece bu değil. Bu durum aynı zamanda ekonomi-politik bir mesele. İlk LGBTİ+ karşıtı siyasetin taslak hâli Şubat’ta sızdığında ve cezaevindeyken ulaştığında, aklıma doğrudan cadı avları geldi. Silvia Federici’nin Caliban ve Cadı kitabında anlattığı gibi; cadı avlarının yalnızca cinsiyetçilik ya da kadın düşmanlığıyla açıklanamayacağını, bu süreçlerin ekonomik bölüşümle doğrudan ilişkili olduğunu söylüyordu.

Federici, cadı avlarının başlamasından 100 yıl öncesinde Avrupa’nın pek çok yerinde kadınların başını çektiği açlığa, yoksulluğa karşı isyanlar ve komünal örgütlenmeler olduğunu, bu isyanların bastırılmasında cadı avlarının bir araç olarak kullanıldığını yazıyor. Şimdi burada da benzer bir durum olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de 2015’ten bu yana sokakta kalabilen, gündemi etkileyebilen, en güçlü toplumsal hareket feminist hareket, kadın hareketi ve LGBTİ+ hareketi. Yani toplumsal cinsiyet ekseninde eşitlik, özgürlük ve adalet talep eden hareketler.

İktidar bu dinamizmi hem cezalandırmak hem de ortadan kaldırmak istiyor. Bir anlamda eve kapatmak, eril restorasyonu hayata geçirmek istiyor. Bununla birlikte sosyal politika ve yoksullukla mücadele gibi devletin temel sorumluluklarını tekrar aileye havale ederek, özellikle kadın emeğini ücretsiz ve görünmez hâlde daha da derinleştirmeye çalışıyor.

Burada kritik bir strateji daha var: Kadınları LGBTİ+lardan ayırmak. "Kadınları koruyoruz, onlara destek oluyoruz; ama LGBTİ+lar bunun dışında kalmalı" demeye çalışıyorlar. Bu nedenle “toplumsal cinsiyet” kavramını bile kullanmak istemiyorlar.

Bu da bana yine Caliban ve Cadı kitabındaki önemli bir detayı hatırlatıyor. Federici, İngilizce’de LGBTİ+lara yönelik aşağılayıcı bir ifade olan “faggot” kelimesinin bir diğer anlamının da “çalı çırpı” olduğunu söylüyor. Bu kelimenin hem eşcinselleri hem de cadıların yakılmasında kullanılan tutuşturmalık malzemeyi ifade etmesi, o dönem eşcinsellerin, adeta cadı avlarında "yakıt" olarak kullanıldığını ima ediyor. Bence bu çok çarpıcı bir tespit.

Ö. M: Dehşet verici de bir şey tabii.

Y. T: Bu gerçekten dehşet verici bir tablo. Bugün Türkiye’de bununla benzer bir zihniyetin hayatta olduğuna inanıyorum. Sanki büyük bir kazan kurulmuş, içine kadınların tüm kazanımları atılıyor. Altındaki ateşi harlamak içinse LGBTİ+ karşıtı yasa tasarıları, yasaklar ve diğer uygulamalar çalı çırpı gibi kullanılıyor. Yani LGBTİ+lar hem hedef tahtasına konuluyor hem de diğer hak mücadelelerinin bastırılması için araçsallaştırılıyor.

Çiçek, seninle bu konuları sık sık konuşuyoruz. Burada da sormak isterim: Sence bu kadınlarla LGBTİ+ları birbirinden ayırma stratejisi Türkiye'de gerçekten işe yarıyor mu? Bu stratejiye karşı feministler ile LGBTİ+ hareketi arasında birleşik bir mücadele hattı oluşabiliyor mu?

Ç. T: Evet, böyle bir stratejinin uygulandığı çok açık. Ancak diğer yandan kadınlar açısından da durum hiç parlak değil. Makbul kadın imajı giderek daha keskin, daha dar bir forma büründü. Açık bir kadın düşmanlığı, doğrudan söylenmese bile politikalarla fazlasıyla hissediliyor. Kadınlarla LGBTİ+ bireyleri birbirinden ayırıyor gibi görünüyorlar ama bu daha çok "dostlar alışverişte görsün" türünden bir ayrım. Çünkü kadınlara dönük saldırılar da çok açık. Doğum yardımlarından kürtajın fiilen kısıtlanmasına, sezaryene karşı yürütülen kampanyalardan kadının doğurganlık hakkına müdahale eden söylemlere kadar, kadınların haklarına dönük sistemli bir müdahale söz konusu. Dolayısıyla kadın ve LGBTİ+ mücadelesini birbirinden ayırmak bana hep yapay gelmiştir. Bu iki mücadele alanı, birçok noktada kesişiyor.

Bu nedenle "kesişimsellik" sadece teorik bir kavram değil, yaşadığımız politik ve toplumsal koşullarda birebir deneyimlenen bir gerçeklik. Bugün tanımlanan o makbul kadın profili öylesine dar ki, artık toplumdaki pek çok heteroseksüel kadın bile bu kalıba sığmıyor. AKP'nin idealize ettiği aile imgesi o kadar sınırlayıcı ki, ona uymak neredeyse imkânsız hâle geldi. Bu yüzden mesele sadece LGBTİ+ların dışlanması değil; aynı zamanda kadınların da kamusal varlığının sistematik biçimde budanması. Ortam oldukça sertleşti. Toplumsal cinsiyet temelli bir baskı ortamı kuruldu ve bu, sadece belirli kimlikleri değil, neredeyse herkesi etkiliyor. Sen ne düşünüyorsun bu gidişata dair?

Y. T: Kesinlikle katılıyorum. Senin de söylediğin gibi, “makbul kadın” sınırlarının daralması çok kritik. Belki 10 yıl önce bu kavram daha esnekti: Elbette yine dışlayıcıydı, ama bugünkü kadar katı değildi. Bugünse sadece bir “anne” figürü öne çıkarılıyor. Kadınlar siliniyor, yerine yalnızca “anneler” ya da “analık” kimliği konuluyor. Ve bu kimlik ne kadar çocuk doğurduğunla, ne kadar aileye adandığınla ölçülüyor.

Bu çok tehlikeli bir dönüşüm. Feminist hareketin yıllardır verdiği mücadeleyle kazanılmış zihinsel ve toplumsal ilerlemeyi tersine çevirmeyi hedefleyen bir restorasyon projesi bu. Kadını kamusal alandan çekip ev içine, aile içine sıkıştırmaya çalışan bir yeniden dizayn süreci yaşanıyor.

Burada mesele sadece bireysel haklar ya da özgürlükler değil; aynı zamanda toplumun nasıl bir yapı içinde yeniden kurgulanmak istendiğiyle ilgili. Ve bu yapı açıkça cinsiyetçi, heteronormatif ve otoriter bir sistemin inşasına dayanıyor.

Ö. M: Bu konuda EŞİK ne diyor?

Y. T: EŞİK de, takip edebildiğim kadarıyla diğer kadın örgütleri de bu meseleye dair bu sınırlara hapsedilmeyeceğini, kadınların hapsedilmemesi için mücadele ettiklerini söylüyor. Bence çok etkili de oluyorlar toplumda.

Ö. M: Evet, ben de onu söyleyecektim. Açıklamaya rastlamıştım da onun için sordum.

Y. T: Ama toplumun genelinde acaba iktidarın bu aileci politikaları, LGBTİ+ düşmanı politikaları ne kadar yankı buluyor? Bu biraz tartışmalı. Bilmiyorum Çiçek sen nasıl gözlemliyorsun ama benim toplumu etkileyemedikleri yönünde bir gözlemim var.

Ç. T: Bence sorun bu zaten. O yüzden sertleşiyor iklim. İstatistiklerle de aslında topluma yansımadığını gördükçe iktidar önlemleri ve bu paketlerini, yasalarını, torba yasalarını sertleştirmeye başladı gibi düşünüyorum ben de açıkçası.

Y. T: Ama yani ilerleyen dönemde, aklımda şöyle bir soru var: Bu baskı daha da sertleşecek gibi görünüyor ve şu an “yok artık, bu da olmaz” dediğimiz şeyleri, belki yakın gelecekte yasa olarak karşımızda göreceğiz. Ancak diğer yandan da, bu toplumun geneline nüfuz edememe hâli ve bir tür meşruiyet kaybı da yaşanıyor gibi. Bu noktada kafam karışık açıkçası.

Çünkü bir rejim, ne kadar otoriter olursa olsun, bir şekilde rıza üretmek zorunda. Bu bazen seçimler yoluyla olur, bazen kamuoyu araştırmalarıyla. Bazen de yargı gibi demokratik olmayan araçlarla, yahut mitlerle, milliyetçi söylemlerle, kurucu ideolojilerle bu rıza inşa edilir. Ama ben şu anda hükümetin, örneğin “aile yılı” gibi temalarla bu rızayı nereden devşirebildiğini tam olarak göremiyorum. Bana kalırsa onlar da bu soruya net bir cevap veremiyor.

Ç. T: Aslında bunun için hazırladıkları bazı maddi destek paketleri var. Belki en çok bu yolla bir meşruiyet üretmeye çalışıyorlar diyebiliriz.

Y. T: Sen bu maddi destek paketlerine bakabildin mi Çiçek? Tam olarak neyi kapsıyor bu yardımlar?

Ç. T: Sen içerideyken konuşmuştuk, üzgünüm. Ama kısaca şöyle özetleyebilirim: Bu destekler üç çocuğa kadar veriliyor. Tabii birtakım ciddi koşulları da var. Mesela çiftin toplam gelirinin asgari ücret kadar ya da altında olması gerekiyor. Yani gerçekten yoksulluk sınırının çok altında yaşayan çiftleri hedefleyen bir sistem bu. Çocuk başına verilen miktar, şu an tam hatırlamıyorum ama ayda yaklaşık üç ila beş bin lira arasında değişiyor. Ancak bu destek de sürekli değil, çocuk dört yaşına gelene kadar sürüyor sanırım. Elimde şu an tam rakamlar yok ama genel hatlarıyla bu şekilde Yani aslında oldukça sınırlı ve geçici yardımlar bunlar. Ama yine de tamamen yok saymak da mümkün değil; ayda beş bin lira almak, hiç alamamaktan iyidir elbette. Öyle bir noktadayız ki bu destekler bile bir “nimet” gibi sunuluyor.

Ancak uzmanların da sürekli söylediği gibi, mesele sadece maddi destek değil. Asıl ihtiyaç duyulan şey toplumsal refahın kalıcı şekilde yükseltilmesi. İnsanları kısa vadeli yardımlara mahkûm eden bir sistem kurmak yerine, uzun vadeli çözümler üretmek gerek. Ama şu anki yaklaşım, ne yazık ki zorla çocuk yaptırmaya dayalı, bağımlılık yaratan bir model gibi işliyor.

Ö. Ö: Burada belki şunu söylemek mümkün: Bu süreç kendi içinde oldukça çelişkili. Çünkü sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada sağ popülist ve muhafazakâr partiler adeta bir propaganda savaşı yürütüyor. Toplumdaki tüm çürümenin kaynağını “aileye yönelik saldırılar” gibi kodluyorlar. Oysa yaşadığımız pek çok sorunun kökeni neoliberal kapitalizmin kendisi. Örneğin boşanmaların artması, kent yaşamının dayattığı koşullar, kadınların iş gücüne katılımı gibi meseleler bunların doğrudan sonucu. Hatırlarsanız AKP'nin önceki seçimlerden sonra yaptığı ve sızdırılan bir değerlendirme toplantısında, parti içinden biri “kadınları üniversiteye alarak, başörtüsüyle eğitim hakkı vererek kendi ayağımıza sıktık” diyordu. Çünkü şimdi o kadınlar mezun oluyor, çalışmak istiyor. Milyonlarca muhafazakâr aileden gelen genç kadın iş ve kariyer hedefliyor, ama hükümet onlara “çocuk yap” diyor. Bu da kentleşme gerçekliğiyle açıkça çelişiyor.

Ö. M: Sosyal devletten vazgeçip kadını eve gönderiyorlar yani.

Ö. Ö: Evet, sosyal devlet her yerde çözülüyor. Eskiden özellikle İskandinav ülkelerinde, örneğin İsveç’te, ciddi sosyal yardımlar vardı. Bekâr bir anneye kira yardımı verilirdi. Bu tür destekler, kadının tek başına çocuk yapabilmesini mümkün kılıyordu. Ama bugün bu sistemlerin yerini, aile temelli ama içeriksiz bir yardım anlayışı aldı. Bu da ancak yoğun propaganda ile sürdürülmeye çalışılıyor.

Ç. T: Ve doğal olarak bu da toplumda karşılık bulmuyor.

Y. T: Aslında bu aile merkezli sosyal politika anlayışı artık dünya genelinde de bir norm hâline geldi. Oysa yakın zamana kadar birey temelli, hatta sadece yurttaş odaklı değil, mültecileri ve göçmenleri de kapsayan sosyal destek sistemlerine doğru bir eğilim vardı. Şimdi bunun tam tersi bir eğilim görüyoruz: Eril restorasyon. Bu dönüşümde AKP’nin kendi seçmen tabanında da demografik bir değişimin farkında olduğunu düşünüyorum. Bu taban, belki özgürlükçü idealleri siyasi anlamda sahiplenmese bile, bireysel yaşam tercihlerinde daha özgür olmayı isteyen bir eğilime kayıyor. Bu da AKP’yi tedirgin ediyor. LGBTİ+lar karşıtlığı üzerinden gelişen söylem bunun bir örneği. Cumhurbaşkanı Erdoğan 5-6 yıl önce “lezbiyen, mezbiyen yok böyle şeyler” derken, aslında önce “bizim teşkilatlarımızda böyle şeyler olmaz” deme gereği duymuştu. Yani bu, parti içinde de bir mesele. Elbette ki AKP’li, MHP’li LGBTİ+lar var; farkındalar. Ama mesele, LGBTİ+ kimliklerin sembolik düzlemde bir özgürlük alanı yaratıyor olması. Hükümetin buna karşılık geliştirdiği refleks, bu özgürlük alanını geri almak.

Ve dikkat edin, burada yalnızca LGBTİ+ kimliklere karşı bir söylem değil bu; makbul olmayan tüm kadınlara, kendi yolunu seçmek isteyen herkese karşı bir baskı. Çünkü hükümet hâlâ kendi varlığını mağduriyet üzerinden kurmaya çalışıyor. Bu, otoriter rejimlerin tipik bir özelliği: İktidarda olsalar bile mağduriyet anlatısını sürdürürler. Ama artık bu anlatı karşısında başka bir anlatı yükseliyor. Özellikle 20’li yaşlardaki gençler, AKP’nin “eski Türkiye” anlatısını hiç deneyimlemedi; onların bildiği tek şey bugünkü iktidarın uygulamaları. Bu nedenle hükümet yeni bir mit inşa etmek zorunda kalıyor. Ve bu sefer düşman olarak, özgür kadınları, LGBTİ+ları hedefe koyuyor. Bu yeni mitin taşıyıcısı da AKP-MHP ittifakı. Bu anlatının tuttuğu yerler var mı? Var. Ama bu başarısız olduğu anlamına gelmiyor. Aksine bu hat, daha da kurumsallaşacak gibi görünüyor. Aile buluşmaları, nafaka karşıtı platformlar gibi örnekler, bu yeni ideolojik hattın toplumsal cinsiyet düşmanlığı üzerinden örgütleneceğini gösteriyor. Ve sanırım önümüzdeki dönemde buralara daha fazla kaynak ve stratejik yatırım yapılacak.

Ç. T: Muhtemelen ayrılacak. Çünkü bununla ilgili ulusal eylem planına çalışmaları da var. Bu komisyonlarda da bunlar oluyor sürekli zaten.

Y. T: Bir kamuoyu araştırmasının bir verisini paylaşmak bence önemli, neden başaramayacaklarına dair. Kaos GL ve 17 Mayıs'ın Şubat ayında yayınladığı araştırma, Türkiye toplumunda LGBTİ+’lara ilişkin algıyı araştırıyordu ve %40'ının LGBTİ+’ların eşit ve özgür yaşamasını desteklediğini ortaya koymuştu. Çok büyük bir rakam bu. Kararsızları da eklediğimizde %70'e çıkıyor. Yani bu toplumsal yapının %70'i LGBTİ+’lara karşı değil, %40'ı LGBTİ+’ların eşit ve özgür yaşamasını destekliyor. Ama “Bu destekle ilgili bir şey yapıyor musunuz?” sorusuna çok az bir oranda “Evet, yapıyorum, harekete geçiyorum” diyen var. Niye harekete geçmediklerinde ise korku ve endişeden dolayı olduğunu söylüyorlar. Sanırım düğümü çözecek mesele de bu.  Buradaki o korku ve endişeyi giderecek, sessiz çoğunluğu harekete geçirecek, o yüzde kırk ve yüzde otuzu eklediğimde yüzde yetmişlik bir çoğunluk olduğu meselesini güçlendirecek bir siyaset bence bu düğümü çözebilme gücüne sahip. Hatırlarsak Wall Street isyanında çok güzel bir slogan vardı: “Biz %99’uz” diye. Toplumsal cinsiyet meselesinde de böyle bir kitleselleşmeye ve böyle bir meşruiyet ve özgüvene ihtiyacımız olduğunu söylemiş olayım. Ve bu ilk yayını da böylece yavaşça toparlıyoruz sanırım.

Ç. T: Ben de şeyi söyleyeyim son bir, o zaman. Şimdi Onur Ayı'ndan bahsedecektik, bahsedemedik. Haftaya bahsederiz ondan da. Ama şeyi düşünüyorum: Yani 2015'ten beri Onur Yürüyüşleri yasaklanmaya başladı. Şimdi bakıyorum, hemen hemen her şehirde ve her üniversitede Onur Yürüyüşleri düzenleniyor. Yıldız, sen sayısını biliyor musun bilmiyorum. Ben de bilmiyorum ama 2015’te, yani Onur Yürüyüşleri’ne yönelik yasaklar ve polis şiddetinin başladığı senede, Türkiye'de sadece 11 tane Onur Haftası düzenleniyordu. Ve o yasakların başlamasıyla birlikte bunun da sayısı arttı. Bu konudaki mücadele de güçlendi. Bu da bize bir şeyler anlatıyor bence. Şu anda 11’den çok daha fazla olduğunu düşünüyorum Onur Haftası düzenleyen yerlerin. O yüzden bunu da hatırlatmak istedim.

Ö. M: Evet, Onur Haftası’nı konuşmaya tabii devam edeceğiz. Daha iyi, başlangıcındayız yani. Hazırlıklarındayız, değil mi?

Y. T: Pazartesi günü Ankara Onur Haftası ve İstanbul Trans Onur Haftası başlıyor. İkisi de bir hafta boyunca sürecek. Önümüzdeki pazar günü de, yani 22 Haziran'da, hem Ankara'da hem İstanbul'da yürüyüş olması planlanıyor. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası ise sonraki hafta olacak ve 29 Haziran'da da orada bir yürüyüş olması planlanıyor, bekleniyor. Bu arada bu hafta da Türk-Alman Üniversitesi'nde öğrenciler bir Onur Yürüyüşü yapmak istediler ama polis tacizi, özel güvenlik ve üniversite yönetiminin engellemesiyle yürüyüş yapamadılar. Ciddi bir baskıyla karşılaştık. e bütün bunlar olurken, bir yandan üniversitelerde öğrenciler bir araya gelmeye ve harekete geçmeye; Onur Haftası’nı, Onur Yürüyüşü’nü kutlamaya çalışıyorlar. Çiçek’in dediği çok doğru.

Çok daha az merkeze, İstanbul'a toplanmış bir Onur Yürüyüşü, Onur Haftası algısı varken, hani belki İzmir yine yapıyordu, Mersin’de bazen yapılabiliyordu ama son 10 yıl içerisinde iktidarın birden İstanbul’u bu kadar baskılaması ve orayı tamamen yapılamaz hâle getirmesi, Onur Haftaları ve Onur Yürüyüşleri’nin farklı şehirlere, kampüslere dağılmasına, buralarda yeniden ve yeniden LGBTİ+’ların örgütlenmesine yol açtı. Böyle olumlu bir sonucu oldu diyebiliriz.

Ö. M: Beklenmedik bir şey. Peki, çok teşekkür ederiz. Yıldız, tekrar hoş geldin diyelim sana.

Y. T: Hoş buldum, iyi yayınlar.

Ö. Ö: Görüşmek üzere.

Ö. M: Görüşmek üzere, hoşça kal.

Ç. T: İyi yayınlar.