"Her şey hızla oluyor, depremi daha konuşamadan"

-
Aa
+
a
a
a

Atlas Sarrafoğlu İklim Kuşağı Konuşuyor'da 23 Nisan haftasında bu defa kutlamayı değil konuşmayı öneriyor; çocuklara nasıl bir dünya bırakıyorsunuz? Ayrıca eko-kırımı, İstanbul'da gerçekleşen depremi, daha depremi konuşamadan Kanal İstanbul projesini konuştuğumuzu anlatıyor.

""
"Her şey hızla oluyor, depremi daha konuşamadan"
 

"Her şey hızla oluyor, depremi daha konuşamadan"

podcast servisi: iTunes / RSS

Merhaba, ben Atlas Sarrafoğlu. Her Cuma yayınlanan İklim Kuşağı Konuşuyor programına hoşgeldiniz. Son 5 senedir, 12 yaşından bu yana Apaçık Radyo dinleyicileri için iklimle ilgili haberleri hazırlıyorum. 

İlk konuşmak istediğim konu 23 Nisan. Bu hafta, “çocuklara armağan edilen bir bayramı” kutladık. Ama artık çoğu günleri kutlamaktan çok sorgulamak gerekir hale geldi. Çünkü eğer bir şey çocuklara emanet ediliyorsa, önce o şeyin ne durumda olduğunu görmek gerekir.  Ve bugün 2025 yılında, biz çocuklara nasıl bir dünya bırakıldığını konuşmak zorundayız.

İklim krizi, artık gelecekteki bir olasılık değil. Şu anda yaşanıyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre iklim krizine bağlı nedenlerle her yıl 5 yaş altı yaklaşık 90 bin çocuk hayatını kaybediyor. UNICEF’in 2021 verilerine göre dünya genelinde 1 milyar çocuk, iklim krizi nedeniyle "aşırı yüksek risk altında." Bu çocuklar arasında ben de varım. Bu ülkenin çocukları da var. Ama sadece bu da değil.

İklim krizi, çocukların sadece sağlığını değil, eğitimini de etkiliyor. Kuraklık, sel, yangın gibi afetler nedeniyle her yıl milyonlarca çocuk okula gidemiyor. Türkiye’de bile, son 3 yılda sellerin, yangınların ve hava kirliliğinin etkilediği bölgelerde eğitim sıklıkla kesintiye uğradı. Ama nedense bu veriler, hiçbir eğitim politikalarına yansımıyor.

Ve bütün bunlar yaşanırken, biz karar mekanizmalarının dışında bırakılıyoruz.

Çünkü çocuklar oy kullanamıyor. Çocuklar yasaların çıkarılma süreçlerinde yer almıyor. Ama bizler, bu krizlerin tam ortasında büyüyoruz. Buna demokrasi denebilir mi? 

Demokrasi sadece oy hakkı değildir. Demokrasi, katılım hakkıdır. Çocukların söz hakkı olmadan alınan kararlar, demokratik değildir. Bu yüzden biz sadece korunmak değil, temsil edilmek istiyoruz.

Birleşmiş Milletler’in Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi'ne göre çocukların katılım hakkı vardır. Ama bugün o hakkın ne kadarının hayata geçtiği tartışılır.

23 Nisan’ın anlamı da burada devreye giriyor. Eğer bu bayram gerçekten çocuklara armağan edildi ise, bizlere balon ve bayrak değil, yaşanabilir bir gezegen, adil bir sistem ve gerçek bir demokrasi verilmeli.

Bugün biz çocuklar olarak sadece “gelecek nesil” değiliz.

Biz bu dünyanın bugünüyle baş etmek zorunda bırakılan gençleriz.

Ve artık sadece şunu soruyoruz: Çocuklara bırakmaya hazır olduğunuz dünya gerçekten bu mu?

Bu 23 Nisan haftasında, kutlamaktan çok konuşalım diyorum. Ve belki ilk kez gerçekten, çocuklara yakışır bir dünya kurmaya başlayalım.

Bakın İklimHaber’de yayınlanan iklim değişikliğinin çocukları nasıl umutsuzluğa sürüklediğine dair bir haberi sizinle paylaşmak istiyorum.

Olumsuz etkileriyle giderek daha fazla karşı karşıya kaldığımız iklim değişikliği karşısında çocuklar, yetişkinlere kıyasla daha kırılgan. Son yıllarda giderek daha sık söz edilen bir olumsuz etki ise ‘‘eko-anksiyete’’, yani gezegenin geleceği düşünüldüğünde verilen duygusal tepkiler. Gezegenin tehlikede olduğu bir dönemde büyüyen çocuklar, gelecekten umutlu olmadıklarını giderek daha fazla dile getiriyorlar. Uzmanlar, ebeveynlere, iklim değişikliğini tartışmaktan kaçınmanın çare olmayacağı uyarısında bulunuyor. 2024 yılında yayımlanan bir çalışmaya göre, çocukların duygularını ifade edebilmeleri ve irdelemeleri için alan açmak, çocukların ruh sağlığı açısından oldukça önemli.  

Çocuklar, iklim değişikliğinin etkileri karşısında en kırılgan gruplar arasında yer alıyor. 2020 yılından sonra doğan çocuklar, 1960 doğumlulara kıyasla, iki ila yedi kat daha fazla aşırı hava olayına maruz kalacaklar. Ayrıca fiziksel olarak da çocuklar; kirlilik, ölümcül hastalıklar ve aşırı hava olayları karşısında daha hassaslar.

İklim değişikliğinin pek de öngörülmeyen, ancak gitgide görünürlük kazanan bir diğer olumsuz etkisi ise, çocukların ruh sağlığı üzerinde gerçekleşiyor: Çocukların önemli bir kısmını etkileyen eko-anksiyete, üzerine giderek daha fazla konuşulan bir kavram haline geldi.

Bu konuda Türkiye’de yapılmış geniş kapsamlı bir çalışma hâlâ yok. Ancak 2021 yılında, 10 ülkeden 10 bin çocuğun ve gencin katılımıyla yapılan kapsamlı bir araştırma, çocukların ve gençlerin yüzde 59’unun iklim değişikliği hakkında ‘‘çok’’ veya ‘‘son derece’’ endişeli olduğunu ortaya koydu.  

‘‘Çocuklarla umut hakkında konuşmaya çalıştığımızda sert tepkiler aldık. ‘Umut hakkında konuşmak istemiyorum,’ diyorlardı. ‘Umut hakkında konuştuğunuzu duymak istemiyorum. Umutsuzluk hakkında konuşmak istiyorum çünkü ben, bunu yaşıyorum.’’’

Malboeuf-Hurtubise’e göre bu durum, umuttan söz edemeyeceğimiz anlamına gelmiyor. ‘‘Fakat umut hakkında konuşmaya başlamadan önce, çocuklardaki bu umutsuzluğu anlamamız, irdelememiz gerekiyor.’’ Malboeuf-Hurtubise, bu gibi hassas konuların ele alınabilmesi için öncelikle okulların ve yetişkinlerin ikna edilmesi gerektiğine dikkat çekiyor.

‘‘Çocukların varoluşsal sorunları, onları göz ardı ettiğimizde ortadan kaybolmayacak,’’ diyen Malboeuf-Hurtubise’e göre ebeveynlerin yapabileceği en iyi şey, çocuklarına, kendileriyle konuşabilmeleri için alan açmak: ‘‘Yalnızca duygularının kabul edildiğini, duygularını paylaştığı yetişkinin paniklemediğini görmesi bile bir çocuk için gerçekten önemli bir mesaj.’’

İklim değişikliği hakkında konuşmaktan kaçınmak ise çare değil. ‘‘Onlarla bu konuyu hiç konuşmamak veya – fazlasıyla farkında olsalar da – öyle olmadıklarını varsaymak, kaygılarını daha da artırıyor,’’ diyor Malboeuf-Hurtubise. ‘‘En doğrusu, bu konuyu açıkça konuşmak ve ardından şu mesajı net bir şekilde vermek: ‘Hiçbir bireysel eylem, tek başına iklim krizini çözemez. Bunun için kolektif harekete ihtiyaç var.”

Haftanın önemli günlerinden gidersek bir diğer önemli gün 22 Nisan Yeryüzü Günüydü, Dünyanın dört bir yanında doğanın güzelliğini kutlamak için ilan edilen bir gün bu. Ama biz bunu kutlamak yerine yine direnişi konuşuyoruz.

Çünkü artık doğayı sevmek yetmiyor. Ona zarar veren sistemleri görmek, onlara direnmek ve adalet istemek gerekiyor. Bugün, bu gezegenin ön cephesinde yerli halklar, sömürgeleştirilmiş toplumlar, hakları için mücadele ediyor. Sadece ağaçları değil, toprağı, kültürü ve yaşam hakkını savunuyorlar.

Türkiye’de de durum farklı değil.

Munzur’da yıllardır vadileri baraj projeleriyle boğmaya çalışıyorlar. Kazdağları’nda, Akbelen’de, İkizdere’de ormanlar madencilik projeleri için kesiliyor, ekosistem yok ediliyor. Ve bu talana karşı çıkanlar, halk, köylüler, gençler, kadınlar… ya gözaltına alınıyor ya da susturulmaya çalışılıyor. Yani biz bu coğrafyada da doğa ile birlikte yaşam hakkını savunmanın bedelini ödüyoruz. Ama mesele sadece ağaçlar değil. Eko-kırım artık bir taktik.

Bugün Gazze’de, sadece insanların değil doğanın da hedef alındığına tanıklık ediyoruz.

İsrail’in saldırıları sonucu yıkılan altyapı, kirlenen sular, yok edilen tarım alanları, bu gezegenin en kırılgan bölgelerinden birinde eko-kırımı da beraberinde getiriyor.

Ve biz burada, Türkiye’de, bu yaşananlara ya sessiz kalıyoruz, ya da adalet adına konuşmaktan korkar hale geliyoruz.

Ama şunu unutmamalıyız: Gerçek iklim adaleti, cesur bir adalettir. Adını koyar: Sömürü der, baskı der, savaş der, Filistin der.

Bugün çevreci olmak, sadece plastik kullanmamak değildir.
Yeryüzü Günü’nde dilek tutmakla değil, politik talepte bulunarak bir şey değişir.
Çünkü biz artık sadece yeni bir vaat değil, kanun istiyoruz. Politika istiyoruz. Adalet istiyoruz. Ve Türkiye’de de istiyoruz: Ekosistemin yanında olan bir iklim yasası neden hâlâ çıkmadı? Ormanları, zeytinlikleri koruyan yasalar neden delik deşik edildi? Çocuklar için nasıl bir doğa bırakılıyor? Yeryüzü Günü’nde gezegeni sevmenin yolu budur: Sistemleri değiştirmek. Sessiz kalmamak. Yanı başımızdaki adaletsizlikleri görmek ve ses çıkarmak.

Oysa bakın bu hafta Kanal İstanbul’daki hareketlilik dikkati çekti. Bugün İstanbul’un da geleceğini konuşmalıyız. Sadece iklim krizinin değil, aynı zamanda kent politikalarının da bizi nasıl etkilediğini, nasıl bir yaşamı elimizden aldığını…

Geçtiğimiz Çarşamba günü İstanbul’da 6.2 büyüklüğünde bir deprem oldu. İstanbul hazırlıksızdı. Deprem gerçeğini her gün yaşayarak hatırlıyoruz ama hâlâ bu şehrin nefes alabileceği son boş alanlara bile göz dikiliyor.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının hemen ardından, hükümetin Kanal İstanbul projesine hız verdiği görülüyor. Üstelik sadece içeride değil, dışarıda da bu proje pazarlanıyor. Körfez ülkelerine yönelik yayın yapan kanallarda Kanal İstanbul güzergâhındaki araziler reklamlarla tanıtılıyor.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, 22 Nisan’da yaptığı bir açıklamada bu bölgede yapılacak 250 bin konutun Cumhuriyet tarihinin en büyük sosyal konut projesi olduğunu söyledi. Ama sahada olan bambaşka bir şey: Aynı bölgeler, özellikle Arap yatırımcılara pazarlanıyor.

İstanbul merkezli bazı emlak şirketleri sosyal medya üzerinden, “Kanal İstanbul’un hemen yanında, vatandaşlık da dahil yüksek getiri sağlayan yatırım fırsatları” sunuyor. Arazilerin hemen TOKİ’nin ‘Yenişehir’ adıyla planladığı bölgelerde olduğu vurgulanıyor.

Bir şirketin reklamında şöyle deniyor: “Bu yatırım sayesinde Türk vatandaşlığı alabilir, yüksek getiri sağlayabilirsiniz. Bu, sadece çevresel değil, sosyal adalet açısından da büyük bir problem. Çünkü bu şehirde deprem riski altında yaşayan milyonlarca insan için güvenli konut sağlanamazken, İstanbul’un geleceği rant projelerine teslim ediliyor.

Üstelik bu satışlarda, Bakanlığın “sosyal konut” dediği projeler bile açıkça yatırım reklamı olarak sunuluyor. TOKİ’nin 24 bin konut inşa edeceği belirtilen bölgeler, “kentsel dönüşüm” adı altında, “yatırım fırsatları” olarak yabancı alıcılara tanıtılıyor.

Ve her şey hızla oluyor, depremi daha konuşamadan, doğayı daha koruyamadan, ormanları, tarım alanlarını, su kaynaklarını hesaba katmadan.

İstanbul’a dair alınan kararlar, bu şehirde yaşayanları değil; başka ülkelerdeki alıcıları mutlu etmeye yönelik gibi. Ve iklim krizinin ortasında hâlâ bu kadar büyük bir inşaat ısrarı, bu kadar beton tutkusu…

İşte biz bu yüzden iklim adaleti diyoruz. Çünkü bir kenti, orada yaşayanlar için değil, rant için şekillendirirseniz, hem doğayı kaybedersiniz, hem de insan hayatını riske atarsınız.

İklim Kuşağı Konuşuyor’da bu hafta Yeryüzü günü ve çocuklara bıraktığımız dünyadan bahsetim. İstanbul’un geleceğini, bu projelerin doğaya ve sosyal adalete etkisini konuşmaya çalıştım. Bu sadece bir kent meselesi değil, tüm bu anlattıklarım bir iklim meselesi. Tüm bunlar insanlık hakkı yani siyaset üstü.

Sizin için seçtiğim şarkılar önce Extinction Rebellion aktivisti olan David Ramsten’dan aslında sokaklarda söylediğimiz bir slogandan yola çıkarak yaptığı “Climate Justice Now” daha sonra da sırasıyla Lily Allen’dan Everybody’s Changin’ ve Derik Fein’den  “Don't Matter” dinletmek istiyorum sizlere. Haftaya Cuma günü tekrar 2’de İklim Kuşağı Konuşuyor programına dek kendinize, sevdiklerinize ve gezegenimize lütfen çok iyi bakın.