Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay ve Nevin Sungur, Marmara Yaşasın serisinin ikincisinde National Geographic kaşifi, şehir plancı, hidrolog Sera Tolgay ile Marmara Denizi’nin ve Havzası'nın korunması için iki senedir karadan Marmara kıyılarını, göllerini, sulak alanlarını ve akarsularını dolaşarak ve uydulardan gözlemleyerek ortaya çıkardığı 'Marmara Denizi ve Havzası'nın Restorasyon Planı Çalışması' üzerine konuşuyorlar.
Nevin Sungur: Apaçık Radyo’da Dünya Mirası Adalar programını dinliyorsunuz. Ben Nevin Sungur.
Derya Tolgay: Ben Derya Tolgay.
N.S.: Geçen hafta ‘Marmara Yaşasın’ dizimize başlamıştık. Bu diziye başlama sebebimiz de müsilajın tekrar ortaya çıkmasıydı. Bandırma 17 Eylül Üniversitesi Denizcilik Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Sarı, birkaç ay önce Marmara Denizi’ne yaptığı bir dalış sırasında müsilajın yeniden tehlikeli bir seviyeye yükseldiğini görüntülemiş ve ‘Acilen önlem alınmaz ise 2025'in ilkbahar ve yaz aylarında zor günler bizi bekliyor’ diyerek 2021 yılında yaşanan felakete benzer bir tehlikenin kapıda olduğuna dair bir uyarıda bulunmuştu.
Marmara Yaşasınkapsamında, geçen Salı günü yaptığımız ilk yayınımızda Avukat Tunç Lokum ile Ergene Derin Deniz Deşarj A.Ş.’ye açtıkları davayı konuşmuştuk. Bugünkü programımızın konuğu ise Sera Tolgay ve kendisini daha önce de konuk etmiştik hatırlayacaksınız.
Sera Tolgay, uzman şehir plancısı, mühendis ve hidrolog. Aynı zamanda doğal altyapı iklim değişikliğine uyum ve doğal afetlere karşı dirençli kentlerin geliştirilmesi üzerine hem yurt içinde, hem de yurt dışında pek çok proje üzerine çalışmış ve hala da çalışmakta. Tolgay, National Geographic kaşiflerinden biri olarak yaklaşık iki yıl boyunca Marmara Denizi ve Marmara Havzası'nda sulak alanlarını, göllerini karadan gezerek, havadan çekimler yaparak ve uydulardan gözlemleyerek bir araştırma yaptı. 2030 yılına kadar Marmara'nın nasıl korunabileceği, ekosistemlerin ve doğal alanların iyileştirilmesini nasıl sağlanabileceği sorularına cevap aradı. Yanılmıyorsam, bu çalışma da Nisan ayında National Geographic dergisinde yayınlandı değil mi Sera? Tabii öncelikle programımıza hoş geldin.
D.T.: Hoş geldin.
Sera Tolgay: Merhaba, hoş bulduk. Çalışma National Geographic dergisinde yayınlanmadı; National Geographic Society dergiden ayrı bağımsız ama beraber de çalışıyorlar. Bir rapor olarak, bağımsız bir şekilde yayınlandı ama çalışmanın esas desteği onlardan geldi. Saha çalışmaları kullanılan veriler, analiz hepsinin yapılmasını mümkün kıldılar.
Dilerseniz kâşif deyince ne demek istiyoruz, bundan bahsedebilirim çünkü bunu çok soruyorlar. Biz daha çok fotoğrafçı ve belgeselcileri biliyoruz, zaten en meşhurları da onlar ama başka bir tarafı daha var, ondan da bahsetmek isterim.
D.T.: Evet, o zaman ben sorunun girişini hazırlayayım istersen çünkü çalışmalarının çok yakın tanığıyım, hatta bir kısmında da bulundum. Yale Üniversitesi’nde, daha sonrasında MIT'de de çalışmaların, daha doğrusu tezlerin hep kıyılar üzerineydi. İstanbul kıyılarıyla başladı, sonra Ürdün Nehri Vadisi, Panama, Şili, Kıbrıs, Türkiye'de Hasankeyf, Asi Nehri Deltası ve Samandağ Kıyı Şeridi ve son olarak Marmara Havzası ve İstanbul üzerine senelerdir sürmekte çalışmaların. İstanbul Teknik Üniversitesi'nde de geçtiğimiz haftalarda ‘Marmara Denizi ve Havzası'nın Restorasyon Planı Çalışması’ başlığı altında bir sunum yaptın, yoğun bir ilgi vardı çünkü kaşiflik özellikle gençlerin epey merak ettiği bir konu sanırım - bence biraz karakterinde de kaşiflik var diyebilirim. Şimdi buradan National Geographic'in kaşifi olmanın senin için anlamı ne diye soralım.
S.T.: Tabii ki. Biraz önce bahsettiğim gibi, National Geographic deyince bize daha çok harika fotoğrafları, belgeselleri yani o görsel tarafı çağrıştırır ama aynı zamanda National GeographicSociety diye bir oluşumu, bir sivil toplum kuruluşu gibi düşünebiliriz. Dünyanın her yerinden, çok farklı disiplinlerden araştırmacılar antropologlar, hidrologlar, iklim bilimciler, arkeologlar, tarihçiler de çerçeveye dahil ve araştırma projelerine de destek oluyorlar. Bu araştırma projelerini desteklemek için özel bir fonları var. Yani kaşiflik dediğimizde daha çok bilim, araştırma ve saha çalışmaları söz konusu. Sahadaki tecrübelerimizi kullanarak, bildiğimiz ya da bilmediğimiz yerleri yine gözlerle anlamak, keşfetmek ve bu anladıklarımızı farklı şekillerde belgelemek… Mesela benim çalışmam, daha çok uydu görüntüleri ve drone çekimleriyle kullandığım haritalama üzerinden giden bir proje oldu. Sahada bulunmanız çok önemli, sadece bilgisayar başında yapılan bir çalışma olmaması gerekiyor, Saha deyince, masa ve bilgisayar dışında tek başınıza geçirdiğiniz her şeyi katıyorum - mülakatlar da buna dahil. Çok paydaşlı bir araştırma çalışması olmasını istiyorlar. Ben mesleki olarak plancıyım ve planlama çalışmaları çok paydaşlı olmalı, tek bir kurum arkasında olmamalı ve hem veriler, hem de araştırma süreci, kullandığınız metodlar vs. çok açık olmalı. Aslında çıkış noktası da buydu.
Kaşif olmanın benim için şöyle de bir anlamı var; dedelerimden birisi jeologdu ve hayatını daha çok sahada geçirdi. Diğer dedem ise denizci ve mühendisti. Uluslararası seyahatin çok da kolay olmadığı 1950-60'lı yıllarda, Afrika ülkelerinden Uzak Doğu’ya, dünyanın pek çok yerini görme fırsatına sahip olmuştu. Belki bu yüzden bende de böyle bir istek var. Bazen masa başında yaptığım çalışmalar yetmiyor ve dışarıda olmayı istiyorum, oradan öğreniyorum. Dünyayı tanımak ve farklı yerleri keşfetme ama aynı zamanda o bölgenin halklarıyla, topluluklarıyla tanışmak da kâşifliğin çok önemli bir parçası.
N.S.: Şimdi maalesef can çekişen Marmara Denizi ile ilgili proje çalışmana gelmek istiyorum. Araştırmaların sırasında neler gördün, nelere şahit oldun?
S.T.: Tabii ki. Ben daha çok üst ölçekten baktığım ve gözlemlediğim şeyleri aktarmak istiyorum. Biraz önce bahsettiğiniz, Mustafa Sarı Hoca gibi pek çok deniz biyoloğu, bilimci var, gerçekten Marmara’nın durumunu yakından inceliyorlar. Deniz yaşamı için oksijen seviyesi çok önemli ve bunun çok düşük olması endişe verici faktör. Yapılan incelemelerde Marmara’da belli bir metrenin altında çözünürlüğün %0 olduğu gözlemlenmiş. Bu gerçekten ölü bölge demek. Marmara bunun tek örneği değil; maalesef dünyada, özellikle şehirleşme ve endüstrileşmenin yoğun olduğu kıyılarda yaklaşık 400'ü aşkın ölü bölge örneği var.
Marmara, bir iç deniz olduğu için ekosistemi çok kırılgan. Burası aynı zamanda hem denizden, hem de havadan bir geçiş ve göç noktası, kıtalar arasında bir köprü konumunda. Maalesef elimizdeki böyle bir değeri kaybediyoruz. Son beş senede gördüğümüz bu düşüş herkesi kaygılandırıyor.
Maalesef Marmara Havzası'nda ormanlık bölgelerimizi kaybettik. Havza dediğimizde aslında sadece deniz ve deniz kıyılarını değil, karasal sistemi de kastediyoruz. Akarsuların Marmara'yı beslediğini biliyoruz. Özellikle mesela Biga Nehri, Nilüfer Nehri, Ergene Nehri gibi pek çok su girişi var Marmara'ya. İki boğazdan bahsediyoruz ama Marmara Denizi için karadan akan su da o boğazlar kadar değerli. Nehirler, akarsular ve sulak alanlar Marmara Denizi’nin döngüsüne dahiller.
Ben, uydu fotoğraflarından son 20 seneyi incelediğimde bu süre içerisinde maalesef ormanlık alanların kaybolduğunu gözlemledim. Orman alanlarını bir su sisteminin, su havzalarının ciğerleri gibi düşünebilirsiniz çünkü ağaçlar suyun toprağa geçişini ve o havzaların su zengini olmasını sağlayan organizmalardır. Onlar olmadan böyle sağlıklı bir havzadan bahsedemeyiz.
Aslında Marmara'yı bir bütün olarak görmemiz gerekiyor ve bu projenin amacı biraz da buydu. Deniz kısmında çok çalışmalar var ama bir bütün olarak baktığımızda Marmara Havzası’nda neleri yitirdiğimizi anlamak da bir o kadar önemli diye düşünüyorum. Mesela, uydu fotoğraflarıyla bu kaliteli orman alanlarının kilometre kare çapında %15'ten %6'ya indiğini gözlemledim - Kuzey Ormanları’nda yapılan berelenmeler buna bir örnek. Bursa bölgesinde gördüğümüz gibi, yoğun şehirleşme sonucu metropoller kırsala doğru yayılıyor. İlgilenenler, bu yayınlayacağımız raporda bütün bu sonuçları daha detaylı inceleyebilir.
Diğer bir çıkarım da haritalama projesinde, kayda geçmiş çözünür oksijen yüzdesine ve derin deşarj noktalarına da baktık - tabii bu verilere erişmek çok zor, ben internette bulabildiğim kadarını bu haritalama projesine dahil ettim. Baktığımızda. arıtmanın olmadığı derin deşarj noktalarında çözülmüş oksijen oranının çok düşük olduğunu gördük. Buralar daha ölü bölgeler. Mesela Marmara’nın güneyinde Karacabey Deltası gittiğimiz noktalardan biriydi. Burada çözünür oksijen ölçüleri çok daha yüksek. Hatta %60-80'leri buluyor ama İzmit Körfezi en kötü yerlerden biri. Çözünür oksijenin %20-40'ı geçtiği noktaları bulmak neredeyse imkansız. O yüzden Marmara Denizi'nin sağlığında su kalitesi de çok önemli bir rol oynuyor .
N.S.: Söylediğin gibi, hepsi bir bütünün parçaları aslında değil mi? Sadece Marmara Denizi’ni değil, Marmara Havzası’nı da konuşmak lazım. Bir yerde aksama başladığı zaman hepsi teker teker çözülüyor. Şehirleşmeyle, deşarj atıklarıyla yani hepsi bir bütünün parçaları. Müsilajı da bütün bunların sonucu olarak da değerlendirebiliriz aslında değil mi?
S.T.: Evet, kesinlikle. Zaten su dediğimizde bütün havzaya bakmamız gerekiyor çünkü bu bir sistem. Tatlı su ve tuzlu su diye ayırıyoruz bazen ama bu ikisi arasında da bir ilişki var. Sulak alanlar ve kıyılarımız, o iki suyun karıştığı bunun en güzel gözlemdiği yerler zenginliğin ve biyolojik olarak da çeşitliğin çok yoğun olduğu bölgeler. O yüzden korunması gereken çok önemli yerler.
D.T.: Gerçi bahsettin ama şunu da hemen hatırlatalım; bu rapor herkese açık ve kullanmak isteyenler için oldukça kıymetli veriler var. Raporu, Dünya Mirası Adalar’ın sosyal medyasında da paylaşıyoruz, herkes oradan rahatlıkla ulaşabilir.
Her çalışmanı bir harita ile görselleştiriyorsun ve sahadaki çalışmanın yanı sıra bu uyduları kullanıyorsun. Her sözün bir karşılığı haritada var esasında ve bu haliyle çok pratik ve anlamamızı da kolaylaştırıyor. Su kalitesi ve müsilaj dediğinizde de, proje aslında arıtmanın ötesinde daha büyük bir konuyu havza ölçeğinde ele alıyor. Bu harita çalışmalarından bahsedebilir misin?
S.T.: Tabii ki. Harita dediğimizde, bu çok ucu açık bir terim çünkü haritada ne göstereceğimiz biraz size bağlı ve biraz görsel iletişime de giriyor aslında. Çok teknik haritalarımız var ama bazılarını okumak çok zor. Bu projedeki amaç, daha okunabilir, anlaşabilir bir görsel dille bu verileri paylaşmak. Bir yandan da haritalar eksik kalabiliyor, burada da saha çalışması, mesela drone çekimleri çok etkili oldu. Gittiğimiz pek çok yer vardı ama ben örnek olarak en can alıcı, bir ders alabileceğimiz beş saha çalışması noktasından bahsetmek istiyorum . Bunlardan biri longoz ormanları, sulak alanlarıydı.
Gittiğimiz yerlerden biri olan Karacabey Longoz Ormanı, maalesef hem Nilüfer Nehri’nin kirliliği, hem de yapılaşmadan dolayı bir risk altında. Yine de burası korunan, eko sistemi zengin ve canlı olan yerlerden biri ama bir yandan da tabii riskler de mevcut. Longoz ormanlarının deniz tarafına baktığımızda çok güzel, lavanta bitkileri yetiştiren hatta arıcılık yapan pek çok kişiyle tanıştık. Lavanta balı üretiliyor, çok hoş bir şey aslında yani ne kadar zengin bir ekosistemi olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Göç eden kuşların da uğrak noktası. Burada çok güzel saha çalışmaları yapma fırsatımız oldu. Nilüfer Nehri'nin kirliliğine rağmen yine de buranın su kalitesi Marmara'daki en iyilerden biriydi diyebilirim. Bu bir bir sulak alan örneği. Marmara'da benzer işlevleri gören çok değerli pek çok sulak alanımız var. Biz hepsini bir envanter olarak listeye de aldık.
Açıkçası İstanbul'da doğmuş, büyümüş, senelerini geçirmiş biri olarak Karacabey Longoz Ormanları’nı bu projeden önce bilmiyordum. Ziyaret ettiğimizde hem mahçup oldum, hem de çok hayran oldum. O yüzden bu saha çalışmalarının anlamı hem yerel halkın doğal alanla olan ilişkisini gözlemlemek, hem de bir araştırmacı olarak bilmediğimiz doğal değerlerimizi görmek, bilmek tanımak için de bir fırsat oluyor.
Burada da bir şeyden bahsetmek istiyorum; Maalesef sadece Türkiye'de değil, dünyada da çok örneğini görüyoruz. Sulak alanlar geçmişten bu yana özellikle devletlerin gözünde bataklık, tehlikeli ve ıslah edilmesi gereken yerler olarak gözüküyor. Türkiye'de de 1950'lerden başlayarak çoğu tarım alanlarına çevrilmiş. Karacabey Deltası'nın da bir kısmı zaman içinde tarlalara dönüştürülmüş. Biz oraları ziyaret ettiğimizde şunu gözlemledik; aslında artık burada tarım yapılmıyor çünkü su seviyeleri yükseldikçe ve anladığım kadarıyla tuzluluk olduğu için bir kısmı atıl kalmış. Suyun da tarlalara giriş yaptığını görüyorsunuz yani su oraya gitmek istiyor. Bu tip dönüştürülmüş sulak alanların doğaya geri kazandırılmasının önemli stratejilerden biri olduğunu düşünüyorum. Yurtdışında bu konuda birkaç projede de çalıştım. Hem su kalitesi için ve biyoçeşitlilik için sulak alanların ıslah edilip doğaya geri kazandırılması su kalitelerinin gerçekten analiz edilip daha da iyileştirilmesi çok önemli olacak diye düşünüyorum.
Marmara'yı gerçekten besleyen tatlı su göllerimiz var. İznik Gölü bunların en önemlilerinden biri. Burayı ziyaret ettiğimizde gördüğüm en can alıcı nokta, büyük endüstrilerin ihtiyacından dolayı Gemlik Körfezi’ndeki suyun gerçekten sınırsız bir şekilde kullanılıyor olması. İznik Gölü’ndeki su seviyesi, yaklaşık 4 ila 5 metre düşmüş. Bu düşüş ile beraber, arkeologlar çok eski bir bazilika keşfediyor. Bu Marmara için aslında çok dağılıcı bir olgu. Tatlı su göllerimizi de kaybetmemiz bu su döngüsüne çok büyük bir engel oluyor. Endüstrinin su ihtiyacı ile ilgili gerçekten yaptırımlar ve çözümler üretilmesi gerek.
N.S.: O kadar geniş ve bütüncül bir bakış açısı yerleştirmek ve buna göre hareket etmek gerekiyor ki bugünkü koşullara baktığında Türkiye bunu hayata ne kadar geçirebilir, insan biraz şüphe ediyor. Ama umudu kaybetmemek için bu kadar büyük ölçekli bir çevre felaketinin ya da Marmara Havzası'ndakine benzer bir erozyonun yaşandığı başka ülkeler var mı ve oralarda geri dönüşüm sağlanmış mı? Kısacası şunu sormak istiyorum; eğer buna niyet edecek ve çaba gösterecek olur isek buraları kazanmamız için hala umut var mı?
S.T.: Evet, kesinlikle aslında pek çok örneği var. Çoğunun da çıkış noktası gerçekten benzer yani insan çıkışlı, çok yoğun şehirleşme ve endüstriyel yapılaşma kaynaklı... Mesela Tuna Nehri, Avrupa'nın endüstrileştiği bir koridor. Avrupa Birliği şu anda orada büyük bir restorasyon projesi yürütüyor. Nehrin başladığı yerden Karadeniz'e kadar aktığı bölge aslında çok büyük bir sulak alan. Bütün nehir boyunca farklı restorasyon projeleri yürütülüyor. Gerçekten bize de ilham verebilecek başarılar elde edilmiş örnekler var.
Türkiye'ye baktığımızda bazen umut yokmuş gibi hissedebiliyoruz ama öncelikle bizlerin doğayı onarabilecek bir organizma olduğumuzu da anlamamız gerekiyor. Doğayı tahrip ediyoruz ama öte yandan da onu onarabiliyoruz çünkü bizler de doğanın bir parçasıyız. Nasıl kunduzların doğayla, nehirlerle bir ilişkileri var, suyun yolunu değiştirebiliyorlar, biz de neler yapabiliyoruz aslında? Yani böyle bir gücümüz var.
Tuna Nehri dışında başka örnekler de var. İngiltere’de Thames Nehri etrafında bir Thames Gateway oluşumu var. Orada da bir çok sulak alan var mesela. Londra'nın içinde bile, mesela bazı parkların sulak alanlara dönüştürmesi ve restorasyonu gibi çalışmalar yaptılar. Bu tür örneklerin en büyüklerinden birisi de ABD'de, Florida'da. Burası çok yoğun şehirleşme gören bir eyalet ve Everglades Restorasyon Projesi de bu süreci değiştirecek çok önemli bir proje aslında. 2000 senesinde başladılar ve çok başarılı diyebileceğimiz projeye imza attılar. Mesela bu projelerden bir tanesi, değiştirilen su yollarının yeniden doğal akış yollarına yönlendirilmesiydi. Böylelikle sulak alanların su seviyelerinin normale dönmesi mümkün oldu.
Aslında bunlar yapılabiliyor; inşaat ve çevre mühendisliği gibi mesleklerin böyle bir tarafı var, bizim biraz oralara yatırım yapmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Mesela Everglades, 2000 senesinde başladı yani yaklaşık 25 sene öncesinden bahsediyoruz. Marmara'da da bugün başlasak, hala koruyacağımız, yapabileceğimiz o kadar çok şey var ki... Bana umut veren de bu. Proje raporuna bakarsanız şunu göreceksiniz.; şu anda sahip olduğumuz bütün doğal alanları, ormanları korusak bile %25'lik bir yüzölçümünü korumuş oluyoruz. Elimizdekileri koruyarak başlayıp bir de ona biraz eklesek Marmara’nın üçte birini korumuş olacağız. Ben tabii daha çok havza yani kıyı tarafından bahsediyorum, deniz içinden bahsetmiyorum. Ama deniz içinde de mesela güzel örneklerden biri Neandros Adası koruma bölgesi ilan edildi. O bölgede mercan transplantasyonu yapan ve çok güzel çalışan STK'lar var. Bu tür güzel örneklerin çoğalması ve bu farkındalığı yakalamamız önemli diye düşünüyorum yani hiçbir zaman geç değil.
2024-2025'e giriyoruz, 2030'a da çok az kaldı. Özel Çevre Koruma Bölgesi ilan edilen Marmara’nın böyle bir plana ihtiyacı var. Başlangıç noktası elimizde, istediğimiz zaman başlayabiliriz.
D.T.: Sanırım dünyada bize ilham olabilecek örnekler var, onları da belki başka bir programda anlatırsın bize Sera. Çok teşekkür ederiz. Bugün konuğumuz çevre bilimi ve hidroloji alanında uzman şehir plancı Sera Tolga'ydı, çok teşekkürler.
N.S.: Çok teşekkürler Sera.
D.T.: ‘Adalar Hepimizin’ diyerek kapatalım.
N.S.: ‘Marmara Yaşasın’ bir de, yeni sloganımız da bu olsun.
D.T.: Marmara yaşasın!.