Forensic Architecture'ın kurucusu Eyal Weizman Depo İstanbul'da yer alan Üç Kapı sergisi için İstanbul'daydı. Weizman'la soykırım ve adli mimariyi konuşuyoruz.
Ömer Madra: Açık Gazete’de bir konuğumuz var. Onun sunumunu yapmak istiyorum size. 14 Aralık Cumartesi günü, Depo İstanbul'da Başak Ertür moderatörlüğünde bir etkinlik gerçekleşti. Etkinlik kapsamında Depo İstanbul'da yer alan Üç Kapı sergisinin ortaklarından biri olan Forensic Architecture'ın kurucusu Eyal Weizman'la bir söyleşi de yapıldı. Oldukça büyük bir ilgi vardı söyleşiye.
Bu söyleşinin hemen ardından da Eyal Weizman ile biz de bir söyleşi gerçekleştirdik, Başak Ertür de bize eşlik ediyor. Centre for Research Architecture'da (CRA) çalışan eleştirel bir hukuk akademisyeni kendisi; çok eski programcımız, dostumuz, her şeyimiz…
Forensic Architecture kuruluşu ise -adli mimarlık Türkçesi- Goldsmiths, Londra Üniversitesi merkezli bir araştırma ajansı. Görevini de şöyle açıklıyor kurum: “Amacımız devlet ve şirket şiddetini araştırmak için yeni teknikler, yöntemler ve kavramlar geliştirmek, kullanmak ve yaymaktır. Ekipte mimarlar, yazılımcılar, film yapımcıları, araştırmacı gazeteciler, bilim insanları ve avukatlar yer almaktadır. İnsan hakları, gazetecilik, mimarlık, sanat ve estetik, akademi ve hukuk alanlarında faaliyet gösteren disiplinler arası bir ajansız.”
Forensic Architecture bir kurum ama aynı zamanda bir kavram. 'Adli mimarlık', 2010 yılından bu yana Goldsmiths'in Araştırma Mimarlığı Merkezi (CRA) bünyesinde geliştirilen ve gelişen disiplinler arası bir akademik alanın adı. Bu terim, hukuki, siyasi ve kültürel bağlamlarda mekânsal kanıtların üretilmesi ve sunulmasına atıfta bulunmakta ve mimarlığı yalnızca binaları değil, kentler ve bölgeler ölçeğinde şekillendirilmiş ortamları da içerecek şekilde ele alıyor. Adli Mimarlık Yüksek Lisans programına ek olarak, dünya çapındaki üniversitelerde adli mimarlık alanını daha da geliştirmek için açtığı akademik kurslar da var açtığı.
Şimdi onun kurucusuyla beraberiz, Eyal Weizman ile. Söylediğim gibi, Forensic Architecture’ın kurucusu ve direktörü halen. 2005 yılında Adli Mimarlık Merkezi'ni kurduğu Goldsmiths, Londra Üniversitesi'nde Mekânsal ve Görsel Kültürler profesörü. 2007 yılında Sandi Hilal ve Alessandro Petti ile birlikte Beyt Sahur/Filistin'de DAAR mimarlık kolektifini kurdu. Eyal, Princeton, ETH Zürih ve Viyana Güzel Sanatlar Akademisi de dahil olmak üzere dünya çapında üniversitelerde görev yapmış. Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin (ICC) Teknoloji Danışma Kurulu üyesi ve Araştırmacı Gazetecilik Merkezi'nin (CIJ) yönetim kurulunda yer alıyor. Sayısız kitabı ve neredeyse sayısız uluslararası ödülü de var.
Ömer Madra: Eyal Weizman, hoş geldiniz. Sizi burada ağırlamaktan gurur duyuyoruz.
Özdeş Özbay: Programımıza hoş geldiniz
Eyal Weizman: Evet, sonunda Başak'tan da hakkında çok şey duyduğum bu programa katıldığım için çok mutluyum.
Ö. Ö: Çok teşekkür ederiz.
Ö.M: Başak sen de hoş geldin.
Ö. M: 14 Aralık'ta Depo’da harika bir sohbetinizi dinledik. Konuşmanızdan çok etkilendiğimi söylemeliyim.
E. W: Teşekkür ederim.
Ö. M: Buradaki ana kavramla başlamak istiyoruz: Adli mimarlık derken neyi kastediyorsunuz? Lütfen bizim için bir kez daha özetler misiniz?
E. W: Bunu açıklamanın en kolay yolu, mahkemede mimari kanıtların sunumuyla ilgili olduğunu söylemek. Adli patologlar için ceset neyse, adli mimarlar için de bina ya da harabe odur. Mimari mekandaki yıkım izlerine ve diğer olayların izlerine bakıyor ve mahkemelerde uzman bir mimari görüş sunuyoruz.
Anlatmanın en kolay yolu bu ama tabii adli mimarlık bundan çok daha fazlası. Öncelikle, bizim bir karşı adli tıp kurumu olduğumuzu açıklamamız gerekiyor, biz polis, gizli servis, ordu gibi devletleri ve kurumları araştırıyoruz. Hiçbir zaman devletten komisyon almıyoruz, bu yüzden araştırmacıları araştırıyoruz da diyebilirim.
Adli tıp teriminden anladığımız, şu anda mahkemede kanıt sunumu olarak algılanan bürokratik yoldan çok daha geniş bir şey. Bizim için adli tıp, klasik olarak ne anlama geliyorsa odur: Latince'de bu kelime “forum sanatı” anlamına geliyor. Yani adli tıp, kanıtların birden fazla forumda sunulmasıdır. Bu yüzden çalışmalarımızı mahkemelerde, insan hakları raporlarında ve sıklıkla medyada sunuyoruz.
Fakat pek çok kişi bizi sanat çevrelerinde, galerilerde kanıt sunmamızla tanıyor. Dünyanın dört bir yanındaki galerilerde sunumlar yaptık. Ama bizim amacımız sanatçı olmak ya da politik sanat için başka bir yol bulmak değil. Bizim amacımız galeriyi bir kamuoyu mahkemesine dönüştürmek. Çok karmaşık davalar sunuyoruz çünkü kanıtların yasal sürece bırakılamayacak kadar önemli olduğunu düşünüyoruz.
Yasal süreçler; kısıtlar ve siyasi anlamından soyutlarlar kanıtları. Dolayısıyla delilleri sunmanın alternatif yollarını bularak onları siyasileştirmenin yollarını bulmamız gerekiyor. Kanıtları sunduğumuz yerlerin hiçbiri aslında mükemmel değil. Hepsi çarpık, biçimsiz yerler. Ancak her biri kanıtın parlamasına ya da kanıtın başka bir yönünün parlamasına olanak tanıyor. Mahkemede sunduğunuz teknik yön olabilir, medyada sunduğunuz ise onun siyasi boyut olabilir. Kanıtları sanat alanında sunduğunuzdaysa neyin kanıt neyin imge olduğu gibi, sanat ve kültür alanlarında sıklıkla tartışılan kritik soruları içeren, çok daha geniş bir konuya girebilirsiniz.
Başak Ertür: Bu fikrin nasıl ortaya çıktığından biraz bahsetmek ister misiniz? Çünkü çoğu insan bunun bir üniversite bağlamında ortaya çıktığını bilmiyor.
E. W: Öncelikle, adli mimarlığın Filistin özgürlük mücadelesinden doğduğunu söyleyebilirim. Ben İsrailli bir Yahudiyim ama Filistin'deki sömürgecilik karşıtı hareketin bir parçasıyım ve bu hareketin içinde çoğunlukla Filistinliler mevcut ancak onlarla dayanışma içinde olan bazı Yahudiler de var -ve tabii ki uluslararası insanlar da-. Biliyorsunuz, kısa bir süre önce Filistin'de Türk bir aktivist hayatını kaybetti. Bu uluslararası kolektif bir dayanışma eylemi.
Sömürgecilik karşıtı mücadele bağlamında da mimarinin kritik bir rolü var. Sömürge projesi ya da herhangi bir yerleşimci sömürge projesi, yollar ve binalar, mahalleler ve koloniler, çitler ve kontrol noktaları ile ilgilidir. Tüm bunlar sahada uygulanmadan önce çizim tahtasında tasarlanıyor. İşte, bir şekilde Filistinli meslektaşlarımızla birlikte, milenyumun ilk yıllarında, ikinci İntifada ya da El Aksa İntifadası olarak adlandırılan dönemde, İsrailli yerleşimci sömürgeciliğinin fiziksel gerçeklerini haritalandırmak için çalışıyorduk, çizim tahtasında işlenen suçlara bakıyorduk.
Bildiğiniz gibi, bir mimar bir çizgi çizebilir, bu çizgi bir yola ya da bir yerleşim hattına dönüşebilir. Ve çizdikleri şekilde, bir suç vardır. Bunu ortaya çıkarmak için de bir mimarın zekasına ihtiyaç vardı. Böylece mimarlık, mimarlar tarafından işlenen suçları analiz etmek için bir çerçeve haline geldi. Bu teknikten bir organizasyon ortaya çıktı, Londra Goldsmith Üniversitesi'nde ortaya çıktı. Susan Shipley'in de aralarında bulunduğu üniversitedeki meslektaşlarımız ve Paulo Tavaj, Lawrence Abu Hamdan, Lawrence Upetani ve diğerleri gibi birçok doktora öğrencisi ile birlikte, biz ortaya çıktık.
Başka bir yerden anlatayım. Hem akademideki eleştirel çalışmaların hem de sanattaki eleştirel çalışmaların, önemsiz kalmasından hiç hoşnut değildik. Bildiğiniz gibi, bir film yapabilirsiniz, bir sergi yapabilirsiniz, bir şeyi açığa çıkarabilirsiniz sonra onu bir galeriye koyarsınız ve hiçbir şey yapmazsınız.
Biz de dedik ki, hayır, biz işimizi ve araştırmamızı en antagonistik ve yoğun forumlara koymak istiyoruz. Potansiyel olarak, belki, bir çizik atabilirler. Ve bu çizik, bu tür bir siyasi eylemlilik anı, o zamanlar dumanlarla dolu seminerlerde kuluçkadan çıkmayı hayal ettiğimiz şeydi -o zamanlar üniversitelerde hâlâ sigara içiliyordu, biz içerdik-. Bunun hayalini kuruyorduk. Yetenekleri ve becerileri için bir faillik alanı bulmaya çalışan, bir tür aktivist gibi başladık. Böylece Batı Şeria'da çalışırken öğrendiklerimi ve sohbet medyası, yeni medya, sosyal medya gibi yeni medya formlarının patlamasıyla; tanıkların ürettiği videolar ve tüm bunların yeni bir medya ortamı haline gelmesiyle öğrendiklerimi bir araya getirdik. Tam da açık kaynak araştırmasının, yani kullanıcılar tarafından üretilen bilginin gerçekten analiz edilmesinin gerektiğini o anı yakaladık. Coğrafi olarak konumlandırılması ve analiz edilmesi gereken bu yeni video selini sorgulamak için mimariyi kullandık.
Ö. Ö: Aslında oldukça ilginç. Geçenlerde Ilan Pappe'nin Filistin'de Etnik Temizlik kitabını okudum ve bir D Planı’ndan bahsediyordu. 1930'lu ve 40'lı yıllarda akademisyenlerin Filistin'in her bir köyünün haritasını çizdiğini söylüyor Pappe. Su kaynakları, gıda üretimi ve hangi köyün hangi etnik kökene ya da dini geçmişe sahip olduğu bilgilerini içeren haritaları kullandıklarını söylüyor. Gerçek bir mimari gibi görünüyor, mimari bir planın inşası gibi ve bunun D Planı olduğunu söylüyor. Yani söylediklerinizi tam da bu noktada oldukça ilginç buluyorum. Adli mimari fikri de Filistin'den geliyor diyorsunuz.
E. W: Evet, D Planı devlet kurulmadan önceki bir tür Siyonist plan. Sanırım Mart 1948'den itibaren, tam olarak dediğiniz gibi, köy dosyaları oluşturmuşlar. İngiliz hava görüntülerini ve İngiliz arşivindeki bilgileri alarak her bir köyü, ne yetiştirdiklerini, toprağın ne kadar iyi olduğunu, ne kadar su bulunduğunu gösteren bir kavrayış oluşturmuşlar. Ve açıkçası bu, o köylere saldırmak ve nüfuslarını azaltmak için bir plan olarak kullanılmış.
Ö. M: Ben birbirinin içine geçen iki soru sormak istiyorum. Sadece İsrail'de değil, diğer ülkelerde de mahkemelerin bu spesifik çalışmalarınıza tepkisi nasıl oldu? Ve ayrıca, dünyada genel olarak gazeteciliğin sessizliğini biraz olsun bırakmasında etkili olduğunu düşünüyor musunuz?
E. W: Mahkemeler açısından bakacak olursak; mahkemeler son derece muhafazakâr kurumlardır. Bir teknoloji kullanıma sunulduktan sonra bunun kanıt olarak kabul edilmesi yıllar, bazen on yıllar alır. Yargıçların kendileri de teknolojik açıdan pek bilgili olma eğiliminde değiller.
Hukuk her zaman teknolojinin gerisinde kalmıştır, ancak artık bu kadar çok belge insanlar tarafından kendi cihazlarında üretilip internete yüklendiğinden, buna karşı duramıyorlar. Videocuların her birini getirip sorgulamanın, çapraz sorguya çekmenin bir yolu yok. E tabşi bu o insanlar için tehlikeli de.
Biz de Lahey'deki Uluslararası Ceza Mahkemesi Teknoloji Danışma Kurulu’nun bir üyesi olarak; sosyal medya, sosyal medya analizi, mimari gibi konularda yeni kanıt standartları geliştirdik. En azından bu çerçevede, hukuk dönüşüme uğradı. Artık her bir tanığı çapraz sorguya almak yerine, sadece videoyu doğrulayarak tanıklardan gelen kanıtları sunabiliyoruz. Ürettiğimiz mimari kanıtların mahkeme tarafından olumlu değerlendirildiği birçok örnek var.
Ancak ne zaman bir davaya davet edilsek, her zaman iki mücadele yaşanıyor: Mücadelelerden biri kabul edilebilirlik için, yani mahkemeyi söylediklerimizin potansiyel olarak doğru olabileceğine ikna etmek için. İkincisi ise hakikat hakkında. Bunlar aynı şey değiller. Dolayısıyla, yasal davada diğer taraf için daha kolay ve daha ucuz olan, her seferinde -diyelim ki İsrail ordusu veya Kolombiya polisi veya Meksika polisi, Yunanistan'da davalara sunduğumuzda Yunan polis gücü falan- “oh, onlar sadece sanatçı” demek. Bu çok daha kolay ve çok daha ucuz.
Tate Gallery'de ya da Whitney Müzesi'nde sergilediğimiz için, “ah, yani biliyorsunuz, bunları bir müzede sergilediniz” diyorlar. Bir sanatçı yasalar açısından, bir taraf olarak görülüyor. Eğer estetik kelimesini kullanırsanız, bu sizin dikkatinizi ve imgeleri okuma yeteneğinizi arttırmaktan ziyade, bir tür kurgu gibi duyuluyor. Bu yüzden mahkemede “çık dışarı, sen sadece bir sanatçısın” dediklerinde, her seferinde onlara söylediğim "ama durun, en kritik kanıt videografik olduğunda, video uygulayıcılarına ihtiyacınız var" oluyor. Videoları en iyi bilen kişiler bunlar, bazıları film yapımcısı, bazıları da görüntü sanatçıları, fotoğrafçılar ve benzerleri.
Benim için önemli olan, bizim de diğerleri gibi uzman olduğumuzu söylemek değil, mahkemeleri uzmanlığın ne olduğuna dair fikirlerini değiştirmeleri gerektiği gerçeğine alıştırmak. Her davada bunun için mücadele edince, yeni kanıtların gelmesi için kapıyı biraz daha açıyor. Bu yüzden kabul edilebilirlik üzerinde çalışmak çok ama çok önemli.
Kabul edildikten sonra, hakikat için mücadele etmeniz gerekiyor. Açıkçası, kabul edilebilirlik savaşını kazanırsak, büyük olasılıkla hakikat savaşını da kazanıyoruz. Çünkü aslında karşı tarafın bizim yaptığımız işi yapacak sabrı, becerisi, yeteneği ve bizim davalara gösterdiğimiz manik hassasiyeti yok. Bu yüzden bizi durdurmaya çalışırken; ya çalıştığımız insanların gerçek uzmanlar olmadığını ya da siyasi aktörler olduklarını, tarafsız olmadıklarını söylüyorlar. Ben de buna karşılık onlara “peki, siz tarafsız mısınız?” diye soruyorum. Polislere ya da askerlere “tarafsız mısınız?” diye soruyorum: "Burada, mahkemede duran üniformalı bir kişisiniz. Bırakın kanıtlar konuşsun".
Kanıtların konuşmasına izin vermek aynı zamanda davalarımızın yapılışı üzerine de son derece hassas bir değerlendirme gerektiği anlamına geliyor. Davalarımızın ya da videolarımızın her biri, bir yemek programı gibi. Malzemeler de; videolar, kanıt parçaları, ifadeler. Bir video ile diğerini birleştiriyorsunuz, sonra bunu ifadeyle destekliyorsunuz ve sonra iki videoyu birbirine senkronize ediyorsunuz ve neler olduğunu iki farklı perspektiften görüyorsunuz. Dolayısıyla, bildiklerimizi nasıl bildiğimizi söylemek çok önemli. Çünkü uzmanlığımıza ya da bir uzmanın sadece bunu bildiğimizi söylemesine güvenemeyiz. Bunu nasıl bildiğimizi söylemek bize düşer. İşte bu yüzden, bazı videolarımız dayanılmaz derecede sıkıcı. Çünkü tüm bunlara kanıt üretmek amacıyla bakmanız gerekiyor -tabii eğer bir inek değilseniz- çok fazla bilgi, belki de çok fazla detay. Ama biliyorsunuz, bundan hoşlanan insanlar da var.
B. E: Ama aynı zamanda bu bir açık kaynak metodolojisi, çünkü bu metodolojiye ulaştığınız adımları bir nevi ifşa ediyorsunuz.
Ö. Ö: Vakalardan bahsederken, davet aldığınızı ya da daha doğrusu bu modellemelerle ilgili bazı vakalarınız olduğunu söylediniz. Şunu sormak istiyorum, davalarınızı nasıl seçiyorsunuz? Çünkü binlerce politik vaka var...
E. W: Biz seçmiyoruz, onlar bizi seçiyor. Vakalar bize geliyor.
Ö. Ö: Ama hepsini kabul ediyor musunuz mesela?
E. W: Hayır, hepsini alamayız, kabul edemeyiz ama davet ediliyoruz. Birinin travma alanına davetsiz giremeyiz.
Yani diyelim ki öldürülen biriyle ilgiliyse dava, ailenin varlığımızı memnuniyetle karşıladığını bilmemiz gerekiyor. Ayrıca bu vakanın siyasi bir potansiyeli olduğunu da bilmemiz gerekiyor.
Bu ne anlama geliyor? Bazı olayları dava edebilirsiniz ve bunlar sadece olayın kendisiyle ilgilidir. Bazı davalar ise semboldür. Bazıları önemli siyasi davalardır. Bazı vakalar davanın kendisinden çok daha büyük ölçekte siyasi talepler ve dönüşümle ilgilidir. Yani örnek vakalar gibidirler. Bilirsiniz, Filistin'de Necef Çölü’nde İsrail devleti tarafından evleri yıkılan Filistinli bedevi ev sahipleriyle çalışıyorsak, tek bir ailenin vakasını ele alabiliriz ve bunun izini 19. yüzyılın ortalarına ve Osmanlı toprak kanunlarına kadar sürebiliriz. 1858 tarihli Osmanlı toprak kanunları İsrail'in Filistinlileri mülksüzleştirdiği mekanizmadır. Bu konuya daha sonra geri dönebiliriz belki.
Bir ailenin ve bir toprak parçasının hikayesini anlatıyorsunuz fakat aslında şunu demek istiyorsunuz: Etraftaki tüm o insanlar, Filistin çölündeki Necef’deki belirli bir tarafın tüm toplulukları nasıl yerinden edildi? Yani bu yüzden vaka akupunktural olmalı, değil mi? Bu, ilk iğneyi batırmak gibi bir şey, en fazla etkiyi elde edebileceğiniz yere, bir tür siyasi organa saplıyorsunuz. Bu tarz bir prensip işliyor.
Ö. Ö: Vakalarınızdan üçü soykırımlarla ilgili; Namibya, Guatemala ve Gazze. Sormak istediğim şey şu, bir soykırımın adli mimarisini oluşturmak nasıl mümkün olabilir?
E. W: Evet, mimarların yaptığı gibi bir soykırım vakasının analizine girdiğimizde ki elbette farklı uzmanlar farklı şeylere bakacaktır, ama biz vaka analizine girdiğimizde önce mekâna bakarız ve mekânın yıkımının ve yeniden inşasının soykırım için bir gösterge olabileceğini anlarız.
Çoğu soykırım ve özellikle de yerleşimci sömürgeci soykırım, sömürge tarihinde belirli bir yerli nüfusun yerinden edilmesini ve toprakları üzerinde yerleşimci bir topluluk inşa edilmesini içeren şeyler; koloniler, yollar, demiryolları -bilirsiniz, Amerika'da olduğu gibi, Güneydoğu Asya'nın farklı bölgelerinde, şu anda Filistin'de olduğu gibi- mekânsal bir projedir. Soykırım, yerleşimci sömürge bağlamında, insanların yerinden edilmesini içerir. Dolayısıyla daha başlangıçta mekânı, bir topluluğu yerinden ettiğiniz alan ve onları kabul eden bir alan olarak ikiye ayırır. Onları kabul eden yer, genellikle ihtimam diline (language of care) göre belirlenir. Bu yüzden koruma alanı, himaye bölgeleri, rezervasyon, insani bölgeler ve güvenli bölgeler olarak adlandırılırlar. Gazze de yine insanların yerinden edildiği bir bölge gibi. Gazze'nin kuzeyinde insanların kovulduğu alanın içerisinde, insanların sistematik olarak aç bırakıldığını, tüm hastanelerin yıkıldığını, tüm tarımın yok edildiğini görüyoruz. Bu da bir halkın kendi kendini besleme kapasitesinin yok edilmesi ve ardından yardımların hedef alınması, yani dışarıdan gelen herhangi birinin oradaki insanları besleme kapasitesine saldırılması anlamına geliyor ve bunlar bir araya gelerek bir ölüm bölgesi yaratıyor. Hemen yanındaysa, asla insani olmayan, asla güvenli olmayan, kendisi de bombalanan ama öyleymiş gibi davranan, tırnak içinde "insani bölge". İşte böyle..
Ö.M: 1984 romanı gibi değil mi? Yani, dili? Hakikatin tamamen dönüşmesi…
E. W: Tabii ki, tam tersi yapılıyor. İsrail Gazze'deki bazı yolları güvenli yollar olarak adlandırdı, bunlar sürekli bombalandı. Ve Filistin'in güney kıyısındaki kum tepelerinde, çorak kum tepelerinde, işleyen hastaneler olmadan, akan su olmadan, yeterli yiyecek olmadan, barınacak yer olmadan ve sürekli olarak daha fazla bombalanan bir yeri insani bölge olarak adlandırdığını gördük. Burayı insani bölge olarak adlandırmak Orwellyen bir şey.
Ö.M: Yeni konuşma yani
Ö. Ö: Suikast programlarının ismi de Lavanta’ydı, hatırlayacağınız gibi.
Ö. M: Lavanta evet.
E. W: Evet, evet, evet. Yani bir tersyüz etme var. Ancak mimarlar olarak, soykırım vakasında, soykırımı dava etmenin ve araştırmanın soyut kategoriler ile gerçek kategoriler arasında bir araştırma olduğunu da anlıyoruz. Yapılma niyeti bu.
Niyet nedir? Ne olmasını istiyorsunuz? Öncelikle kim, ne istediğini biliyor ki? Demek istediğim, niyet zaten çelişkilerle doludur. Ve niyet, tarihsel olarak oluşturulmuş, çelişkilerle dolu ama yine de oluşturulması gereken bir şeydir. Ama maddeselliği olmayan bir şeydir. Niyete dokunamazsınız.
Soykırımın diğer tarafında ise yasaklanan dört kategorinin ihlali var. Nüfusun öldürülmesi, doğum imkânlarının engellenmesi ve diğerleri. Bunlardan biri tanesi de mimari. Bir nüfusu yok etmek için tasarlanmış yaşam koşullarının yaratılması, yani kısmen yaşam koşullarının yaratılması. Bu da, sizin için öldürmeyi gerçekleştirecek bir alanı nasıl ürettiğinizdir.
Soykırım hakkında düşündüğümüzde, Holokost'u düşünürüz, bu arada Holokost'tan kurtulan bir aileden geliyorum, bu yüzden bu travma ailemden geliyor. Ama aynı zamanda, İsrailliler soykırım kelimesini duyduklarında, “ama biz insanları bir duvara dizip ateş etmiyoruz” diyorlar. Oysa bunu yapmanıza gerek yok. Aslında soykırım ve yerleşimci sömürgeci soykırımı, çoğu zaman sizin yerinize öldüren bölgeler ve alanlar yaratarak mimari olarak üretilir.
Bugün Namibya olan ülkede yaşanan soykırımdan bahsettiniz, bu iki halka, Nama ve Herero halklarına karşı yapılan soykırımdan. Hererolar sığır yetiştiricileri, Namalar ise Afrika'nın o bölgesindeki Orta Vadi'nin daha verimli kısımlarında yaşayan yarı göçebe çiftçileri ifade ediyor. Onların yok edilmesi, insanları çöle sürmek suretiyle gerçekleştirilmişti, kurşuna dizilerek, asılarak değil. Evet, toplama kampları vardı ama öldürme işinin çoğu mekan tarafından yapıldı. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş tarihini ve soykırımı düşünün; çölün, çevrenin bu olaylardaki rolü nedir? Elbette yargısız infazlar vardı, diğer tüm zulümler de yaşanıyordu, ancak esas olarak silah haline gelen koşullardı, mekândı.
Bu Gazze'de de gördüğünüz bir şey. İnsanları Gazze'nin daha fazla yağmur alan, toprağın daha zengin olduğu kuzey kesiminden, güney kesimine, kumullara sürüyorsunuz ve kumulların işi yapmasına izin veriyorsunuz. Ya da İsrail açıkça Filistinlileri Filistin'den tamamen Mısır'a sürmek istedi. Mısırlılar sınırı kapalı tutmayı başardılar. Ancak bu çöle sürülme, çevrenin silah olarak kullanılmasına denk geliyor. Ve mimarlar olarak bizim baktığımız şey de bu, esas olarak nüfusu kısmen yok etmek ve içini boşaltmak için tasarlanan yaşam koşullarının üretimi ya da bu yaşam koşullarının yok edilmesi.
Ö. M: Son bir soru olarak, özellikle gazetecilerin Gazze'deki durumla ilgili bu genel sessizliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
E. W: Evet, sessizlik de mekânsal olarak üretilen bir şey. Gazetecilerin Gazze'ye girmesine izin verilmiyor, nokta. İnsan hakları savunucularının da Gazze'ye girmesine izin verilmiyor. Gazze, tırnak içinde profesyonel gazetecilik için bir tür kara delik olarak gösteriliyor. Peki, bildiklerimizi kim, nasıl biliyor? Öncelikle, Filistinliler bazen hayatlarını riske atıyorlar ve İsrail işgal güçlerinin videolarını kaydediyorlar ve sizden de bunlara bakmanızı istiyorlar. Bunları paylaşıyorlar ve siz de bunları topluyorsunuz. Ama bence şu anda hekimler (physicians), doktorlar, tıp uzmanları soykırımın en önemli tanıkları haline geliyorlar çünkü girip çıkıyorlar, girip çıkmalarına izin veriliyor. Ve doktorların birçoğu Gazze'ye gitmeden önce, adli tıpla ilgileniyorlar. Kanıtları nasıl toplayacakları konusunda bizden tavsiye istiyorlar ve geri döndüklerinde bunları indirip bize bırakıyorlar. Ve doktorlar çok ama çok ilginç bir şekilde tanıklık ediyorlar. İlk olarak, görgü tanığından bahsettiğinizde, bir şeyi anında deneyimleyen birinden bahsetmiş oluyorsunuz. Gazze'deki tüm doktorlar hayatta kalma mücadelesi veren kişiler aynı zamanda çünkü tüm hastaneler birer hedef. Yani doğrudan görgü tanıklarından bahsediyorsunuz. Hepsi İsrail saldırılarına maruz kalıyor ama aynı zamanda uzman tanık durumundalar çünkü yaralarda, kan sayımında ya da vücudun fiziksel maddeselliğinde, soykırımın izlerini okuyorlar. Yani bu iki şekilde tanıklık ediyorlar. Ancak hekimler üçüncü ve çok önemli bir şekilde daha soykırım tanığıdırlar. Onlar ikincil tanıklardır da. Yani tanıkların tanıklarıdırlar. Doktorların hastaları sıklıkla onlara hikayelerini anlatırlar. Ve hastaneler bu soykırımda merkezi düğüm noktaları çünkü hastaneler saldırı altında olsa da insanlar hala hastaneye koşuyor. Dolayısıyla Gazze Şeridi'nin dört bir yanından bilgi topluyorlar ve bu bilgiler orada paylaşılıyor ve işleniyor. Yani, evet, doktorlar bu soykırımın gazetecileri oldular.
Bu metin, Eyal Weizman ile gerçekleştirilen söyleşinin ilk bölümüdür, Nil Sarrafoğlu tarafından, Apaçık Radyo için çevrilmiş ve Türkçesi Ömer Madra, Özdeş Özbay İlksen Mavituna ve Nazlı Zaman tarafından seslendirilmiştir.