"Türkiye toplumu asgari ücret toplumu haline gelmiş durumda"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik'te Ali Bilge, asgari ücret artışının belirleneceği Asgari Ücret Tespit Komisyonu'nun bir araya gelmesini ve yaşanan gelişmeleri masaya yatırıyor.

""
Ekonomi Politik: 16 Aralık 2024
 

Ekonomi Politik: 16 Aralık 2024

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey!

Özdeş Özbay: Günaydın! Herkese merhaba, iyi haftalar!

Ö.M.: Çok yoğun bir hafta var her zaman olduğu gibi ve giderek de daha kabusvari bir durum alıyor ama isterseniz biraz değişik bir şey yaparak asgari ücret konusundan başlayalım.

A.B.: Epeydir mecburen Suriye meselelerine ağırlık verdik, vermeye devam edeceğiz ama asgari ücret konusu ve Türkiye’deki ücretlerin durumu can alıcı hususların başında geliyor. Bugün Asgari Ücret Tespit Komisyonu ikinci defa toplanacak ama hemen şunu belirtelim; Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun eskisi gibi bir fonksiyonu yok, formalite bir komisyona dönüştü. Geçmişte Asgari Ücret Tespit Komisyonu; işçi, işveren ve devlet üçlüsünün bir araya gelip rakamlarını ortaya koyup tartıştığı, birbirini ikna etmeye çalıştığı bir komisyondu. Komisyonun 2018’de yetkileri değiştirildi. 2018 yılında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen otokratik rejime geçtikten sonra yapılan ilk işlerden biri, Asgari Ücret Tespit Komisyonu ile ilgili değişiklik oldu.Biliyorsunuz, Cumhurbaşkanlığına kararname çıkarma yetkisi verildi, Anayasa değişikliği ile geçilen otokratik düzende yürütmenin gücü ve başkanın gücü inanılmaz artırıldı, asamanın gücü minimize edildi.

Cumhurbaşkanlığı KHK’sı ile Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun İş Kanunu tarafından düzenlenen ilgili hükmü, yürürlükten kaldırıldı ve ardından Komisyon 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile yeniden düzenlendi. Asgari Ücret Tespit Komisyonu, fiilen Cumhurbaşkanlığı teşkilatı içine alındı. Cumhurbaşkanı’nın tek başına komisyonun yapısını değiştirmesine olanak tanındı.Komisyonun bileşiminin idari bir kararla değiştirilmesinin doğrudan asgari ücret tespitine müdahale anlamına geldiğini Prof. Dr. Aziz Çelik makalesinde ayrıntılı olarak ortaya koyuyor.

1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile komisyonun aslında tüm yetkileri Cumhurbaşkanına bağlandı yani bu görüşmeler ‘dostlar alışverişte görsün’ toplantıları oluyor. Komisyona ilişkin Cumhurbaşkanı tek yetkili - tek adam, tek yetkili. Bir araya gelmeler, konuşmalar falan hikaye; vaziyet Cumhurbaşkanının kafasına göre şekilleniyor.

Rejim değişir değişmez, otokrasiye geçildikten sonra 1 sayılı kararnameyle bu işin yapılması bana 12 Eylül’ü hatırlatıyor. 12 Eylül oldu, hemen sonra belki de 13 Eylül günü, darbecilerin yayınladığı ilk kararname ve karar; grevlerin yasaklanması, toplu sözleşmelerin konseye bağlanması gibi bir karardı. Otokrasiyle, ücretler ve işçi hakları arasında ilişkiyi vurgulamak için bunu söylüyorum. Emekçi hakları, işçi hakları ve ücretlerle otokratik rejimler arasındaki ilişkiyi kurmak durumundayız.

Pek çok akademik çalışma var - asgari ücretin düzeyi hakkında sendikalarımızın yaptığı çalışmalar var. Sadece Tez Büro İş Sendikası’nın yaptığı çalışmadan rakamlar vereyim. 2024 başında yapılan düzenleme sonrasında Nisan ayından itibaren asgari ücret açlık sınırının altına düştü, Kasım ayı itibariyle de yoksulluk sınırının dört kat altında kalmış durumda. Net 17 bin 2 lira olan asgari ücretin enflasyona yenilgisi sonucunda karşılaştığımız manzara bu.

Aynı çalışmada 2025 yılı için, ‘Eğer asgari ücrete %29 ve altında zam yapılırsa asgari ücretliler yılın ilk ayından itibaren açlık sınırının altında yaşamaya devam edecek; eğer asgari ücrete %40 ve altında zam yapılırsa Haziran ayında açlık sınırının altında yaşamaya başlayacaklar; %50’nin altında zam yapılırsa asgari ücretliler Ekim ayında açlık sınırının altına düşecek’. Durum vahim.

Akademisyen arkadaşlarımız; Mustafa Durmuş, Aykut Kibritçioğlu, Serdal Başçı, Ahmet Haşim Köse ve sendikalarımızın yaptıkları çalışmalardan da derleyerek bu rakamları özetlemeye çalışıyorum.

Bir göstergemiz vardır malum; Gayrisafi yurt içi hasıla (GSYH). Asgari ücretin kişi başına GSYH’ye oranı da önemli bir gösterge. Bu oranın 1974 yılındaki seviyesini koruyabilmesi için 2025 yılında net asgari ücrete %180 oranında zam yapılması gerekiyor - reel olarak bu kadar gerilemiş durumda. Aynı hesapla 2002 yılındaki seviyesini koruyabilmesi için yapılması gereken zam oranı ise %80. Asgari ücretin AKP iktidara geldiği yıldaki seviyesini koruyabilmesi için de gereken zam oranı %80.

Bugün iktidar tarafından adına ‘rasyonel’ dedikleri neoliberal bir çerçevede sermayeden yana bir yaklaşımla bir istikrar programı sözde yürütülüyor. Bu politikaya gönül veren sermaye ve finans çevreleri, finansal kesimin başındaki Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu asgari ücretin düşük tutulması yönünde ağırlık koymuş durumdalar. Bunlar asgari ücret düşük olmaz ise ‘enflasyonu kontrol etmeniz mümkün değil’ diyorlar. Halbuki enflasyon zaten kontrol edilemiyor çünkü enflasyonun sebebi ücretler değil.

Hangi enflasyona göre asgari ücretin belirleneceği beklenen enflasyonun mu, gerçekleşen enflasyonun mu esas alınacağı hususu çok önemli. Beklenen enflasyon hedefleri sürekli değişmesine karşın gerçekleşen enflasyonun değil de beklenene göre zam yapılması emek dünyasının büyük kayıplarına yol açmaktadır. Geçmişte uygulanan ve asgari ücretin ve ücretlerin enflasyona endekslenmesinden vazgeçildiğini de beklenen enflasyon, gerçekleşen enflasyon arasındaki farkının asgari ücrete ve ücretlilere yansımadığını da belirtelim. Bunlar da ortadan kalktı Türkiye’de.

Zaten ülkenin önemli bir bölümü, neredeyse tamamının ücret seviyesi asgari ücrete yakınsanmış durumda. Türkiye’de genel olarak ücretlerin seviyesine baktığımızda, bunu görüyoruz ki asgari ücrette yapılan artışlar otomatikman asgari ücretin üstündeki ücretlere de yansır. Tüm ücretlere baktığımızda, ücretlerin asgari ücret seviyesinde toplulaştığına tanık oluyoruz. Türkiye toplumu, asgari ücret toplumu haline gelmiş durumda, açlık sınırı ve yoksulluk sınırı çerçevesinde ve altında bir hayat sürüyorlar.

Ö.M.: Ali Bey, bir şey sorabilir miyim? Demin Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda yapılan değişikliklerden sonra grev konusunun yasaklanması gibi bir durumdan bahsettiniz yanlış anlamadıysam. Şimdi yeni bir haber var elimizde, Gazete Duvar’da dün yayınlandı, ‘Birleşik Metal İş, Erdoğan’ın grev yasağını tanımadığını ilan etti’ diyor. Toplu sözleşme masasında Birleşik Metal İş Sendikası’nın teklifini yetersiz bulmuş metal işçileri, fabrikalara grev pankartlarını asmış. ‘2000 işçinin grev kararı ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kararıyla yasaklandı’ deniyor haberde, Gazete Duvar’dan Osman Çaklı’nın haberi.

Ö.Ö.: Ufak bir düzeltme yapayım; Birleşik Metal İş’in önerisini değil Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası’nın (MESS) yani patronların örgütünün teklifini yetersiz buluyor.

A.B.: İşveren sendikası..

Ö.M.: Düzeltelim, özür dilerim. Evet, ilginç bir şey, işveren sendikası. Peki, nasıl milli güvenliği bozduğu nedeniyle ertelenmiş grev yasağı?

Ö.Ö.: Zaten bütün grev yasakları bunu söylüyor.

A.B.: Türkiye’de işçi hakları, sendikal haklar, AKP döneminde çok geriledi, neredeyse yok oldu. 15 - 16 Haziran’dan günümüze tarihsel perspektif içerisinde baktığımızda, 12 Eylül milat olmak üzere hep geriledi. Ücretler ancak 1991’de 1978 seviyesini yakaladı. Bu nasıl oldu ? 1990 - 1991’deki Karabük, Ereğli ve Zonguldak işçilerinin Ankara’ya 80-100 bin kişi ile yürüyüşü ve direnişi sonrası yapılan bir düzeltmeyle bu iyileşmeyi elde etmiştik, 1978 seviyesini kazanmıştık.

1990’dan sonra hızla ücretler geriledi Türkiye’de. İmalat sanayiinden devletin çıkması, en son Tüpraş’ın özelleştirilmesiyle ve sendikalaşma kamuda kalmadı, özel sektörde ve kamuda sendikalı işçi istenmemesi sonrasında ülkede işçi hakları geriledi, ücretliler reel olarak çok ciddi kayba uğradılar.

AKP döneminde en son Tekel işçilerinin direnişine tanık olduk. Sonrasında sendikalar ve işçiler gücünü kaybetmeye devam etti ve bugüne geldik. Türkiye’de toplu sözleşme, grev ve haklarına sahip olan sendikalı sayısı çok düşük düzeyde, grevler sürekli yasak kapsamına alınıyor.

2014’te partili başkanlık sistemi ile otokrasinin ilk adımı atıldı, Gezi olaylarından sonra anti demokratikleşme rüzgarı başladı, 2017 Anayasa değişiklikleriyle Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi oluşturuldu, 2018’de de tam teşekküllü olarak otokrasiye geçince yürütmeye ve başkana inanılmaz yetkiler verildi. Yeni düzende işçilerin, emekçilerin hakları ücretlerin seviyesi de başkanın elinde.

Bakın, Yunanistan’da geçen haftalarda emekçiler direnişe geçtiler, ücretleri belirleyen yeni düzenlemeye karşı meydanları doldurdular, haklarının geriletilmesine müsaade etmiyorlar.

Üstelik Türkiye’de işçilerin üretkenliği de artıyor. İşçilerin niteliği artıyor, eğitimi yükseliyor ama ücretli ve maaşlıların reel gelirleri verimlilik artışlarına rağmen iyileşmiyor.

Meseleyi 1970’lerden itibaren ele aldığımızda, emekçilerin ülke gelirinden ve servetinden aldıkları paylarının da muazzam gerilemiş olduğunu görüyoruz. Ücretlerin milli gelirden, hem de ülke servetinden aldığı pay sürekli azalıyor. 2015 - 2022 döneminde emekçiler, milli gelirdeki paylarınınyedi yılda 10,1 puan kaybetmiş olduğu yapılan çalışmalarla ortaya konmuş durumdadır. Türkiye’de ücretli ve yoksul emekçi kesimin net servet pozisyonu negatife dönüşmüştür.

Demokratikleşmenin gelir-servet bölüşümünün düzelmesi ve ücretlerin artmasıyla ilişkili olduğunu görmek durumundayız. Otokrasi, gelir dağılımını bozuyor, ücret artışlarını engelliyor.Ücretlilerin ülke gelirinden ve servetinden aldığı pay yükselmeden demokratikleşme beklemek mümkün değildir. Muhalefet partilerinin de bu düsturu benimsemeleri gerekiyor. Servet ve gelir bölüşümü ile adaletin sağlanması ve demokratikleşme arasında güçlü bir bağ mevcuttur.

Neo liberal anlayışla yapılan, emekçileri hiçbir şekilde gözetmeyen, sürekli sermayeyi gözeten reçetelerle, para krizleri ve yüksek enflasyonla sözde rasyonel mücadelelerin dizayn edilmesi yoksulluğu ve gelir dağılımını feci hale getirdi. Bu programlar iktisadi kutuplaşmayı da arttırıyor. İstikrar programlarının emek yanlısı politikalarla dizayn edilmesi pekala mümkündür. Temel mesele, hak arama özgürlüğünün yok edilmesidir. Örneklediğiniz gibi muazzam bir baskılanma içinde yaşıyoruz.

Ö.M.: 60 gür ertelenmiş zaten milli güvenliği bozuyor diye.

A.B.: O tekrar tekrar ertelenir zaten hocam.

Ö.M.: Birleşik Metal İş Sendikası da dokuz işyerinde toplamda iki bin işçi greve çıkmıştı, sonraki günlerde de Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki fabrikalarda da greve çıkacaklarını ilan ediyorlar. MESS’in son teklifi olan %40 zammı da kabul etmiyorlar ve iki yıllık dönemi kapsayan sözleşme kapsamında ilk altı ay için %125 zam talebinde bulunarak masadan kalkıyorlar. Sendika Genel Başkanı da grev erteleme kararının aslında yasak olduğunu belirtmiş, ‘kararı tanımıyoruz’ demiş ve grevlerin kararlılıkla devam edeceğini belirtmiş. Nasıl gelişmeler olacağını birlikte göreceğiz herhalde.

A.B.: Siz MESS’ten söz edince, 1977 sonrası yapılan MESS grevlerini hatırladım. 12 Mart sonrasında Devlet Güvenlik Mahkemeleri oluşturulmuştu, 12 Mart baskı rejimini sürdüren mahkemelerdi. Önce DGM grevleri yapıldı Türkiye çapında, lise öğrencisiydim. Sonra DİSK’in başlattığı ‘DGM’yi ezdik sıra MESS’te’ grevleri, direnişleri başlamıştı.

MESS, tarihimizde sendikasızlaştırmayı ve emekle mücadeleyi yürüten en katı sermaye örgütüdür. O devirde başkan kimdi? Turgut Özal’dı, sonra Başbakanlık Müsteşarı oldu, daha sonra 24 Ocak kararları dizayn edildi, ardından 12 Eylül geldi, Turgut Bey Başbakan Yardımcısı oldu ve Türkiye’de emek hakları açısından muazzam bir gerilemeye girdi.

Bu gerilemeyi ne zaman telafi etti? 1990’da Turgut Özal yeni Cumhurbaşkanıydı, 1990’da artık bıçak kemiğe dayanmıştı ki o zaman sendikalı işçi sayısı yüksekti, sendikalar her şeye rağmen hâlâ güçlüydü, vardı. Türk-İş Genel Sekreteri Şemsi Denizer liderliğinde; Zonguldak, Ereğli ve Karabük demir çelik ve kömür işçilerinden oluşan muazzam bir kitle Ankara’ya doğru yürümeye başladı. O günleri gazeteci olarak takip etmiştim, Yıldırım Akbulut Başbakandı ve Türkiye’de sermaye hareketlerinin de serbest bırakıldığı bir dönemin başlangıcıydı, bol bol yabancı para girişi oluyordu. Tarihsel boyutuna girmeyeceğim, bu kadar değinmiş olalım.

Tekrar edelim; evet, demokratikleşme istiyoruz ancak demokratikleşme ile hak arama mücadelesi, özellikle ücret ve gelir dağılımıyla ilgili mücadele çok iç içedir. Ücretlerle ve emek haklarıyla mücadelenin demokratikleşmeye de katkıda bulunduğunu, sonunda yolculuğun oraya ulaştığı görerek mücadeleyi sürdürmek lazım.

Gerçekten bıçak kemiğe dayanmış durumda, günlük hayatımızda yaşanan sefaleti görüyoruz, orta gelirliler de payını alıyor. Hep söylüyorum; negatif bir terfi, aşağı doğru bir iniş yaşıyor Türkiye toplumu.

Ücret gelirlerinin milli gelirden aldığı pay yükselmeden demokratikleşmenin de olamayacağını görmemiz gerekiyor; buna göre bir mücadele stratejisi, muhalefet stratejisi oluşturulması gerekiyor.

OECD’ye göre, biz neredeyse pek çok konuda Kolombiya düzeyindeyiz. Mesela çalışma saatleri... Hem daha fazla çalışıyor işçilerimiz, hem de katma değerden, yarattığı değerden aldığı pay azalıyor. Bizden sonra Kolombiya var galiba, bir taraftan da ne var? Memlekette işçileri, emekçileri birbirine düşüren bol bir iş gücü arzı var; göçmen ve sığınmacılar da talep edince emeğin fiyatı da düşürüyor, haklar da baskılanınca asgari ücrette de işverenlerin istediği bir ortam oluyor.

İhracat içindeki mallara baktığımızda Türkiye’de imalat sanayiinde, üretimde yüksek teknoloji kullanımı %2,5 - 3 seviyesinde. Üretimde kullanılan teknoloji düşük ve orta düzeyde kalınca bu durum ücret ve maaşlara da etki ediyor. Ne ile rekabet ediyorsun? Düşük ücretle fiyat düşürüyorsun, ihracattaki payını düşük ücretle arttırmaya çalışıyorsun.

1970’ler ile çok mukayese ediyorum çünkü gözümü açtığımda işçi hakları, emekçi hakları, bugünle ölçülemeyecek seviyede güçlüydü, 35 milyonluk Türkiye’de 400 bin kişilik 1 Mayıs mitingi Taksim’de yapılıyordu. Sendikalı işçi sayısı bugüne göre çok yüksekti, emekçi hakları keza öyleydi. Kamunun imalat sanayiinden, genel olarak ekonomiden çıkması sendikacılığı çok etkiledi.

Bıçak kemiğe dayandı, aslında Türkiye’nin tüm emekçilerinin topluca genel greve gitmesi gerekiyor.

Ülkede maaş köleleri bulunmaktadır. Türkiye’de asgari ücretle açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşayan milyonlarca çalışan ya da emekli bulunuyor. Maaş köleliği siyasi iktidara bir yapışkanlık yaratıyor, maaş köleliği hemen öldürmüyor; açlık sınırında, yoksulluk sınırında perişan yaşatıyor, maaş köleliğinden vazgeçemeyen milyonlarca insan sesini çıkarmadan yaşamaya devam ediyor.

Kölelik ilişkisi AKP döneminde artarak devam ediyor. ‘Asgari ücret toplumu olduk’ diyoruz, boşuna demiyoruz. Asgari ücret toplumu - insanı değil - toplumu yoksulluk ve açlık sınırında dolaştırıyor. Adil bir gelir dağılımı ve ücret politikası üzerine bir mücadele hattının muhalefet tarafından dizayn edilmesi gerekiyor, bu politikanın sonu demokratikleşmeye de pekala çıkabiliyor.

Ö.M.: Ben de bir ilavede bulunayım lütfen; bu söylediklerinize ek olarak yeni bir haber daha var: Aile hekimleri yeniden iş bırakıyormuş 6 - 10 Ocak tarihleri arasında. Birlik ve Dayanışma Sendikası Genel Başkanı Dr. Derya Mengücük de, ‘Sağlık Bakanı’nın kayıtsız tavırları, bakanlık bürokratlarının gerçeği yansıtmayan açıklamaları tahammül sınırımızı aştı’ demiş. Bu da demin konuştuğumuz konuyla oldukça bağlantılı oluyor. ‘Bakanlık bürokratları da gerçeği yansıtmayan açıklamalar yapıyor’ diye de ekliyor Mengücük. 

A.B.: Türkiye’de eğitim dökülüyor, devlet okullarında temizliği veliler yapıyor; sağlık sistemi dökülüyor ama patronlar, havuz sermayesi kazanıyor. Peki Türkiye neye para harcıyor? Türkiye silaha para harcıyor. Türkiye ve dünya silaha para harcıyor. İsterseniz son bölümde biraz da silahlanmaya vakit ayıralım.

Geçen gün bir haber okudum; Almanya’nın bir silah şirketi var, Rheinmetall. CEO’su Armin Papperger, ‘Taleplere, siparişlere yetişemiyoruz; hem Türkiye’den, hem de dünyadan o kadar çok sipariş alıyoruz ki...’ diyor. Silah şirketi CEO’su, ‘Böylesine bir silah satışı görmemiştim, talep giderek artıyor’ diyor.

Ö.Ö.: Bu gerçekten çok ciddi bir tehlike. Dün NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, önemli bir açıklama yaptı, ‘Savaş dönemi zihniyetine geçme zamanı’ dedi. Dolayısıyla silah üretimini, silah harcamalarını arttırma çağrısı yaptı.

A.B.: Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrasında Avrupa’nın savunma kapasitesi inanılmaz büyüyor, şirketlerin geliri acayip artıyor. Rheinmetall, şimdi Litvanya, Macaristan, Romanya ve Ukrayna’da yeni tesisler kuruyor. Türkiye’ye Almanya’nın ambargosu vardı ama kaldırıldı geçen haftalarda. Türkiye’ye de inanılmaz bir satış başlamış durumda; 8,5 milyar euroluk silah siparişi yapılmış Rheinmetall’e. Silah satışlarının artması önümüzdeki günlerde savaşların büyüyeceğini, devam edeceğini gösteriyor. 

Ö.M.: Evet, zaten Birleşmiş Milletler’in Norveç Mülteci Konseyi’nin Başkanı Jan Egeland da tamamen savaşlarla dolu bir kışa geçmekte olduğumuzu net bir dille açıkladı.

A.B.: 2026’daki 7,6 milyar euro gelir bekliyorlar, projeksiyonlar inanılmaz artmış durumda. Mesela ABD’de F35 üreticisi yeterince ham madde tedarik edemedikleri için siparişleri gerçekleştirmede düşüş yaşamışlar çünkü yetişemiyor ham madde tedarikçileri silah üreticilerine. Geçen sene bu F35’lerin üreticisi şirketin içinde yer aldığı 100 silah üreticisi reel olarak 4,2% büyümeyle 632 milyar dolarlık satış yapmış.

Ö.M.: Muazzam.

A.B.: Çinliler ikinci sırada geliyor 103 milyar dolarla, Rusya ise 25,5 milyar dolar. Bütün bunları topladığınızda trilyonlarca dolarlık hacim var. Bu rakamlar, 2024 değil; 2022 - 2023 rakamları! Bahsettiğim Rheinmetall, reel olarak %10 büyümüş, dünyada 26. sırada.

Bu şirketlerin büyük bölümü, İsrail’e satış yapıyor, Türkiye’ye yapıyor. Bu arada Polonya, ‘Nükleer silahları bulundurmaya adayım, getirin NATO’nun nükleer silahları bende olsun’ diyor. Rusya, Belarus’a silahlarını yerleştirdiğini söyledi zaten.

Ücretlerden silahlanmaya durum bu vaziyette. Barış olduğunda da, savaş olduğunda da ücretliler kazanmıyor, sermaye kazanıyor. Geçen haftalarda Türkiye’deki silah şirketlerini anlatmıştım hatırlarsınız; TUSAŞ’ın, Aselsan’ın, Baykar’ın dünya sıralamalarındaki yerlerinin yükselmesinden söz etmiştim. Türkiye’deki savunma sanayiini, militarist sanayiinin nasıl geliştiğini anlatmıştık, önümüzdeki dönem projeksiyonlarından bahsetmiştik. Silahlanmaya para ayrılıyor ama asgari ücret açlık sınırında diyelim ve bitirelim isterseniz.

Ö.M.: Evet, çok teşekkürler. Valla fevkalade vahim bir ortam ama konuşmaya devam edeceğiz, başka çare yok.

A.B.: Evet, iyi yayınlar dilerim, hoşça kalın!

Ö.Ö.: Görüşmek üzere.