Adamlar 10 yaşında!

-
Aa
+
a
a
a

Sonsuz Çilek Tarlaları'nda Adamlar'dan Tolga Akdoğan ile, 1 Aralık’ta Volkswagen Arena’da gerçekleşecek 10. Yıl Özel Konseri ve albüm Lansmanı öncesinde “Kahırlı Merdiven” adlı 5. albümlerini ve geride bıraktıkları on yıllık yolculuğu konuşuyoruz.

""
Tolga Akdoğan (Adamlar) ile söyleşi
 

Tolga Akdoğan (Adamlar) ile söyleşi

podcast servisi: iTunes / RSS

Tuğçe Yapıcı: Hoş geldin Tolga.

Tolga Akdoğan: Hoş buldum.

T. Y: Çok koşturdun ama sakinsin, ne kadar güzel. Bunu başarabilmenden etkilendim biraz.

T. A: Bu ülkede stoacı olmak zorundayım. Stoik düşünceden faydalanmak zorunluluktur.

T. Y: Stoacılık dünyada da yükseliyor.

T. A: Dünyada da bir zorunluluk noktasına geliyor demek ki...

T. Y: Seneler sonra tekrar rağbete binmiş olması çok enteresan.

T. A: Evet, dışarıyla mücadele etmemiz bir noktada anlamsızlaşmaya başlıyor. Kendi içimizi, kaleyi içeriden fethedeceğiz ve dışarıdan gelenlerden çok etkilenmemeyi öğrenmenin yolunu bulacağız. Ben öncelikle, yapacağım umarım bunu.

T. Y: Sen yaptın zaten bugün. Program başlamadan yaklaşık beş dakika önce koşturarak radyoya girdin. Aslında ben son yarım saati güzelce tanışarak ve kahve içerek geçiririz diye hayal etmiştim ama öyle olmadı. Taksim'e çıkan bütün yollar tutulmuş, radyomuzun temel ulaşım aracı olan tramvayımızın da bu iş çıkışı saatinde seferleri iptal edilmiş.

T. A: Karasalı kesmişler.

T. Y: Yine! 

T. A: Dün bununla ilgili bir espri düşündüm. Onu yapayım da rahatlayayım. Ondan sonra doğaçlama sohbetimize devam edelim. Uzaydayız. Madem ki uzaydayız, uzayda da bekçi yok. Dolayısıyla bu yayını uzaydan rahat rahat yapacağız. Bu esprim. Teşekkürler.

T. Y: Umuyorum! Yayın yapabilmek için her hafta ayrı bir savaş, ayrı bir heyecan, bir telaş... Bu hafta da böyle oldu. Ama neyse ki kapıyı kapattık şu an, sakin sakin konuşacağız.

T. A: Evet gayet güzel, gayet rahat.

T. Y: Güzel heyecanlarınız var. Beşinci albümünüz 15 Kasım'da yayınlandı, on gün oldu. 1 Aralık Pazar akşamı da Adamlar’ın 10. Yıl Özel Konseri ve aynı zamanda Kahırlı Merdiven albümünün de Lansman Konseri Volkswagen Arena'da gerçekleşecek. Albüm çıkışı ve konserin tam ortası bana buluşmak için doğru bir zamanlama gibi geldi.

T. A: Şahane!

T. Y: Sen buraya geleli sekiz ay olmuş. Mart ayında Radyo Şenliğimizde İlksen’le çok güzel bir söyleşi yapmıştınız. Evden gıpta ederek dinlemiştim sizi.

T. A: Ben de evden gelmiştim, evim o sırada buranın arka sokağındaydı. Çok güzel bir histi evden geliyor olmak buraya. Sonra bir daha geldim, malum durumlardan sonra. Metin okumaya geldim. Şimdi de böyle güzel, anlamlı bir şey için geldim. Hep anlamlı şeyler için geliyorum zaten buraya, apanlamlı şeyler için geliyorum.

T. Y: Evet, Apaçık Radyo'ya da ilk ziyaretini yapmış oldun, Sopsonsuz Çilek Tarlaları’na...

T. A: Programın adını bilmiyordum. Çok şaşırdım, hoşuma gitti. Bilmeyenler vardır; The Beatles'ın Strawberry Fields Forever şarkısını dinlemeyenler bir dinlesinler. Şöyle bir gündemden uzaklaşmak adına şahane olur.

T. Y: İlk ne zaman dinlemişsindir o şarkıyı?

T. A: On sekizli yaşlarımda.

T. Y: Ben de üniversitedeydim. Muhtemelen on sekiz, on dokuz civarı olabilir. Çok etkilendiğimi hatırlıyorum ama.

T. A: Ben Beatles hiç sevmezdim küçükken. Bu dediğim yaşlardan daha küçükken, anlamazdım. Bu ne abi işte şey gibi lay lay lay lay falan...

T. Y: Fazla mı majör geliyordu?

T. A: Evet. Ve olayını anlamamıştım. Daha o zaman hazmedecek yaşta değilmişim. Sonra bir gün I Feel Fine şarkısını dinledim ve bir klibi vardı onun... YouTube'un ilk senesi, 2005 yılı falan... Böyle psychedelic görsellerle… O tatlılığın, lay lay layın içindeki dönen şeyi gördüm, o psychedelic hissiyatı…. Onu 15-20 kere üst üste dinlemiştim. Sonra albümlerini keşfet filan derken... Uzun seneler sürdü o zevk, hâlâ da sevmeye yeminliyiz gibi bir yerde.

T. Y: O söylediğin psychedelic his Strawberry Fields Forever'da çok fazla var.

T. A: Zaten var. Evet, o kaynağı gibi.

T. Y: İsminin nereden geldiğini biliyor musun şarkının? Strawberry Fields, John Lennon'ın anaokulunun ismiymiş. Önünde bir fotoğrafı var.

T. A: Çok güzel. Benim şimdi şeye kaydı kafam, anlamı üzerine düşünmeye başladım. Onu forever yapması üzerine.

T. Y: Çok mu güzel günler geçirdi acaba orada?

T. A: Acaba? Öyle gözüküyor ilk bakışta.

T. Y: Tolga, Duende ile başladık. Kahırlı Merdiven albümünün açılış şarkısı... Beni şaşırtan bir albüm açılışı oldu. Çünkü son zamanlarda yerli sahnede intro, outro ve interlude’larla desteklenen bir albüm estetiği giderek yükseliyor. Onların arasında böyle gümbür gümbür başlayan ve dört başı mamur dokuz şarkıdan oluşan bir albüm bana bayağı iyi geldi. Muhtemelen old school bir dinleyici olduğum için...

T. A: Olabilir.

T. Y: Böyle albümleri özlüyorum galiba.

T. A: Aynen öyle, ben de özlediğim için zaten böyle bir yere gidildi aslında. Tam da dediğin gibi. Yani bu bir ekoldür, açılış şarkısı, kafadan girmek falan... O kültürü yaşamış, o şekilde müzik dinlemiş, öyle albümler dinlemiş insanların daha yakından bileceği bir zevk. Evet yani bu albüm, bu haliyle bugünün üretim ve tüketim mantığından biraz uzak kalıyor olabilir. Ama artık işte 10. sene… Zaten bugüne kadar biz istediğimiz şeyi yaptık gibi düşünüyorum şimdi bakınca. İçimizden geldiği gibi yaptık. Hani böyle “biraz da şurayı şöyle yapalım ki şuraya da gitsinler filan” pek olmadı. Madem öyle, hiç bu falana filana bulaşmadan direkt bir şey yapalım hissiyle yaptık zaten biz de. İyi de oldu galiba.

T. Y: Aslında intro’ların da dinleyiciyi albüme hazırlamak için bir etkisi var, ona da alıştım zaman içinde. Ama böyle de direkt kendi dünyası içine alabiliyormuş albüm diye bir hatırladım yeni albümünüzü dinleyince.

T. A: Benim çok sevdiğim bir sürü öyle intro ve ara track’leri olan albümler var. Belki bir gün yaparız bu arada. O da özgürlükle ve zevkle alakalı. Bir sürü küçük parçacık var. Bir sürü ara duygu var. Onlar da kullanılabilir. Yani karşısında olduğum bir şey değil benim ama bu albüm böyle oldu.

T. Y: Peki Duende'nin ismi nereden geliyor?

T. A: Duende'nin ismi flamenkoda kullanılan bir tabir. Coşkunluk, aşkınlık ânı... Müzikteki “o an”. Mesela dansçı vardır flamenko müziğinde. Gitarcının, ritimcinin ve dansçının artık hepsinin alevlendiği, hepsinin bir olduğu... Anadolu tabirlerinde buna “cezbe” denir mesela, “cezbolma” falan... O yüksek aşk ânı gibi bir şey. Şarkı da öyle bir şey anlatıyor zaten. Bir aşkınlık haline, insanın içinde bir potansiyel olduğuna dair bir anlatısı var. Müziği de, hissiyatı da biraz öyle olunca... Kelime olarak da çok hoşuma gidiyordu epeydir. O kendi ismini öyle koydurttu yani.

T. Y: Albümün ismine oynamadı mı isim seçilirken?

T. A: Hiç oynamadı, inanır mısın? Normalde bugüne kadarki albümlerin hepsinin ismi çat diye gelmişti benim aklıma. “Hah!” dedirtmişti. Bu hiç gelmedi mesela uzunca bir süre. Birkaç ay boyunca “Kara Gün Dostu”  olsun istiyorduk albümün adı. İşte o da tam böyle, “acaba bu değil mi?” filan olunca şarkı isimlerinden Kahırlı Merdiven olmalı gibi geldi. Ondan sonra oturdu.

T. Y: Ne zaman buldu albüm ismini?

T. A: Çıkmadan bir ay önce falan herhalde.

T. Y: Yakın zamanda bayağı.

T. A: Yakın, yakın.

T. Y: Mart ayında Radyo Şenliği’nde İlksen’le konuştuğunuzda üzerinde çalıştığınız, kayıtlarını yaptığınız bir albümün müjdesini vermiştin. Hatta canlı çaldığınızı da söylemiştin albümü. O zamandan beri neler oldu, albümün üzerinde nasıl çalışmalar yapıldı? Merak ediyorum çünkü son aylar biraz yapbozla geçiyor genelde...

T. A: O zaman kaydetmiştik biz bir şeyler. Albümü kaydetmiştik aslında...

T. Y: Peki şimdi dinlediklerimiz o kayıtlar mı?

T. A: Değil. Çünkü bir daha kaydettik albümü baştan. Tamamen baştan bir daha kaydettik...

T. Y: Niyeyse bunu hissetmiştim.

T. A: Gerçekten mi? Bunu bilmeden mi sordun?

T. Y: Evet.

T. A: Çok iyi.

T. Y: Çünkü çok oluyor bu.

T. A: Oluyor mu? Bize ilk defa oldu. Bana lüks geldi biraz ama...

T. Y: Genelde bir programda bir sonraki albümün kayıtlarını yaptıklarını söylüyor sanatçılar. Albüm çıktıktan sonra tekrar sorduğumda “Hayır, bu dinlediğiniz kayıtlar onlar değil. Çünkü üzerine iki defa daha, üç defa daha kaydettik” cevabını çok alıyorum.

T. A: Biraz daha vakit geçse biz de üçü vururduk diye bugün şakasını yaptık onun. Bitmiyor çünkü oradaki şey, kafandaki gibi oldu mu olmadı mı derdi bitmiyor. Neyse, evet, kayıtları bir daha yaptık. Daha iyi oldu. Ne yapacağımızı daha iyi bilerek ikincisine girdik. Ama aşağı yukarı aynı yaklaşımla yaptık işte. Yine böyle bir şeydi biraz. Biraz daha harlandı gibi oldu, fark o.

T. Y: Bir deadline koymuş muydunuz albümün yayın tarihi için? Koymasanız sonsuza kadar gidebiliyor ya o süreç...

T. A: Gider, evet. Koyuyoruz hep o süreçlerde. Hep de sonrasına kalıyor galiba. Kalmıyor mu? Bir destek sordum, destek alıyorum. Kalmıyor. Aynı istediğimiz tarihte çıktı mı? Evet. Bunu hatırlamıyorum ben, öyleymiş. Atmayayım kafadan. Ucu ucuna mı oldu peki? Evet, ucu ucuna.

T. Y: Geçen gün bir şey izledim, Michael Jackson'ın Billie Jean şarkısında çalıştığı miks mühendisi (Bruce Swedien) o şarkı için tam 91 miks yaptıklarını anlatıyordu. Ve 91. versiyonu dinlediğinde Michael Jackson demiş ki “Ya şu ikinci versiyonu bir açsana...” Ve şu an dinlediğimiz, bizim bildiğimiz versiyon parçanın ikinci miksiymiş. (Hikâyenin doğrusu: Bruce Swedien ve Michael Jackson 91. miksi dinlerken Quincy Jones stüdyoya girip duruma el koymuş ve 2. miksi dinlemek istemiş.)

T. A: Genelde birinci falan olur. Hadi Michael Jackson'da da ikinci olsun. Evet, öyle bir durum var. Uğraştıkça kayboluyorsun durumu var. Bunu biliyorum, anlayabiliyorum. Bir de ilki oldu mu en güzeli ilki oluyor hakikaten. Sonra zihin devreye girdi mi, detaycılık girdi mi... Parçalamanın ve bölmenin sonu yok yani olayı. Binlerce parçaya ayırabiliyorsun. Michael Jackson'a da selam olsun. Sonra dünyayı kasıp kavurdu o çocuk ya, değil mi?

T. Y: Baştan da söylediğim gibi albüm gümbür gümbür açılıyor Duende’yle ve aslında öyle de gidiyor gibi... Sanki önceki albümlerinize göre -bir karşılaştırma yapmaktan çok hoşlanmasam da- yüksek tempolu bir albüm olduğunu hissettim.

T. A: Evet, toplamda evet. Ağır basan tarafı öyle gibi.

T. Y: Peki bunda son dönemde çok daha fazla sahne yapmanızın, zaman içinde konser performanslarının ve izleyiciyle oluşan o etkileşimin bir etkisi var mı?

T. A: Çok güzel bir soru. Çok doğru bir soru bu. Ben düşünmemiştim bunu. Şimdi hemen aklıma şunu getiriyor... Zaman içinde... Biz sürekli canlı çalma üzerine hayatımızı geçiriyoruz. Bu sefer artık yapacağımız müziği o belirlemeye başlıyor. Benim daha tasarımsal bir aklım var aslında şarkı yapmada. Bilgisayara oturup da şarkı yaptığım oluyor hiç içinde gitar olmayan şekilde falan, bambaşka şekilde yapıyorum. Sonra onu grupla çalıyoruz analog şekilde. O mesela başka bir şey oluyor… Ya da sadece tek gitar yapıp getirdiğim beraber büyüttüğümüz şeyler de oluyor ama... Şimdi mesela bu parçaları böyle yaptık çünkü bunları sahnede bu nabızda, bu tempoda çalmaya ihtiyacım olduğu için ben mesela öyle olsun istedim birçok şeyi. Dolayısıyla sahne insanı şekillendiriyor, müziğini de değiştiriyor zaman içerisinde.

T. Y: Yani şarkı yazım sürecinde artık onu sahnede nasıl icra edeceğini hayal ederek üretiyor olabilirsin...

T. A: Tabii, önemsiyorum artık o durumu. Zaten öyle olmasa bile kaydetmeye yakın illa öyle bir filtrelemeden geçiyor. Onu sahnede çalacağın haline getirmek için bazı şeyleri tekrar düzenliyorsun. “Aa bu olmaz böyle. Burası duyulmaz, burası anlaşılmaz, burası tınlamaz...” gibi baktığın oluyor.

T. Y: Bu albüm için bir inzivaya çekildiğinizi duydum. Bu bir kayıt inzivası mıydı yoksa üretim sürecine dahil bir inziva mıydı?

T. A: Sapanca'da bir ev tuttuk ve oradan hiç çıkmadan on gün geçirdik. Enstrümanları götürdük, ufak bir kurulum yaptık oraya. Küçük bir davul, küçük amfiler, gitarlar, mikrofon… Elimizde ne var ne yok bakalım dedik… 

T. Y: Ne vardı elinizde?

T. A: Ben elimde hiçbir şey yok kaygısı yaşıyorum hep. Hiçbir şey  yapamadım gibi geliyor. Varmış işte, bunlar... Daha da vardı hatta, bir yerde durduk. Parçacıklar vardı. Ben yok gibi gelen şeylere bir daha bakınca onların var olduğunu fark ettim. Onları bir toparladık orada birbirimize kenetlenip ki on sene oluyor işte, hiç yapmamışız bunu bugüne kadar. Yani biz grup müziği yapan insanlar olarak bir yere kapanıp çalışmamışız. Kapanıp stüdyoya gidiyoruz ama o ayrı. Sonra işte çıkıp dolmuşa bin, Marmaray'a bin, eve dön filan gibi olmayan, izole-kapalı sistem halinde çalıştığımız olmamıştı pek. Öyle yapınca birbirimize ruhen de entegre olduk. Her akşam beraber sofra kuruyorduk. Beraber yapıyoruz her şeyi, yiyoruz içiyoruz. Sonra masada oturup müzik dinliyoruz. Sabah müzik çalışıyoruz, akşam yemek yiyip müzikler dinliyoruz hep beraber. “Bak bak şuraya bak, duydun mu şurayı?” falan... Böyle ruhen entegre olunca organik bir şekilde o şarkılar çıktı ortaya.

T. Y: Elinde var olduğunu bilmediğin şarkılar mı son hallerini almaya başladı yoksa hiç yeni şarkı da çıktı mı orada?

T. A: Orada yeni şarkı çıkmadı ama yarım şarkılar tamamlandılar mesela.

T. Y: Dikkatli dinleyicilerin fark ettiği bir şey var... Bu albümde aslında önceden bildikleri, belki bir yerlerde kayıtlarını ya da konserlerde çaldığınızı duydukları şarkılar var. 

T. A: Albümün son parçası, Mezara Kadar... Eskiden Ah Ulan Ah diye bir parçamız vardı. O hatta Adamlar öncesi, Halimden Konan Anlar zamanındaki bir şarkıydı. Bir ara Adamlar'da çaldığımız da olmuştu ara ara ama pek çalmıyorduk. Onu böyle bir evirip çevirip o hale getirmek… Bu da yıllar içinde oldu. En son da yeni sözleri gelince bu hale geldi.

T. Y: Bir şarkı daha var...

T. A: Bir şarkı daha söylerim, çok söylerim. Hepsi eski. Mesela Es aslında pek... Hayır onu bilirler, evet. Es aslında benim elektro bağlamayla yaptığım bir şarkıydı. Yılları var onun yani... Bir defasında onu bir yere çıkıp bağlamayla çalıp söylemiştim. Büyük Ev Ablukada'nın zamanında buralarda bir mekanı vardı: Külâh. İlk orada başlayan bir “Herkes Tek” event’i vardı. Konser. Tek başına çıkıp, tek gitar, tek vokal söylüyorsun… Onun üçüncü ya da dördüncüsüne katıldığımda artık bir değişiklik yapayım, ne yapayım falan dediğimde, o sırada bağlama ile uğraşıyordum birazcık kendi kendime. Kapanıp 3-4 gün çalışıp onları çalmıştım. O beste de bağlamayla çıktığı için onunla çaldım orada. Bir tek orada çaldığım bir şey olarak bilenler biliyor. Bir gün tam uçağa binerken oradaki görevli demişti “ben senin o konserini izledim” diye... “Sana helal olsun” dedim.

T. Y: Bir kaydı da var mı bir yerlerde yoksa sadece konserde izleyenler mi biliyor?

T. A: Biri telefonla çekip koymuş onu internete. Yarım yamalak duyulan bir şey var... O şarkı ama o halinde değil işte. O benimle yıllardır dönüyor. Hâlâ da öyle bir sürü şey var albüme konmamış. Çok eskiden gelen şeyler de var. Onların böyle bir parçası oradan survive ediyor, onu alıp başka bir şeyle birleştiriyorsun. Kendi halini buluyor. Ya da hakikaten bir demlenme süreci oluyor. Es de öyle geldi. Ya da ne bileyim işte mesela Ah Be Güzelim'in melodisi belki beş yıldır benim kafamda dönüyordu, melodi olarak. Ama beste olması bir anda oldu. 

T. Y: Yani onuncu yılda gelen bu albüm aslında tarihçesi eskiye dayanan şarkıları da barındırıyor.

T. A: Kesinlikle eskiye dayanan şarkılar var.

T. Y: Bir önceki albümden bu yana yazılmış son iki senenin, üç senenin ürünü şarkılar değil sadece...

T. A: Onlar da var içinde, öyle olan da var. Ama birkaç tanesi de çok eskiden beri geliyor. Bu arada bizim albümlerde bu hep böyledir. Mesela Dalgalı parçasının girişindeki sözler diyeyim; çünkü geri kalan her şey değişti... İlk albüm çıkmadan önce bir dönüyordu o da benimle beraber ve bambaşka bir haldeydi. O böyle dönüşe dönüşe dönüşe yerini böyle buldu.

T. Y: Bu pazar konser var. 10. Yıl Konseri, albümün de lansman konseri. 1 Aralık Pazar, Volkswagen Arena'da. Herhalde şu an onun yoğun hazırlıkları vardır diye düşünüyorum. 

T. A: Evet, provadan geldim. Bir prova daha yapacağız, sonra hazırız zaten.

T. Y: Ne gibi sürprizler olacak? 10. yıl konseri deyince insan özel bir şeyler bekliyor...

T. A: Bekliyor tabii ama bizde öyle çok sürprizcilik de yok. Görsel tasarımla havaya uçuracağız her şeyi filan olayı da çok yok ama hepsinden bir şey var. Yani evet, bir tasarım olacak ekstra. Bir tane konuğumuz var, sürpriz konuğumuz. Onun ismini söylemeyeyim, sürpriz olsun. Onun dışında iki tane eski elemanımız ayrı ayrı parçalarda gelip bizi eşlik edecek. O var. Bir de yeni şarkılar var. Bu.

 

T. Y: Bu albümdeki şarkıları daha önce hiç çalmadınız galiba?

T. A: Hiç çalmadık, yok. Bir ara bir iki tanesini denedik. Bazen biz çalarız öyle. Bir iki çaldık, onlar da hemen internete kondu ve var oldular. 

T. Y: Düştü mü öyle internete?

T. A: Tabii tabii. Nasıl düşmesin zaten... Eskiden de öyle olmuştu hatta. Çalıyorduk biz ama konserde deniyoruz onu, nasıl duyuluyor, insanlar nasıl tepki veriyor falan diye... Bir tane sürpriz konuğumuz var, onunla bir şey çalacağız, onun bir şeyini. Güzel olacaktır.

T. Y: Uzun bir setlist olur mu?

T. A: Upuzun olur, onu söyleyebilirim, evet. Bayağı uzun olur. Çalmadığımız eskilerden de bir şeyler olacak.

T. Y: Birisi mesaj atmış bana bugün, sizin geleceğinizi duyunca “Gelir Geçer’i niye çalmıyorlar konserlerde?” diye sormuş.

T. A: Güzel bir soru, evet... Elektronik altyapılı bir dönemimiz oldu. Öyle çaldığımız zamanlarda çalıyorduk o parçayı. Onu tekrardan, baştan aranje etmemiz gerekiyor. Daha bugün onu düşündüm ben. O parçayı mesela, İçimizdeki Canavarlar parçasını, İnsanlık Hali’ni, Gelir Geçer’i filan… Böyle bir yeniden aranje edip tam şu andaki sound’umuzla öyle bir şeyler yapacağız ilk fırsatta.

T. Y: Harekete kimse mani olamaz.'daki bazı şarkıların şu andaki konser düzenlemeleri zaten Canlı #01: FadeOut Studios albümünde yer alıyordu.

T. A: Orada yaptık birkaç tanesini. Dal parçasını, Döndürüyor’u falan sahnede yapıyorduk . Ama bunu bir belgelemek istedik. Onun üzerine yeni albümü yaptık. Zaten o bir geçiş oldu. Hani bu sound da böyle, bizim gidişatımız bak böyle filan gibi. Onu da göstermek gibi de oldu.

T. Y: Böyle 10. yıl konserlerinde tüm izleyiciyi memnun etmek pek kolay olmuyor. Çünkü özellikle sizinki gibi gruplarda, yani herkesin farklı favorileri olduğu, tek bir hit ya da üç hit üzerinden yürümemiş de herkesin başka şarkılara yükseldiği durumlarda herkes kendi en sevdiği şarkıyı dinlemek istiyor.

T. A: Evet ya hepsini çalsak çok olacak iş değil ama mutlaka çoğunluğun gönlü hoş olacaktır. Bu arada bence de bizim grup böyle tek şarkılık falan değil. Öyle bir olayımız yok ama... Buradan bir serzenişe gelesim var; bir yapayım o serzenişi de ben de rahat edeyim. Son yıllarda, festivallerde filan çaldığımızda... Böyle TikTok'ta filan mesela bizim bazı şarkılar dönüyor, bana gösteriyorlar. Futbol görselleri var mesela. Orada bizim işte Zombi parçası çalıyor. Zombi parçası çıktıktan sonra zaten dizide falan çalmıştı; oradan bir onun popülaritesi yüksek. Bir bakıyorum böyle bir sürü insan sadece o şarkıyı biliyor. On yıl içerisinde hani hep güzel tarafları söyleyip yalandan konuşmayayım. Beni çok üzen bir şey bu. Sadece o parçayı bilen çok fazla insan var ve sadece onu istiyorlar falan ısrarla. Böyle birkaç konser üst üste yaşadığım zaman alternatif meslek düşünmeye başlayasım geliyor kendi içimde. Anlık öyle bir şey oluyor. Sonra devam ediyoruz. Yeni nesilde biraz öyle bir durum var.

T. Y: Evet, tam onu diyecektim. Bu dönemin dinleyicisinin öyle bir temayülü var. Yani bir şarkısına tutuluyor bir grubun, sanatçının… Hayran oluyor. Ama gidip de diğerlerine bakmıyor. Özellikle dizilerle keşfedilen şarkılarda bu çok oluyor, ya da Spotify listelerinde.

T. A: Bir de evet, liste kültürü bu işte, onunla da alakalı. Hani liste açıyorsun, akıyor oradan bir grubun, bir sanatçının bir şeyi çalıyor. Sonra başkası, sonra başkası falan...

T. Y: Ama o kadar seviyorsan da başka ne yapmış diye bakmaz mısın gidip?

T. A: Bakarsın.

T. Y: Ben anlayamıyorum.

T. A: Evet, böyle durumlar olabiliyor.

T. Y: Orada bir kuşak farkı var bence.

T. A: Var, evet.

T. Y: Biz çünkü bir şeyi sevdik mi her şeyini araştırıp, böyle deşip, hakkında ne bulabiliyorsak arardık...

T. A: Şimdi de öyle insanlar var bu arada. Ben niye bundan şikayet ediyorum? Böyle bir bunu kamu alem duysun istedim. Söylemek istedim.

T. Y: Bence arada bir şeylerden şikayet etmek iyi. Lâzım yani.

T. A: Edelim biraz evet. Yani Zombi en güzel şarkımız değil bizim mesela bence. Daha bir sürü şarkı var. 

T. Y: Başka dinleyicilere göre de başka şarkılarınızın öne çıktığını fark ediyorum. Bu sanki on yıllık böyle bir yolculuğun, başarılı bir yolculuğun olmazsa olmazı gibi bir şey ama bence. Çok daha fazla şarkının farklı insanların favorisi olması. Şu andaki durumu bu sağlıyor galiba.

T. A: Kesinlikle. O şarkıların hepsiyle mücadele ettim ben. Renkleriyle uğraştım yani. Hepsine özen gösterdim yaparken. Hepimiz gösterdik. O yüzden hepsi illa ki bir seven buluyor kendine. Sahipsiz kalan da pek olmadı bugüne kadar.

T. Y: “Bu albümdeki şarkıların bazılarını önceden konserlerde çaldık” demiştin ama önceden hiçbir single çıkmadı albümden. Dokuz parçayı tek bir albüm halinde bir anda paylaştınız.

T. A: Aynen öyle.

T. Y: Bu da çok alışıldık bir şey değil bu dönem için. Bir de önceki albümü düşünüyorum... Harekete kimse mâni olamaz. iki sene arayla iki EP halinde çıktı. Orada yaşadığınız deneyimin bu seferki tercihte bir etkisi oldu mu?

T. A: Şöyle bir şey var, benim kendi psikolojik yaklaşımımla başlayayım. Ben hep şöyle bir yolculuktayım hayatta... Güçlü olan taraflarımı biliyorum, zayıf olan taraflarımı yakalıyorum, zayıf olan taraflarımı güçlendirmeye çalışıyorum. Böyle bir şey var, böyle bir yaklaşım var. Dolayısıyla başka şeyler denemeler, kendi içinde farklı renklere, farklı taraflara, anlatımlara ağırlık vermeler bu yüzden oluyor. Önceden o EP'lerde denediğimiz şey kendi varlıkları için çok tutarlı ve güzeldi. Ama bir organik rock'n'roll albümünü o şekilde bölecek bir şey göremedik. O bütünlüğü halinde güzel ve tutarlı olacaktı. Zaten çok da uzun değil. Ne bileyim kırk dakika filan mı? Öyle bir şeydir herhalde.

T. Y: Bize uzun değil. Bizim kuşak için uzun değil.

T. A: Doğru.

T. Y: Şimdi genç dinleyiciler üç dakikalık şarkıyı çok uzun buluyorlar.

T. A: Üç uzun artık evet, daha kısalar var ya...

T. Y: Majör plak şirketleriyle çalışan bazı sanatçılar “üç dakikalık şarkı veriyorum, plak şirketim çok uzun buluyor” diyorlar.

T. A: Evet, evet, doğru. Bizim de var bu arada üçten kısa. Bir iki tane var, yapmıştık. Denememiz oldu. Bu albümde de var.

T. Y: Ama daha uzunlar da var.

T. A: Var, çok uzunlar var. Ya onlara çok takılmaya gerek yok. Neden işte öyle yaptık? Çünkü bunun albüm olarak çıkması gerekiyordu. Öyle olması gerekiyordu diye öyle yaptık. Hoşumuza da gitti öyle olması. Single mingle falan, yani yaparız ama bundan sonra muhtemelen… Şey gibi istiyoruz, bugün onu konuştuk aramızda. Eskiden plak çıktığı zaman tekli bir tarafında bir şey var, diğer tarafında... Kırkbeşlikler. Kırkbeşlikler gibi olsun, güzel olur. Single hiç sevmiyorum ben, single olayını. Bana çok antipatik geliyor.

T. Y: Neden sevmiyorsun? Dinleyici olarak mı sevmiyorsun, temsil ettiği şeyle mi ilgili bir sorunun var?

T. A: Şöyle bir olayı var single'ın. Single çıkarmak ve tek atışla bir şey vurmak kafası var ya olayda, o işi mecburen hit olmaya ve popülarite içerisinde at koşturmaya çeken bir bakış açısı. Buna mecbur değiliz. Olayımız sanatsa böyle bir mecburiyet içerisinde hareket etmemeliyiz. Single yapılabilir. Ama single'a baktığım zaman tamamen ticari bir şey görüyorum çoğunlukla. Hop böyle buradan vuralım, buradan vuralım filan. Ben çok öyle buradan vuralımcı değilim. Bizimkiler de, hiçbirimiz de öyle değiliz. Daha organik, albüm insanıyız. O yüzden çok sevmiyoruz işte o şeyi.

T. Y: Bana sanki bu kadar çok üretimin arasında çok da randımanlı bir sistem değilmiş gibi geliyor single’cılık. Çünkü bir sanatçının ne yapmaya çalıştığını anlayamıyorum da uzun vadede takip de edemiyorum. Dönemsel olarak müziğindeki evrimi de takip edemiyorum. O kadar fazla şeyi her seferinde yakalayıp sindirecek kadar tek bir parçanın üzerine odaklanabilmem de kolay değil. Mesela galiba en az dinlediğim albümünüz bir önceki albümünüz oldu ve bunda iki EP halinde çıkmış olmasının etkisi çok büyük. Çünkü bu sene yayınladığınız FadeOut Studios'daki canlı kayıtları çok daha fazla dinledim. Aslında kaç şarkı var orada? Altı galiba. Ama o daha bir albüm gibi ve benim için onu açıp repeat’te döndürmek çok daha kolay geliyor.

T. A: Yani sound’la ilgili bir sorunun yok, tamamen formattan dolayı söylüyorsun?

T. Y: Tahminimce öyle.

T. A: “Dört şarkı kesmiyor” diyorsun. Yani “tam içine giremiyoruz olayın” gibi mi oluyor?

T. Y: Yani onu açıp da benim evde onu dinlemem ya da başka bir işle meşgul olmam, bir yandan bir şey yaparken dinlemem kolay değil. Çünkü bitiyor.

T. A: Evet. Bir daha başa al diye öyle yapmışız meğerse.

T. Y: Aslında tabii ki çok kolay. Bir playlist yapıp ikisini birden ekleyebilirim. Ama işte yapmıyorsun...

T. A: Bizim hatamız oldu. Biz ikisini bir albüm olarak Spotify'a koyacaktık.

T. Y: Evet lütfen, belki de hâlâ yapabilirsiniz.

T. A: Tabii plak olarak öyle çıktılar onlar. A yüzü birinci, B yüzü ikinci bölüme.

T. Y: Sonradan bir araya getirmek iyi oluyor. Bu arada, şimdi onuncu sene deyince çok az geliyor,  “Adamlar sadece on senedir mi hayatımızda?” diye düşünüyorum. Herhalde ilk albümü milat alıyorsunuz.

T. A: İlk albüm, evet.

T. Y: Ama tabii bizim gibi Halimden Konan Anlar’dan beri takip edenler için aradaki geçiş de belki biraz yumuşak ya da belirsiz olmuş olabilir.

T. A: Doğru, katılıyorum. İkisine de. Yumuşak ve belirsiz.

T. Y: Dolayısıyla da Adamlar sanki çok daha uzun zamandır varmış gibi... Ben “sadece 10. yıl mı?” dedim mesela konser haberini gördüğümde.

T. A: Öyle mi? Biraz daha var evet, küsuratları var senin gibi bilenler için.

T. Y: Galiba ilk 2011'de dinlediğimi hatırlıyorum.

T. A: Doğrudur.

T. Y: Ama daha da önce olabilir belki...

T. A: Daha da öncesinde de artık benim Myspace açtığım yıllardı, kendime denemeler yaptığım falan. Ama Halimden Konan Anlar 2011'dir ilk.

T. Y: Aradaki geçişin senin için nasıl olduğunu da bilmiyorum aslında.

T. A: Nasıl oldu benim için? Adamlar öncesinde Konan’da bir sürü eleman değişti, geldi gitti. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hâlâ bazen ne yapacağımı bilmiyorum. Tabii o zaman oturaklı bir noktaya da gelmemişti o proje. Benim kafam bir gün şeye gitti... Bütün bu parçaları ve yeni yaptıklarımı da alıp gitar, bas, davul sound’uyla yapayım. Başka bir şey olmasın. Bu çerçevede olayım ki böylelikle kafamı toparlayabilirim. Bir çerçevelendirme tekniği olarak bunu yaptım. Hani bu elementler olsun... Çünkü çok fazla müzik dinledim hayatım boyunca. Klasik rock dinlemeden önce daha fazla elektronik müzik dinlemişliğim var. O elektronik müziği derinlemesine dinlemişliğim var hem de. Ondan önce onlu yaşlarımda Metallica'lar, Nirvana'lar falan; onları saymıyorum. Öyle başladıktan sonra birçok şeyi etraflıca dinledim. Hani “ne yapsam, ne yapsam?” böyle gençliğin patlayan yıllarında... Her şeyi yapabilirim ve aynı anda yapabilirim gibi bir hissim vardı. Halimden Konan Anlar da daha Tom Waits vari etkilendiğim yerlerden bir şeydi. Rock'n'roll'dan ziyade şiir, caz ve Tom Waits tarzında bir altyapısı vardı oraların. Sonra daha elektrikli ve canlı bir şey yapmak isteyip onları bir rock grubunda, tam klasik rock formatında çerçevelendirsem bakalım nasıl olacak yaptıklarım, diye düşündüm. Çünkü genellikle çok öyle değildi yaptığım şeyler. Onları o formata sokmak değişik bir deney yapmak gibiydi. Ben hep deney yapıyorum aslında bir yandan da.

T. Y: Bu kararı verdiğinde kaç yaşındaydın Tolga?

T. A: Vallahi yirmi beş falandım herhalde.

T. Y: Aslında kendini kısıtlamaya razı olmak için çok erken bir yaş. İlksen’le geçen söyleşinizde de o enstrümanları sınırlama meselesinden bahsetmiştiniz biraz. Çünkü bu dönemde müzik teknolojilerinin erişilebilirliğini de hesaba katınca 90'lardaki gibi “müzik yapacağım” dediğinde bir rock band kurmak tek seçeneğin değil. Ama bu da bir sonsuzluk getirse de işi kolaylaştırmıyor aslında. Belki de zorlaştırıyor. Yaratıcılıkla ilgili metinlerde hep söyledikleri bir şey var: Kısıtlamak yaratıcılığı, üretimi artırır.

T. A: Evet.

T. Y:Yani sanatta kısıtlama, kısıtlayıcı olmuyor. Resim yaparken de aynı şeyi söylüyorlar.

T. A: Bravo, aynen öyle.

T. Y: Renk paletini kısıtla. Üç renk seç, tek renk seç...

T. A: İfadeye odaklan, nasıl anlatacağına odaklan. Bir şeyin tasarımını da sevebiliriz. Dışsal yapısına da bayılabiliriz. İçeriden hissettirdiği şeye de kopabiliriz ya da hepsine de kopabiliriz. Burada birazcık çerçevelendirmek kullanılan bir teknik yani gerçekten. Senaryo yazarları da yapıyor, ressamlar da yapıyor. Ben de o minvalde bir denemede bulundum işte aslında.

T. Y: Bence buna erken uyanmışsın.

T. A: Olabilir.

T. Y: Çünkü dediğin gibi gençlikte o sınırsızlıktan insanın başı dönüyor.

T. A: Evet.

T. Y: Her şeyi yapabilirim zannediyorsun ve sonuçta genelde hiçbir şey yapamıyorsun. Yapamayabiliyorsun. 

T. A: Çünkü bir şeyi seçip bir şey yapmak için emek ve zaman vermek gerekiyor. Yani hormonal olarak belki daha ilk gençlikte patlarcasına bir şeylere koşabileceğini, uçabileceğini, entegre olabileceğini hissediyorsun ama ne yapmak istersen iste... Onun için bir yol alman gerekiyor.

T. Y: Başka bir söyleşide de aynı şeyi farklı bir ifadeyle söylediğini duydum: “Sınırlı bir enstrümantasyonla, sınırsızca icra etmek.”

T. A: Evet. Mesela benim en sevdiğim rock grubu Morphine'dir. Morphine'de gitar yoktur, elektro gitar yoktur. İki telli bir bas gitar, bariton saksafon ve davul var. Solist de iki telli bası çalan abi. Aynı zamanda bu bası çalarken de slide yüzüğü dediğimiz o tellerin üzerinden kaydırılarak çalınan şeyle çalıyor. Çok tuhaf. Bu bir limitasyon gibi. Ama öyle bir müzik çıkıyor ki oradan... İnanılır gibi değil.

T. Y: Mark Sandman'dan sonra ekip hâlâ devam ediyor, biliyor musun? Vapors of Morphine.

T. A: Bakıyorum, evet. Dana (Colley), saksafoncu, o devam ediyor. Davulcuları (Billy Conway) öldü. Yaklaşık 1-2 sene oldu.

T. Y: Morphine benim üzerine çok kafa yorduğum bir grup. Ara ara tekrar Morphine perileri geliyor geceleri.

T. A: Gelir...

T. Y: Evet, geceleri gelir. Geçen sene mesela tekrar bir “nasıl bu kadar iyi şarkı sözü yazılabiliyor?” diye kafayı taktım Morphine’e. Gerçekten aklımı kaçırdım. Oturdum, şarkı sözlerini tek tek inceledim. Hepsinde bir hikâye var ve çok sinematografik.

T. A: Değil mi?

T. Y: Ben Morphine'in şarkılarını dinlerken izleyebiliyorum. 

T. A: Yaşa, çok güzel söyledin. Hiç kimseden duymamıştım Morphine şarkı sözü üzerine bir şey. İlk defa duyuyorum, heyecanlandım öncelikle. Kesinlikle izlemesi zevkli bir şey sunuyor sana, hikâye. Yani çok basit şarkıları da var. “Her akşam gece on birde dışarı çıkıyorum.” Sözleri böyle olan bir şey de var. Ama mesela Sharks diye bir parçaları var. Oradaki sembolik anlatım, köpek balıkları üzerinden anlattığı şey çok cool yani. Dünyada gördüğüm en cool grup Morphine’dir herhalde.

T. Y: Gerçekten öyle. Hâlâ tam anlayabildiğimi de düşünmüyorum aslında şarkılarını, anlattıkları hikâyeleri... 

T. A: E bitmez işte.

T. Y: Anlayamadığım için o kadar büyülendiğimi tahmin ediyorum.

T. A: Öyle mi? Şimdi bu anlamak konusu, şiirsel anlatımlarda katmanlı anlatım varsa... Zaten o en güzel şey. Sen de değiştikçe, zaman geçtikçe tekrar baktığında başka bir şey de duyuyorsun bu arada.

T. Y: İlk defa duyuyormuş gibi hissediyorum mesela sözleri çoğu zaman.

T. A: Evet. Evet.

T. Y: Çünkü o şekilde ilk defa duyuyorum muhtemelen.

T. A: Muhtemelen öyle, o yüzden.

T. Y: Ama bir “anladım, anlamlandırdım” desem kapatıp kenara koyacağım belki. O olmuyor.

T. A: Güzel böyle rafine zevkler. Tekrar açıp bakmak istersin. Bir açayım şunu koklayayım falan. Bunun bir tadını tekrar hatırlayayım falan gibi olabilir zamanla. Zaten öyle oluyor her şey. Belirli bir yaştan sonra fanatik bir şekilde bir şeylere tutulma değil de... Değil mi? Daha böyle... Böyle kataloğa bir bakayım. Böyle bir kahve içelim oturup falan gibi oluyor işte o sevdiğin şeylerle.

T. Y: Az görüştüğün, uzun zamandır hayatında olan arkadaşların gibi oluyor. Arada bir kahve içelim ama her gün de görüşmeyelim artık… Programın bitmesine 2-3 dakika kalmış ve Morphine konuşuyoruz. Konuşmamız gereken bence bir sürü şey vardı, bir sürü notum vardı...

T. A: Hiç konuşmamız gereken, zorunda olduğumuz bir şey olmadığını düşünüyorum.

T. Y: Evet, sen de bana o izlenimi verdin. O yüzden ben de senin bilinç akışınla savaşmadım.

T. A: Teşekkür ederim. Benim için çok keyifli oldu. Gerçekten zamanın geçtiğini anlamama durumu varsa o güzel oluyor. O şey meditatif de oluyor. Gerçi meditatif falan diyorum ama ben çok gevezelik yaptım. Bu nasıl meditatiflik?

T. Y: Peki neden 10. yılda ilk söyleşimizi yapıyoruz? Bu bayağı üzücü.

T. A: Neden 10. yılda ilk söyleşimizi yapıyoruz?

T. Y: 10. söyleşimizi de yapıyor olabilirdik şimdi.

T. A: Olsun, bu bir başlangıçtır.

T. Y:O zaman 20. yılı beraber kutlar mıyız?

T. A: Umarım.

T. Y: Devam yani, değil mi?

T. A: Tabii tabii, devam...

T. Y: Sizin keyfiniz yerinde?

T. A: Bizim dışımızdaki durumlara bir şey diyemem ama bizim keyfimiz yerinde. Gerçekten yerinde yani.

T. Y: Bugün yalnızsın ama ekip arkadaşlarına da sevgiler, selamlar buradan...

T. A: Başüstüne, onların da selamları var.

T. Y: Umarım daha uzun yıllar bir arada üretmeye devam edersiniz. Artık ekibin son kadrosu da oturdu herhalde pandemiden beri, Berat’ın katılmasıyla beraber...

T. A: Berat'la beraber evet, oturdu artık o. 

T. Y: Aslında hiç vaktimiz kalmadı ama şunu çok merak ediyorum... O kadro değişikliklerinin hep farklı farklı tatlar getirmek gibi bir etkisi vardır ama ekip oturduktan sonra senin açından ne değişti?

T. A: Ben hep dağınıklıkla boğuştum hayatımda. Onu değiştir, bunu değiştir… Ben neredeyim, kimim, nasıl biriyim? Öyle miyim, böyle miyim falan... En azından en haşır neşir olduğum şeyde bir oturaklılık olunca orada artık derinleşme ve tat alma zenginliği başlıyor. Sürekli mücadele değil de artık birbirimizle demleniyoruz gibi oluyor. O yüzden ne mutlu bize!

T. Y: Arada bir şey için söylemiştin... Bir şeyle vakit geçirmek, fazla mesai yapmak, derinleşmenin aslında ön koşulu gibi. Bu belki dinleyicinin müzik dinleme pratiklerinde de geçerli, sanatçının üretim süreçlerinde de... Ve hayattaki sanki her şeyde geçerliymiş gibi geliyor bana…

T. A: Her şeyde, evet. Yirmili yaşlarımda bir gün fark etmiştim: Herhangi bir şeyi yapan, her ne yapıyorsa yapsın, o şeyi iyi yapıyorsa, orada derinleştiyse; oradan biz hakikate dair bir tat alırız. Bu sanat olmak zorunda değil; ya da işte bir şey olmak zorunda değil... Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir insan… Ayakkabı boyayan biri de olabilir, meyve kesen biri de olabilir, resim yapan biri de olabilir, taşları denizde çok güzel sektiren biri de olabilir, çok güzel susan ve havayı dinleyen biri de olabilir. Abartmayayım, uçmayayım şimdi ama... Her şeyin içerisinde o potansiyel var.

T. Y: İşte evet, tam ne olduğunu anlamasan da hakikate şöyle bir kıyısından baktığını hissediyor insan öyle anlarda. 

T. A: Hissediyor insan, evet.