Her daim genç, bilge, çevreci, 1984’ten beri iklim krizini kendine dert edinmiş, rock dünyasının en önemli isimlerinden, Moğolların efsane basçısı, müzisyen ve besteci Taner Öngür’ün, Heybeliada'daki evine, Dünya Mirası Adalar programı olarak konuk olduk. Kendi gibi bu nevi şahsına münhasır ev, en az karbon ayak izi bırakan, enerjisinin bir bölümünü kendi üreten, sahibi gibi üretken mi üretken bir ev.
Sadık ve vefalı bir Açık Radyo dinleyicisi olan Taner, Barışa-Rock sürecinde bir dönem, Açık Radyo’da Seçkin Erdi ile “Kadife Çekiç Mavi Duman” diye bir müzik programı da yapıyordu. Açık Radyo’yu dinlerken kullandığı radyo ise çok kıymetli bir antika. Ses kalitesi ise bugünün teknolojisine şapka çıkartıyor adeta.
Açık Radyo bizim evimiz. Sabahlara dünyanın gerçekleri ile Ömer Madra’yı duyarak başlıyoruz.
diyor.
Bu keyifli sohbet sırasında, stüdyo-evinde birlikte canlı müzik kaydı da yaptık. Kayıt aletlerinin büyük bölümünü güneş enerjisinden ürettiği elektrik ile kullanıyor.
Öngür, 1984’te Almanya’da yaşarken yeşil hareket yeni başlamış. Çevre hareketinden tanıştığı arkadaşları ile yeşil bir işgal evinde yaşarken küresel iklim değişikliği konusuna çok kafa yormuşlar. O sırada Yeşiller Partisi yeni kuruluyormuş. Alman çevreci, aktivist, sanatçı arkadaşları ile iklim değişiminden konuşuyorlarmış. Amsterdam’ın sular altında kalacağı, buzulların eriyeceği gibi konular konuşmalarının konu başlıklarındanmış. İlk iklim krizi şarkısını o zaman yazmış.
Böylece “Alarm” oluşmaya başlamış, sohbetler bestelere, sözlere ve müziğe dönüşmüş. 1984 senesinde, 1999’a doğru bir projeksiyon ile “1999, belki bir pazar sabahı Amsterdam sular altında kalacak.” diyor:
Dünyanın tepesi Himalayalar
Yamaçlarında kalmamış bir tek ağaç
Kışın biriken kar suları
Baharda Bengal Deltası’na saldırıyor
Kardeş Bengaldeş sular altında
Bengaldeş sular altında
Dünyanın ciğeri yanmış, soluk alamıyor
Altımızda arabalar, biz gaza basıyoruz
Donmuş bozulmamış bir kıta Antarktika
Göz koymuşuz madenlerine paylaşamıyoruz
Bindokuzyüzdoksandokuz
Belki bir pazar sabahı
Amsterdam sular altında, Amazonlar yanıyor
Afrika açlık grevinde, insanlar sürünüyor
Kimsesiz çocuklar Güney Amerika'da
Öldürülüyor, öldürüyorlar
Zararlı haşereler gibi, sokak köpekleri gibi
Her gün daha fazla insan dünyada
Her gün daha fazla kirlenme etrafımızda
Her gün daha hızlı dünkünden
Her gün daha az zamanımız kalıyor
Anlat bunları herkese
Mümkünse anlaşılır bir şekilde
Gezegenimiz ellerimizde
Yaşatabilirsek, kurtarabilirsek eğer
Düşün bir an geleceğini
Düşün bir an çocuklarını
Düşün bir an şu yaşadığın dünyayı
Çünkü başka hiçbir şansın yok
Başka hiçbir şansımız kalmadı artık
Evet, müzisyen böylece küresel ısınmayla ilgili ilk şarkıyı yapmış. 1992’de yayımladığı ilk solo albümü Alarm’ı modifiye ederek 2021’de “Alarm 21” adıyla yeniden dijital platformlarda yayınladı.
Onu tanıtmaya zamanımız yetmeyecek biliyoruz. Kısaca özetlersek, 1967 yılının sonlarında kurulan Moğollar’ın efsane basçısı sevgili Taner, müzik hayatına 14-15 yaşlarında Volkanlar isimli grupla kontrbas çalarak başlıyor. 1980’lere geldiğimizde Almanya yollarını tutup orada yaşamaya ve müzik çalışmalarını sürdürmeye başlıyor.
Türkiye 70’lerin sonuna doğru artık dayanılmayacak bir noktaya gelmişti. 1980 darbesi olmuştu. Bir gün Fatih’e annemi ziyarete gidiyordum, bir arabadan makineli tüfekle ateş açılmaya başladı. Kaçanlar, insanlar, kadınlar yere yatıyor falan. O zaman askere gitmeme kararım vardı ama o gün karar verdim. Sekiz sene gecikerek Diyarbakır-Silvan’da 18 ay bandoda askerliğimi yaptım. Oradan da arkadaşlarla Almanya’ya gittim. Gidiş o gidiş. 10 yıl kaldım orada. Sonra Türkiye’ye döndüm.
Bir süre sonra Turgut Berkes ve Fuat Güner’in F.T Stüdyosu’nda tonmeisterlik yaptım. Orada bir gün Leman dergisinde, Moğollar yeniden birleşsinler, konser versinler diye, rahmetli çizer Kaan Erdem’in köşesinde bir haber gördüm. Sonra aradım onu. Ona gelen beş bin mektubu bize verdi. Ve böylece grubu yeniden kurduk. O zamandan bu zamana devam ediyor Moğollar. Onun dışında benim solo çalışmalarım devam ediyor.
Evet, sohbetimiz devam ederken arada geriye dönüşler yapıp 1993’te Türkiye’ye geri gelip Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda verdikleri muazzam konserle Taner’in nasıl geri döndüğüne şahit olduğumuzu da hatırlıyoruz.
Bugün aynı aktif hayatını sürdürürken, bir konserden bir konsere koştururken, iki konseri arasında onu Heybeliada’daki küçük, minimal, yeterli, her bir objenin adeta ruhunun olduğu, canlı, yaşayan evinde, onun özeline davet edilmenin, mutluluğunu yaşıyoruz. Karbon ayak izi, enerji tasarrufu üzerine soruları soruyorum.
Enerji tasarrufu ile ilgili bayağı bir kafa yoruyorum. Hâlâ utandığım taraflar var, tam istediğim gibi değil. Bahçede bir güneş paneli ile bilgisayarımı çalıştırabiliyorum. Müzik kayıtlarımı o şekilde yapabiliyorum. Bilgisayarım ona bağlı. Güneş enerjisini 2010’da aldım. Mersin’de Soli Pompeiopolis Antik Kenti’nde bir festival vardı. Orada bunu satan arkadaşla tanıştım ve uygun bir fiyata aldım. Bir panel, bir akü, bir şarj regülatörünü yıllardır yanımda taşırım. Her zaman da işe yarıyor. Tabii ki biraz bütçe olsa onu büyütüp, dama da konularak tüm elektrik oradan sağlanabilir. Aslında son yıllarda birçok insan farkına vardı, kullanmaya başladı. Bir de çift taraflı saat olanağı var. Elektrik şebekesine haber veriyorsunuz değiştiriyor saatinizi. Evde olmadığınızda da elektrik üretmeye devam ediyor. Üretilen elektrik şebekeye, oradan faturanıza para olarak geliyor. Faydalı, sonuçta güneş enerjisi bedava.
2009’da Serap Yağız’la ‘Güneş Şarkıları’ diye bir albüm yapmıştık. O albümün sebebi de 2. Güneş Enerjisi Teknolojileri Fuarı’na katılabilmek içindi. Fuar haberini görünce yetkililerini arayıp ‘Ben böyle bir albüm yapıyorum.’ dedim. Daha başlamamıştım bile albüme. ‘Harika’ dediler, sonra başladım albüme. Güneş temalı şiirleri besteledik, kayıtları yaptık, sonra fuarın açılışında da güneş enerjisi ile beslenen bir sahnede konser verdik. O yıllarda müzik sektöründe, kültür-sanat alanında çok uğraştım. Herkese anlatmaya çalıştım ama büyük festivallerde zor. Ama bize bol bol yetti. Eskiden ses sistemlerinin bir prensibi vardı; ‘bir seyirci bir watt’ anlamında. İki bin kişi varsa iki bin wattlık güneş enerjisi kurulabilir. Büyük sahneleri beslemek zor ama mümkün ve bu dünyada yapılıyor; Amerika’da, Avrupa’da çok var böyle festivaller.
Burada da güneş enerjisi ile beslenen bir ses, sahne festivalini gerçekleştirebilmeyi çok istedim. Ama benim gücüm yetmiyor. Şirketlere söyledik, pek ilgilenmediler. 100, 150 kişilik kasaba festivallerinde konser verip stand açıp hem güneş enerjisinden nasıl yararlanacaklarını anlatmak hem de sürdürülebilir müzik festivalleri düzenlemeyi anlattık.
Güneş enerjisi aynı zamanda bireysel enerji sistemlerini kurabilmeyi sağlıyor. Çok esnek bir şey. İlla bir şebekeye bağlı olmanız gerekmiyor. Dama, balkona koyabiliyorsunuz. Bu otonomluk, anlayış olarak benim için harika bir şey. Şirketlere ve devlete ‘hoşça kal! Seninle ilişkimi koparıyorum! Ben tek başıma ilerliyorum!’ diyebiliyorum. Bireysel özgürlük adına çok önemli bir enerji üretme biçimi. Benim ütopik dünyam için harika bir çözüm.
"Ayak diye bir şey var değil mi?"
Program öncesi Taner’in gençlik sırrını öğreneceğimizi duyurmuştuk. Tabii son albümlerini de. Sırrını olanca samimiyeti ile bize anlatıyor:
1949’luyum. Genç değilim ama çok şükür elim, ayağım tutuyor, müzik yapabiliyorum, kafam çalışıyor, sağlığım yerinde. 13, 14 yaşında Şehzadebaşı Kulüp sinemasında müziğe başladım. Grubumuzla film gösterimlerinden önce çalıyorduk. Çocukça bir eğlence biçiminde yürüdü. O günden bugüne hep öyle gitti. Hep sevdiğim işi yapıyorum. Heyecanımı hiç kaybetmiyorum. Üretmek, onu ortaya çıkarmak, seyirciyle buluşturmak…
Adaya 2015 yazında taşındım. Bana çok iyi geldi. Buranın havası muhteşem. Ev de müsait. Kış bile olsa kapı açık, yarı bahçede yaşar gibiyim. Heybeliada’nın havası meşhur. Biliyorsunuz, Heybeliada Sanatoryumu burada yapılmış. Yürümeyi seviyorum, herkese söylüyorum, ayaklarınızı sevin. Ayak diye bir şey var!
Moğollar’la Yüksekova’ya konsere gitmiştik. Orada Barış diye bir çocuk vardı. Aletleri taşırken bize yardım etmeye çalışıyordu. Bir arkadaş sordu;
- Barış okula gidiyor musun?
- He, gidiyom.
- Nasıl gidiyorsun?
- Ee ayakla.
Çok basit, ayak! Ayak diye bir şey var değil mi? Bütün adalılara tavsiye ederim; yürüyün, nefesiniz açılıyor. O saçma sapan, herkesin evinde iki-üç tane olan akülü arabalar -üstelik genç aileler bunlar- ‘Ee çocuğu okula nasıl götüreceğiz’ diye soruyorlar. 4-5 sene evvel nasıl gidiyordunuz? Üstelik adalarda her yer yürüme mesafesinde. Heybeliada küçücük bir alan, iki kilometrelik bir alandan bahsediyoruz. Çılgın şehir hayatının alışkanlıklarını burada bu şekilde sürdürmeye çalışıyorlar. Bakkala giderken bile… İlla bir araç lazım, yani bu saçma bir şey. 'Ayaklarınızı hatırlayın.’ diyorum.
Twitter, Instagramda Moğollar diye site var. Benim Taner Öngür diye YouTube kanalım var. Oradan Barışa-Rock hikayesinin hiçbir yerde bulamayacakları videoları var. Takip edebilirler.
2015’te Heybeliada’ya gelince davul takımı, amfiler, gitar falan hepsini getirdim. Gerektiği zaman bahçede kurup, kaydı burada yapıyorum. Beş senede beş plak çıkardık Tantana Records'tan, ama bağımsız olarak. Bir arkadaşla birlikte yaptık. Elektrik gramofon vardı. Eski, 1930’lu, 40’lı yılların kayıp şarkıları. Sonra 2019’da ‘Sayko Ana’ diye saykodelik türküler. 2019’da ise bu elimde tuttuğum ‘Asrî Sadâ’yı yaptık. Gökhan Akçura sağ olsun, şarkıların konuları ile ilgili küçük bir gazete yaptık. Bu albümde çok ilginç hikayeler var; eski Trak gemisi var mesela. Atatürk tarafından alınmış bir gemi. Tophane-Mudanya seferleri yapılıyor. O geminin batış hikayesi ve onunla ilgili yaptığım şarkı var.
Plak kapağı Karaköy iskelesinden Eminönü manzarası. Eski Akşam gazetesinin baskısından alınan siyah-beyaz bir fotoğraf.
Bu albümde Tel cambazı Rıfat Telgezer’in hikayesini şarkı yaptık. Heybeliadalı yazar Nejat abimiz, Nejat Gülen’in ‘Son Uskumru’ kitabından, ondan bahsediyordu çocukluğunda. Rıfat Telgezer’in çadırı ile yaptığı şovlarda palyaço var, Hamiyet Yüceses; dansöz, Özcan Tekgül; komedyen İsmail Dümbüllü var. Büyükada’da hastanenin orada kurulurmuş çadır. Bir ay boyunca gösteri yaparmış. Heybeliada’da da Kuyu mahallesinde. O hikayelerden beslenerek bir ‘Telgezer’ şarkısı yaptım. Teatral bir şekilde bir nakaratı var. Arka fonda palyaço çıngırak sallıyor, ‘dürülüye 25 kuruş, kaçırmayın’ falan filan diye.
Böyle hikayelerden oluşan, bizi zaman yolculuğuna çıkaran bir albüm. En son 2021’de enstrümantal bir albüm yaptık. En son da Serap Yağız’la ‘Üç Derdim Var’ diye bir albümde, Anadolu rock klasiklerini yaptım. Hepsi burada oldu. Bu kış için de iki ayrı albüm projesi var. Birisi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, ‘Zaman Kırıntıları’ isimli uzun bir şiiri. Onu art rock, senfonik rock şeklinde besteledim. Bir yüzü o olacak, diğer yüzü de Nazım Hikmet’in, ‘Nerden Gelip Nereye Gidiyoruz’ şiiri. Tam bugünleri anlatan bir şiir.
Önemli olan minimal bir ortamda minimal bir iş yapmak. 250 plak. Çekoslavakya’da bastırıyoruz. Sadece 250 adet. Kısa zamanda tükeniyor ama elde ettiğimiz gelirle bir sonraki albümü yapıyoruz. Ve sürdürülebilir oluyor. Tabii o yüzden benim için harika bir şey. Minimal bir ortamda minimal bir şekilde kendi kafamdaki projeleri hayata geçirebiliyorum. Elimizde tutabiliyoruz plağı, dijital ortamın çok dışında
Program biterken Taner Öngür’ün harika longplay koleksiyonundan, özellikle 1960 öncesi, 50’ler, 40’lara ait bu koleksiyondan da bahsetmek gerekiyor. Her plak kapağı adeta bir sanat eseri. “Neden 60’lar öncesi” sorusunu şöyle cevaplıyor:
Müziğe 60'lı yıllarda başladığımda Beatles, Rolling Stones heyecanını duyduk ve kendimizden öncekileri küstahça bir şekilde reddediyorduk. Onu fark edince çok şey ıskaladığımı anladım. Bizden önceki kuşakların yaptıklarını yeniden keşfedip onları yeniden tanıyorum. Böyle bir koleksiyonum bundan dolayı var.
Herkese sevgiler, bizi dinlediğiniz için teşekkürler, Adalar hepimizin!