Duyduğumuz, duymadığımız tüm frekanslarla, her bir molekülün içinde, içimizde, dışımızda, her zaman ve her yerde müzik var!
Şu an elinizde ne var? Her ne varsa ona bir anlığına dikkatinizi vermenizi rica ediyorum. Çağdaş bir fizik kuramı, yeryüzündeki her maddenin molekülünde, atom, elektrondan da içeri, kuarkın içinde titreşen bir teli olduğunu öne sürüyor. Kuarkların içindeki teller titreşerek maddeye biçim veriyor. Bir moleküllük orkestra yani! Brian Greene tarafından öne sürülen String Theory’den anladıklarımı çok basitleştirerek tercüme ettim ama biliyoruz ki, kulaklarımızın algılamadığı titreşimlerle tüm evren ses çıkarmakta! Müzik için ‘organize ses diyor’ bir başka kuram. Öyleyse, duyduğumuz, duymadığımız tüm frekanslarla, her bir molekülün içinde, içimizde, dışımızda, her zaman ve her yerde müzik var!
İşin fiziki boyutu bir yana, insanın dünya üzerindeki tarihinde hem her yerde, hem her zaman var olabilme özelliğine sahip ender faaliyetlerden biri de müzik. (ubiquity- antiquity) Bilinen hiçbir insan topluluğu müziksiz var olmamış. Gidilebilen en eski kazılarda, 50,000 yıl önce… Kemiklerden yapılmış flütler vardır, dilden önce müziğin izine rastlanır. Herhangi bir toplanma nedeni, ava gidiş, avdan dönüş, sonrasında düğünler, cenazeler, mezuniyetler, stadyumlar, dualar, romantik bir akşam yemeği, uykuya yatırılan bebekler, ders çalışmaya eşlikler, filmler… müzik hep fonda. Müziksiz bir insanlık nerede olurdu, ne olurdu? Nasıl fark ederdi?
Bu soruyu küçülterek kendimize çevirecek olursak, hayatımızdaki müzik olmasaydı bu son bir sene nasıl geçerdi? Müzik dinlemediğimiz bir gün oldu mu? Müziği hayatımızdan çıkardığımızda açılan boşluğu ne, nasıl doldurabilirdi? Ve bu sorunun diğer tarafında müzisyenler, müzik yapan insanlar yer alıyor. Onlar ne yapıyor? Müzik yapmamak, yapamamak ne anlama geliyor?
Çoğumuz nehrin bir tarafındayız ve karşı yaka sanki çok ötede! Oysa değil! Her ne kadar dinleyiciler olarak karşı kıyının özneleri olmasak da, karşı kıyıda ne olup bittiği aslında bizi çok ilgilendiriyor.
Bu iki programı müziğe atfetmek istiyorum. Bu akşam, şarkı aralarında müzik bizi nasıl etkiliyor sorusuna karşılık, tarih boyunca zamanın ruhuyla ve aklıyla şekillenmiş farklı yanıtları paylaşacağım. Önümüzdeki programda da, nehrin karşı yakasına bir ziyaret yapalım. Müzisyenler yakasına. Bu zor zamanlarda müzik nasıl yaşar sorusuna yanıtları birlikte arayalım.
Bir şarkı arasından sonra devam edelim.
18.yüzyıl İtalyan bestecisi Scarlatti’nin bir eserinin yorumunu Hollandalı soprano Nora Fischer yapıyor. “O Cessate di Piagarmi”
Şimdi müzikle aramızdaki ilişki üzerine yazılmış, çizilmiş ve etkisi bugünlere kadar gelen düşünce geleneklerine doğru hızlandırılmış bir zaman turu yapalım mı? Bu zaman turunun bizi ilk olarak Antik Yunan’a götürecek ve Pithagoras’la buluşturacak.
İlk kez Pithagoras (İÖ 570- 480), sayıyı evrenin ve bilginin temel elementi olarak görmüş, müzik içindeki matematiği oranlarıyla tanımlamış, buna bağlı olarak da tüm evreni müzikal bir armoni içinde algılama geleneğinin çerçevesini çizmiştir. Ancak, burada doğunun etkisini göz ardı etmemek gerekir. Pithagoras’ın Mısır’a birkaç kez seyahat ettiği bilinir. Mısır üzerinde ise MÖ 1500 yıllardan bu yana, dünyanın bilinen en eski müziklerinden biri olan Çin müziğinin etkisi vardır. Müzik, Çin uygarlığında tıpkı Antik Yunan’da adı geçeceği gibi, yer ve gök arasındaki uyumu ifade eder. Konfüçyüs (MÖ 551-479), müziğin özellikle insan duyguları üzerindeki etkisi nedeniyle halkın eğitimi ve ahlaklı bireyler yetiştirmedeki önemine vurgu yapmıştır.
Pithagoras evrenin (macrokozmos) kürelerinin müziğini dinliyordu. Gezegenlerin dönmelerinden doğan sesin uyumlu olduğunu, bütün evrene, dörtlü, beşli ve oktavın hükmettiğini savunuyordu. Sözünü ettiği, müzikal diziyi oluşturan dörtlü, beşli ve oktav aralıklarıydı. Evren yani makrokozmostaki bu uyumun insanda yani mikrokozmosta da olması gerektiğini düşünüyordu. Bu uyumun kaynağında ise sayılar olduğuna inanıyorlardı. Böylece matematik ve müzik arasında bağlantıyı kurmuştu. Pithagoras’ın müzikle matematiği ilintilendirmesiyle başladığı Antik Yunan’dan Rönesans’a kadar geçecek süre içinde, müzik, bugünkü algımızdan farklı olarak, hesaplamalarla ilginenen dört ana bilim dalından (quadrivium) (aritmetik, müzik, geometri, astronomi) biri olarak görülecektir.
Pithagoras’dan bir 100 yıl sonra, sonra, Platon ile karşılaşırız. Platon’un (İÖ. 429-347) Devlet’te ele aldığı haliyle, müzik, doğanın sırlarını açığa çıkarma ve insan karakterlerine ve toplumun kendisine çok güçlü etkide bulunabilme özelliğine sahiptir. İnsanın arzularına, tutkularına hitap edebilme ve aklı devre dışı bırakabilme gücü o denli güçlüdür ki, gereğinde sansürlenmelidir. İdeal ve mutlu bir toplum için yönetici konumda olan Kralın bir filozof olarak yetişmesi, eğitiminde de matematik ve diyalektiğin yanı sıra ruhsal gelişimi için müzik olmalıdır.
Aristo (İÖ 384-322) da Politics VIII. Kitabı’nda, müziğin coşturucu ve sakinleştirici etkisini, etik değer oluşturma veya aklı stimüle edebilme gücünü teslim ederken, müzik eğitiminin zamana, yere, amaca, yaşa bağlı göreceli koşullarının da altını çizer.
Antik Yunan’da müzik algısını bu kadarıyla bırakalım çünkü Antik Yunan’ın müzik algısı, MS 6. yüzyılda Boethius’un tüm bu görüşleri derlediği bir kitabın da yardımıyla, Rönesans’a kadar başvuru kaynağı olacaktır. Boethius’un çalışmasının ilk cümlesi onun felsefesinin tezi olarak kabul edilebilir: “Müzik insan doğasının bir parçasıdır; karakterimizi yüceltmeye de, bozmaya da kadirdir.” Şimdi bir zaman sıçraması yapıp 17. yy. Descartes Avrupa’sına gideceğiz. Müzik yardımıyla sıçrayalım! Dönemin İtalyan bestecisi Stefano Landi eseri “Augellin”i yine Nora Fischer yorumuylayız
Genel olarak, 16. ve 17. yüzyılın yoğun bir entelektüel faaliyet dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Rasyonel düşünce, deney ve sistemli düşünce üzerinde şekillenen ve çok hızlı gelişen ’bilimsel devrim’, müzik teorisi dahil bilginin her alanına etki etmiştir. Her şeyden önemlisi, müzik Antik Çağda olduğu gibi dört ana bilimden biri değil, yeni doğmakta olan ‘Güzel Sanatlar’dan bir tanesi olarak yerini almaktadır. Dinleme faaliyeti, kilise ve saraylardan, konser salonlarına doğru yer değiştirmektedir. Diğer taraftan, enstrümantal müzik de vokal müziğin gölgesinden sıyrılarak kendi içinde bir dile sahip olmaya doğru yol alır.
Descartes, modern felsefenin üzerindeki kurucu etkisinden daha az olmayan ve birkaç yüzyıl sürecek bir etkiyi müzik üzerinde de var kılmıştır. Compendium Musicae (1618) adlı kitabı ile ses ve müziğe matematik ve mekanik üzerinden bakar. Geliştirdiği kuram 18. yy. boyunca referans alınacak bir kaynak olur. Buna göre, armoni ve içindeki ses titreşimlerinin birbirleriyle olan matematiksel ilişkisi ölçülebilirdir. Melodi ise sadece armoninin bir açılımıdır.
Descartes’ın etkili olduğu ikinci yön de tutkular üzerinedir. Les Passions de L’âme (1649) kitabında, tutkuları, anlayabilmek amacıyla klinik ortamda incelemeye tabi tutar. Tutkuların etkisinin zihinsel ancak kaynağının bedensel olduğu, hatta vücutta dolaşan ‘hayvan ruhu’ (animal spirit) kaynaklı olduğu görüşüne sahip çıkar. Descartes buradan yola çıkarak, farklı tutkuların ortaya çıkışı ile ilgili ayrıntılı bir mekanistik açıklama önerir: Her bir tutku, bir ya da birkaç ‘ilkel’ tutkunun bileşimi olarak ifade bulur. Altı ilkel tutku vardır: hayranlık, aşk, nefret, arzu, mutluluk, üzüntü. Descartes’in tutkularla ilgili yaptığı sınıflandırma, bu doktrinin zamanın rasyonalite talebiyle giydiği giysiye yeni şeklini verir. Müzikte, tutkular (her eser bir tutkuyu ele alacak şekilde) duyulabilir müzikal kalıplarla temsil edilebilir. “Örneğin, mutluluk, ruhun genişlemesidir ve en iyi açık ve genişleyen nota dizeleriyle (scales) ifade edilebilir.”26
Şimdi size 16. yüzyıl ama dünyanın bir başka coğrafyasından, bizim topraklarımızda yetişmiş halk ozanı Pir Sultan Abdal’ın bir türküsünü Birkan Nasuhoğlu’nun yeni çıkmış ve çok güzel yorumuyla dinletmek istiyorum. Dostum Dostum
Bir sıçrayış daha yaparak 18. yy. da dönemin Bilim, Sanat ve Uzmanlıklar Ansiklopedi’nin sayfalarını karıştırırsak, müziğin güzel sanatlar içindeki konumuyla karşılaşırız. Kitabın girişinde yer alan bir gravürde, müzik diğer ‘mimetik’ (taklitçi) sanatlar- Resim, Heykel ve Mimari- ile birlikte yalnız onlardan hafifçe geride ve çekingen bir tavırla oturmaktadır. Aslında diğer yanında Epik Şiir olması, ona benzerliğe işaret eder. Yine de ait olduğu yer mimetik sanatlardır. Ressamın doğanın form ve renklerini taklit etmesi gibi, müzisyen de tutkuları, onları temsil eden sesler ve kalıplarla taklit edecektir. Mimetik olmayan hiçbir sanatın izleyicisi yoktur. Dönemin müzikle ilgili görüşlerini özetleyen d’Alembert ’e göre, eğer müziğin temsil ettiği bir şey yoksa o zaman gürültüdür.
Dönemin ansiklopedisine, d’Alembert ile birlikte katkıda bulunan DenisDiderot (1713-1784) ve Jean-JacquesRousseau (1712-1778), bu görüşlerin çoğunu paylaşsalar da, öne sürdükleri fikirlerle temelde katı Kartezyen rasyonaliteye karşı çıkarlar. Diderot, müziğin taklit etme özelliğinin yanında olsa da, güzelin kaynağının, sanatçının güzeli kavrayış biçiminin olduğunu öne sürer. Rousseau da, melodinin armoniye göre öncelikli olduğunu düşünür.
Sonuç olarak, 19. yüzyıla geçerken ve yüzyıl boyunca, mimesisten daha fazla dışavurum konuşulacaktır. Diğer taraftan, enstrümantal müziğin ruhsal dinamikleri de tetikleme kapasitesi kabul görecek, bu da müzik estetiğinde rasyonalizmden romantizme geçişi simgeleyecek ve böylece müziğin konuşulamaz, ‘dile getirilemez’ (ineffable) olmakla ilişkisi kurulmaya başlayacaktır30.
Alman idealisti Schopenhauer,müziğin görünen dünyayı, belli bir neşeyi, ya da hüznü, şu ya da bu tutkuyu dile getirdiği söylenemez. Müziğin dile getirdiği şey, dünyanın en iç özü ve en derin bilgeliğidir. Müzik, yaşamın veya nesnelerin örneklerini değil, dolaysız olarak özlerini temsil eder. Müzik bunları kendisinin de kavrayamadığı bir dille anlatır. İnsan ruhunu daha dolaysız ve daha derin biçimde etkileyebilen başka bir sanat yoktur. Çünkü hiçbir sanat, dünyanın gerçek özünü müzik gibi derin ve dolaysız bir biçimde anlatamaz. Güzel ve yüce melodiler duymak ruhu yıkamak gibidir; insanı bütün çirkinliklerden ve bayağılıklardan arındırır.
Bir başka sıçramayla 1900’lere geldiğimizde, estetik odak, yerini felsefe ve bilimin birbirinin içine geçtiği bir zaman getiriyor. Psikoloji de gelişmekte olan bilimler arasında. 1980’lerden sonra, müzikle aramızdaki ilişkiyi anlamaya çalışan Dışavurum kuramları çok ilginç.
Levinson’a göre, herhangi bir duyguyu ifade eden bir müziği dinlediğimiz zaman, dinleyici açısından, ‘duyduğumuz’ ya da ‘hayal ettiğimiz’ bir persona, yani duygunun ‘sahibi’ vardır. Böylece, sadece bir dizi şarkı sözü ve müzik ile değil, bu yapı içindeki öznenin içinde olan bitenle de ilişki kurarız. “Dinlediğimiz müzikte “persona”yı duyduğumuzda, aslında onun bir amaca doğru arayışını ya da çabasını, bir şeyleri arzulamasını ya da reddetmesini, geçmişteki bir şeyi nostaljiyle ya da acıyla hatırlamasını duyarız.”
Bu görüşe bir açılım Robinson’dan gelir: “Müzikteki dışavurumsal nitelikler, uyandırdıkları duygular içinden dinleyenin yakaladığı niteliklerdir”. Robinson, yapıtta ifade edilen duygunun, yakalanılan duyguyla aynı olduğunu iddia etmez. Bu konuda algılayanın kendi etkileşimini hesaba katar.
Walton’a göre sanat temsiliyet özelliğiyle, insandaki ‘hayal gücü’ edimini devreye sokar. İzleyen, okuyan ya da dinleyen kişi, parçalarını alımladığı eserin bütününü kendi içinde hayal gücüyle oluşturmaya devam eder. Bu hikayeler veya tablolarla karşısında aktif olan hayal gücünden çok daha farklı bir durumdur. Bir öyküde, okuyucu duygusunu dışa vuran kahramanla özdeşleşirken, müzikte özdeşleştiği ne kahraman, ne de öykünün kendisidir52. Müzikte kurulan ‘özdeşlik’, hayal gücünde işlemekte olan duygunun kendisini deneyimlemektir.
Walton’un dan son bir alıntıyı yaparken fona bir müzik ekleyeceğim. Bu unutulmaz “Esaretin Bedeli” filminin içinde, tutukluların cezaevi bahçesinde, beklenmedik bir anda çalmaya başlayan müziği duyunca, yaptıkları her şeyi bıraktığı ve o müzikle birlikte o cezaevi duvarlarının ötesine çok ötesine, tamamen özgür bir yere gittiği dakikalar. Mozart’ın “Figaro’nun Düğünü”nden bir düet ile…
Walton’la devam ediyorum… Walton’a göre, müzikle birlikte gelen, müziğin kendisi ve duygu olmak üzere iki deneyim vardır. Duygu, o ortamda aynı duyguyu yaşayan başkasının/başkalarının da olduğu görüşü ile birlikte gider. Burada, deneyimimiz dışarıya doğru yönelmiştir, ya da dinlediğimiz müziğe, kendi duygularımız bulaşmıştır. Dışavuruma doğru uzanmış olmak (extending) çok açıktır.
Müzikle aramızdaki o dile getirilemez ilişkinin anlama çabalarını tarih içindeki dönüşümlerini özetlemeye çalıştım. Kişisel olarak en etkilendiğim tarafının şu son sözlerde, müziğin kendimizden dışarı bir başka ifade haline doğru uzanmak olduğunu ve bunun da bir diğerini anlamak, kendimizi anlatmak, o müzik bulutunda bir araya gelebilmek olması. Bunun da paha biçilmez güzellikte, ruhsal bir egzersiz ve iyileşme anlamına geldiği. Aslında bu yüzden Sahibine Şarkılar programı var. Ve yine bu yüzden bu yayın döneminde de Şarkılara Mektuplar projemiz bize yazılan mektuplardan şarkılar yapmaya devam edecek. Bize [email protected] / [email protected] e-posta adreslerinden, yapılmış şarkılara yazılmış tüm mektuplara ise, letterstosongs.com adresinden ulaşmanız mümkün. Bir sonraki buluşmamıza dek lütfen kendinize iyi bakın, hep müzikle kalın!
Kaynak:
Bilgi Üniversitesi / Felsefe ve Toplumsal Düşünce Bölümü Yüksek Lisans tezi / “Müzikal Tekillik” (Banu Kanıbelli)