Ekonomi Politik’te Ali Bilge, gündeme yönelik yorumlarını paylaştı.
(19 Nisan 2021 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)
Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!
Ali Bilge: Merhaba, günaydın, iyi haftalar herkese!
Özdeş Özbay: Günaydın!
AB: Günaydın!
ÖM: Bir haftalık bir aradan sonra döndük, kıyamet haberleri kıyamet gibi çok ama ne yapalım. Mücadele haberleri de ona karşılık devam ediyor onlarla karışık. Sizin gündeminiz nasıl?
AB: Çok yoğun bir 2 hafta geçti, birbirine eklemleşen ve vahamet kesp eden meseleler zinciri halinde devam ediyoruz. Ancak programa Ahmet Altan’a “merhaba” diyerek başlayalım öncelikle.
ÖM: Günaydın diyelim evet.
AB: Programlarda sık sık Türkiye’nin içinde bulunduğu hürriyetsizliklere örnek verdiğimiz, -hürriyetsizlik örnekleri o kadar çok ki saymakta zorlanıyoruz- 3 isimden birisi Ahmet Altan. Ahmet Altan ve tüm hürriyetsizlere= “merhaba” diyelim. Tabii bu merhaba ihtiyatlı bir “merhaba”, yaşadığımız gelgitleri göz önünde bulundurarak merhaba. Hukuksuzluğun ve hürriyetsizliğin zirvelere ulaştığı bu dönemde karar verici süreçlerin nasıl işlediğini bildiğimizi belirterek “merhaba” diyoruz.
Kıbrıs’ta yaşananlarla programa başlayalım istiyorum, sonra kaybolan 128 milyar dolar meselesi var zaten bizim kaç yıldır üstünde durduğumuz bir konu. Halkbank davasında da gelişmeler oldu birlikte olamadığımız sürede. Başka konular da var ama vaktimizin yettiği ölçüde bunlara değinelim istiyorum. Ne dersiniz?
ÖM: Evet gayet iyi olur.
AB: KKTC 1983 yılında kuruldu, T.C. dışında da tanıyan olmadı, iki devlet tek millet dediğimiz Azerbaycan’ da tanımadı, bir ara sanırım Pakistan tanıdı. Son durumunu bilmiyorum açıkçası, sanki onlar da tanımaktan vazgeçmişlerdi. 1983’den bu yana geçen süre 38 yıl, ilk 19 yılı, yani 2002’ye kadar Kıbrıs politikasının sivil inisiyatiften ziyade asker ve askeri vesayet rejiminin belirlediği yıllar olarak geçtiğini görüyoruz. Kıbrıs için geliştirilen politikaların askeri vesayet rejiminin baskın unsuru olan genelkurmay tarafından belirlendiğine şahit olduk. Siviller buna iştirak ettiler çoğunlukla. Geçen 38 yılın, ikinci 19 yılında ise, Kıbrıs politikası AKP’nin ağırlığını koyduğu, belirlediği yıllar olarak şekillendi. Dolayısıyla, son 19 yılda aşama aşama Türkiye’de ne tür gelişmeler yaşadıysak, KKTC ‘de de benzer gelişmelerin, paralel gelişmelerin yaşandığına şahit olduk. KKTC Türkiye’de iktidarda olan güce göre tanımlanmaya başladı.
Sürekli olarak KKTC yavru vatandır. Ortaokul yıllarındaydım 74 harekâtı oldu, 47 yıl geçmiş üstünden, ondan bu yana Kıbrıs hep yavru vatan. Yavru vatan geçen 47 yılda bir türlü büyüyemedi, hep yavru vatan olarak kaldı. Hem askeri vesayet dönemimde hem de AKP rejiminde “yavru vatanı” tanıyan da olmadı. Vatan ekleri pek çeşitlidir, şimdilerde “mavi vatan” var değil mi? Peki, Suriye’de bulunduğumuz bölgeleri, Afrin, İdlib, onları nasıl açıklamamız lazım, kontrol ettiğimiz bu bölgeler, nasıl bir vatan oluyor, nasıl bir renkle tanımlayabiliriz? Kaçak vatan mı diyeceğiz oralara? Eski vatandı, yeni vatan mı oldu diyeceğiz? Anavatan, yavru vatan, mavi vatan, ecdat vatan vb., vatan çok kullanılır. Yavru vatan KKTC, üzerinden geliştirilen başka tanımlar ve semboller çoktur.
ÖM: Ben bir ufak ilavede bulunayım. Vikipedi’den baktım, KKTC’yi tanıyan hiçbir ülke yok, defacto olarak fiili devlet olarak hiçbir devlet tanımamış. “Sadece Türkiye tarafından tanınıyor, diğer ülkeler ve BM tarafından tanınmamaktadır” diye geçiyor cümle Vikipedi’de.
AB: KKTC de yaşanan son olay, yani KKTC Anayasa mahkemesinin din görevlileri ve kuran kursları ile ilgili aldığı karar, aslında iki dini meslek grubunun devlet kadrosu savaşı nedeniyle mahkemeye intikal eden bir olay. Eğitimli din görevlilerine karşı, eğitimsiz ya da ilkokul eğitiminden geçmiş ama hafızlık kursunu tamamlamış olanlar diyor ki “bizimde imam olmamız lazım”. Böylesine bir durum hukuka intikal ettiriliyor. Sonuçta KKTC anayasa mahkemesi karar veriyor, mesele bundan ibaret. İki farklı din görevlisi grubun ve sendikalarının arasında bir çatışma yaşanıyor. Buda yargıya intikal ediyor, hafız kursundan geçenler imam sayılsın mı sayılmasın mı gibi, kadroya alınsın mı alınmasın mı gibi bir hikâye.
Ama farkındaysanız ana vatan Türkiye’deki otokratik yönetim, kendisinin belirlediği yavru otokratiği hemen tetikledi. KKTC de son yönetim, bir evvelki Cumhurbaşkanı Akıncı ile şiddetli anlaşmazlığa düşen ana vatanın bastırmasıyla, Türkiye’deki iktidarın istediği şekilde dizayn edildi. Bu gelişmeler sonrasında adeta müstemleke pozisyonda talimatlar yağdırıldı. Üstelik kızgın ana vatanın meselenin ne olduğunu da bilmediği ortaya çıktı.
Böylesi bir şiddetli çıkış aklıma şunu getirdi, paylaşmak istiyorum. Şimdi çok sıkışmış bir otokratik iktidar var Türkiye’de, mucizeler arıyor sürekli, işte Kanal İstanbul mucizesi arıyor, doğalgaz mucizesi arıyor, aya gitme mucizesi, yerli otomobil mucizesi arıyor. Mucizeler ve gerilimler isteniyor. Geçen haftalarda olduğu gibi ‘emekli amiraller darbe yapacak’ gerilimi yaşatılıyor. Mucizeler ve gerilimler hız kesmiyor bir türlü, sürekli mucize ve gerilim edebiyatı devreye sokuluyor. Milliyetçilik gerilimleri ve ülkenin sıkıntıdan çıkışı için mucizeler. Suriye, Libya, Ermenistan- Karabağ zaferleri, mavi vatan sınırları çiziliyor, kahramanlık öyküleri sıralanıyor. Şimdi; gerilim, milliyetçilik, sınırların ötesinde var olma, genişleme ve kahramanlık zinciri Kıbrıs üzerinden devam edebilir. Sorum şu:
Türkiye Kıbrıs’ı ilhak edebilir mi? 81 il var değil mi? 82. Kıbrıs olabilir mi? Aslında fiilen de durum böyle, pekâlâ oraya bir vali atayabilirsiniz. “Kırım nasıl Rusya tarafından ilhak edildiyse ‘dostum Putin’de böyle yaptı, ben de Türkiye’nin 50 yıldır sürüncemede kalmış yavru vatanını anavatana katabilirim! Kattığım zaman çok işime yarayabilir, ilhakın ülke içinde yaratacağı coşku, milliyetçilik işime çok yarar, zaten çok zor günler içindeyim, eriyorum, 128 milyar doların hesabını veremiyorum, ekonomik iflasın içindeyim, Covid’le mücadeleyi de yönetemiyorum. Bu şekilde Türkiye’nin sınırlarını Lozan ve Hatay’dan sonra genişletmiş olurum. Bu da bana yazar. Aynı zamanda doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge ve kıta sahanlığı gibi hususlarda elim daha da güçlenir.”
İktidarın bu tür hamleleri aklından kuvvetli bir şekilde geçirdiğini okuyoruz, anlıyoruz. Peki ama bunu göze alabilir mi? Hiç büyüyemeyen, hiç büyütmediğimiz yavru vatanı ilhakı göze alabilir mi?
Türkiye, 1974 harekâtı sonrasında orada bulunan nüfusu önemli ölçüde değiştirdi, idari ve kültürel olarak asimile etti, nüfus kompozisyonu Anadolu’dan gelenlerle değişmiş durumda. Esas sahiplerinin hayat anlayışına, laiklik anlayışına zıt bir şekilde yapılanmalar oldu. KKTC tam anlamıyla bir arka bahçe, eski dönemlerde bir suç yeriydi, kara para ve diğer kirli operasyonların olduğu bir arka bahçeydi. Susurluk -derin devlet ilişkilerinde, mafya devlet ilişkilerinin ortaya döküldüğü dönemde bunları gördük. Kıbrıs kara para aklama, kumar cenneti ve tasvip edilmeyen uygulamaların olduğu bir bölge oldu.
İktidarın KKTC ‘ye ilişkin, ilhaka ilişkin bir projesi mutlaka var ama bunu göze alıp almayacağı önemli, bugüne kadar olmaz denilen çok şeyi de göze alabilen bir iktidar olması nedeniyle, son yaşadığımız olayların böyle bir sonucu olabilir diye düşünmeden edemedim doğrusu. İlhak mavi vatan projesinin bir parçası olabilir. Bu bağlamda da belirli askeri çevrelerin, Avrasya gruplarının desteği alınabilir. Sonuçları ve bedeli yüksek olabilecek bir karar, dünyada ve bölgede ki güç dengeleri nedeniyle göze alınabilir mi? İlhak kararının çok geniş ve katmanlı yaptırımlara neden olacağı muhakkak. İlhakı düşünenler olduğu seziliyor, çok basit bir davanın üzerine bu kadar had bildirme, dayak gösterme ve tehdit olmazdı diye düşünmeden edemiyorum. Yani bütün bunların sonucu.
ÖM: Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan da “bu KKTC anayasa mahkemesinin kararı kabul edilemez” diyor.
AB: Erdoğan’a anlatmamış danışmanları ve bürokratları; “neden böyle bir dava açıldı? Davanın sonuçlanması ne anlama geliyor?” diye. Orada bir din işleri başkanlığı var, orada da bir eğitim bakanlığı var, dava bunlar arasındaki yetki ve kadro meselesi. Bir kısım din görevlisi “biz de eğitimliyiz hafız kursundan geçtik ve imam olmak istiyoruz” diyor, bir grup ve bunun için bir dava açıyor. Mesele bundan ibaret. Ama koparılan fırtına aslında uzun yıllardır çözümsüzlük içerisinde kalan bölgenin geleceğinin uluslararası bağlamından koparılarak AKP iktidarı tarafından belirlenmeye çalışılmasıdır.
ÖÖ: Tabii Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aslında söylemi sanki İstanbul Belediyesi’nin bir uygulamasına itiraz eder gibi…
AB: Evet bir valiye emir verir gibi…
ÖÖ: “Orada yavrularımızın kuran eğitim konusunda engel teşkil etmesine müsaade etmeyiz!” diyor mesela yani müdahalede bulunacağına söylüyor, çok ilginç!
ÖM: Bağımsız bir devletten bahsediyoruz!
AB: KKTC’yi kendisi tanımıyor, aslında tanıyan tek devlet de tanımadığını söylüyor ve iç işlerine müdahale ediyor.
ÖM: Evet, tanıyan tek devlet de tanımadığını söylüyor, çok doğru bence! Peki Kıbrıs meselesi şimdilik böyle.
AB: Önümüzdeki dönemde yeni bir milliyetçilik dalgası kabartılmak isteniyorsa bu ilhak projesi iyi gelir, kafalarına uygun bir projedir, göze almak ayrı bir husus, Türkiye’de bugünkü liderlik çerçevesi için uygun olduğunu söyleyelim, buna da hazırlıklı olalım diyelim.
Haftalardır ‘otokrasinin çaresizliği’ devam ediyor diyoruz, örnek mi? 1 ayı buldu neredeyse kabine ve hükümet bakan değişimi gerçekleşemedi. İktidar emekli askerler bildirisinden de istediğini elde edemedi ama gözüm üstünde çizgisini de devam ettiriyor. Ekonomide açmazlar içerisinde kıvranıyor. 128 milyar doları açıklayamıyor.
Merkez Bankasının eriyen 128 milyar dolarlık rezervler meselesinin muhalefet tarafından birleşik bir şekilde gündeme getirmesi bana 1991 seçimlerini hatırlattı. Süleyman Demirel muhalefetteydi, 12 Eylül’den sonraki ikinci çıkışını yapmaya çalışıyordu. 1987 yılında yasaklar kaldırıldıktan sonra partisinin başına geçti. 91 seçimlerinde sürekli olarak yolsuzluk dosyalarını gündeme getirdi. Yunanistan’da yaşanan ve hükümet düşüren Kostakos yolsuzluk dosyalarından mülhem seçim kampanyasında Türkiye’deki yolsuzluk skandallarını, “Kostakos dosyaları” diye çok güçlü bir şekilde gündeme getirmişti, sürekli Anavatan iktidarları ve Özal döneminde ki yolsuzluk dosyalarını vurguluyordu. Demirel yolsuzluk meselelerini gündeme getirmesinin karşılığını aldı, seçimlerde birinci parti olarak çıktı. Yolsuzluk dosyaları iktidarları çok yıpratır. Türkiye’de muhalefetin son dönemde birleşerek gündeme getirdiği 128 milyar dolar nerede kampanyası, karşılık bulan bir kampanya, AKP duvarından da tuğla çeken bir kampanya.
2018 Mayıs’ında Londra bankerleriyle dönemin Merkez Bankası Başkanı ve Erdoğan’ın birlikte olduğu toplantıdan bu yana “ülkenin başkanı benim, kararları ben veririm, faizi de ben belirlerim, merkez bankasını da ben belirlerim” dediği toplantıdan sonra, 4 merkez bankası başkanı değişti, bu toplantıdan sonra “Merkez Bankası sarayın bankası oldu” demiştim Nitekim oradan bugüne gelirken neler neler yaşadık?
Kötü duruma düşen Merkez bankaları, bankalar için bir sıralama vardır, -ülkelere de teşmil edebiliriz- önce teknik olarak kötü yönetim, bunda bir masumiyet vardır, yapamadı kötü yönetti diyebiliriz. Teknik kötü yönetimden sonra “kozmik ve kozmetik yönetimler” gelir, makyajlamalar, örtmeler, saklamalar gelir, şeffaflık kaybolur, peki sonraki aşama nedir? Üçüncü aşama “hileli yönetime” başvurursunuz, en sonuncu aşama “çaresizlik” içinde yönetim! Hileli yönetimden sonra “çaresizlik “içinde yönetim. Merkez Bankası bu evrelerden geçti “hile ve çaresizlik” içinde kıvranıyor.
Aşamaları tekrar edelim: Önce teknik kötü yönetim, sonra kozmik yönetim, daha sonra hileli yönetim, en sonunda çaresizlik içinde yönetim. Ülkenin ve Merkez Bankası’nın resmi budur!
Olayımızda önce Merkez Bankası ve ekonomi yönetiminde döviz kurunu ve faizi baskılamak üzere bir oyun planı yapılıyor. İrrasyonel ve şeffaf olmayan bir oyun planı. Merkez Bankası yönergelerine, çalışma prensiplerine uygun olmayan, üstelik dalgalı kurda hiç olmayacak şekilde bir oyun. Hazine devrede yer alıyor, kamuoyuna ilan edilmeyen bir protokol yapılıyor Hazine ile, Hazine kamu bankalarına döviz veriyor, kamu bankaları da hem döviz kurunu hem de faizi düşük tutmak için yerli ve yabancı banka ve şirketlere döviz satış prosedürü uyguluyor. Bu şekilde rezervler eritiliyor.
Peki niçin yapılıyor bu oyun planı? Amaç döviz kurunu ve faizi düşük tutmak. Döviz kuru ve faizin piyasa koşullarında değil de, sarayın isteğine göre düşük tutulmasından murat edilen iktisadi büyüme sağlamak, yapay bir şekilde kredi piyasası genişleyecek ve ekonomik büyüme yaratacaksınız. İşte insanlar krediler alacaklar, ev araba mobilya alacaklar, borçlarını borçla ödeyecekler bu şekilde memnun olacaklar, memnun vatandaşlarda iktidarınızın sürmesini sağlayacak! Arka arkaya gelen seçimler bu şekilde iktidarın başarısıyla atlatılacak!
Bu oyun bir süre sonra fark edildi, süreci izleyen iktisatçılardan, yerli ve yabancı piyasa aktörlerinden fark edenler oldu. Döviz rezervleri düşmeye devam ediyor, bir taraftan da kur baskılanıyor, faiz baskılanıyor. Nitekim bir saatten sonra bu patlak verdi, 2020 Kasım’ında Berat Albayrak’ın bakanlığı bırakmasıyla sonuçlandı. Yeni bir kadro yenilenmesi gündeme geldi. Yeni kadronun ömrü de kısa oldu.
Benim uzun süren iktisat yayıncılığı-dergiciliği geçmişim oldu, hatırladıklarımı paylaşmak istiyorum. 1997’de güney doğu Asya’da kriz çıktı, 1998 yılında da Rusya’da kriz çıktı. Biz o zaman dergi olarak bu tür krizleri anlamaya yönelik paneller düzenlerdik. Rusya krizine ilişkin de bir panel düzenlemiştik. 91 Aralık’ında Gorbaçov iktidarı teslim etti, Sovyetler Birliği çöktü ve Sovyet Cumhuriyet birlikleri dağıldı. Sonrasında Rusya’da çok vahşi bir liberalleşme başladı, eski komünist partisinin ve KGB’nin yöneticileri devlet işletmelerine adeta çöktüler. Muazzam bir kredi bollaşması oldu ve yeni dönemde oligarklar oluşmaya başladı. Vahşi liberalleşme, borçlanma, dışarıdan gelen ciddi kaynaklarla gerçekleşti. Sonuçta 98 krizi patladı. İşte o dönemde, oligarklar dışardan gelen kredileri ceplerine attılar ve bu kredileri, varlıklarını Rusya’dan Batıya transfer etmekte kullandılar. Gerçekleşen sermaye çıkışları sonucunda Rus Rublesi değerini yitirdi, mali sistem güçsüzdü ve çöktü, Rublede süründü, döviz ve faiz aldı başını gitti.
Putin bu gelişmelerin üzerine geldi, bir kısım oligarkları dövdü, bir kısım oligarklara da “benim istediğim gibi çalışacaksınız” dedi. Böyle bir yarı liberal yarı devletçi bir durum oldu. Sovyetler Birliği’nden kalan tesisler vahşi bir şekilde özelleştirildi. Petrol ve gaz şirketleri dahil. Sadece silah şirketleri özelleştirilmedi, buraya dikkatinizi çekerim. Sovyetler Birliği’nden Rusya Federasyonu’na geçiş ve Rusya Federasyonu’nda büyüyen oligarklar paraları aldı götürdü.
Peki bizim olayımızda dövizlere ne oldu? 128 milyar dolara ne oldu? Yani bahsettiğim oyun düzeni içinde kimlere satıldı bu dövizler? Nasıl bir tahsisat oldu ve hangi kurdan işlemler yapıldı? Piyasa fiyatının altında mı? Dövizler olması gereken kur fiyatının altında mı satıldı? Neye kimlere satıldı? Havuz sermayesine mi satıldı? İşte muhalefet ve kamuoyu bunların açıklanmasını istiyor. Rusya’da oligarklar götürdü, bizde havuz sermayesi mi, havuzgarklar mı?
Çok çok önemli, çünkü bir ülkede 128 milyar Doların erimesi dünya çapında bir mali skandaldır. Merkez Bankası, bankacılık sistemi ve ülke açısından. Bu işin politik sorumluları belli, ama teknokratlar da bürokratlar da önemli. Sonuç itibariyle bu operasyonu yürüten kadrolar, Türkiye’nin şu anda eksi 60 milyar dolar döviz rezervleriyle yaşayan bir ülke olmasına neden oldular. Dolayısıyla muhalefetin bu bağlamda sürdürdüğü, sorduğu sorular ve kampanya doğru ve çok etkin oluyor. 128 rakamı yasaklanıyor, afişler tabelalar indirilip yasaklanıyor. Mavi renk yasaklanmıştı 1980 12 Eylül anayasa referandumunda, hatırlar mısınız?
ÖM: Evet, evet mavi, bunu Murat Sabuncu da yazdı T24’teki bir yazısında, renklerin yasaklanmasına aynen sizin de söylediğiniz gibi mavinin yasaklanmasından bugüne geldi ama parti binalarında evet mavi hayır demekti çünkü.
AB: Beyaz evet mavi hayır, zarfta beyazdı, hayır diyenler anlaşılıyordu.
ÖM: Parti binalarında mavi ‘hayır’ demekti çünkü anayasaya 19…
AB: Bende bir tane o mavi pusulasından var, saklamışım.
ÖM: Öyle mi? Hatıra olarak saklamışsınız.
AB: Evet, bir şekilde elime geçmişti, bulmuştum, mavi şarkısı da yasaklanmıştı.
ÖÖ: Yoksa ‘evet’ mi dediniz Ali Bey ‘hayır’ı alıp!
AB: Sonra anlatırım nasıl olduğunu!
ÖM: Evet şimdi dedektif hikayelerine şey yapmayalım. Ben de bir şey söyleyeceğim, partiler CHP, İyi Parti ve HDP partileri, muhalefet partileri kendi binalarına da ‘128 milyar dolar nerede?’ sorusunu soran pankartlar asıyorlar, hatta balonlara bağlayıp havalandıran uçuşa geçtiğini gösteren durumlar da var. Fakat önemli şey, birçok parti binasına baskın yapılıyor ve yasaklanıyor bunların da şeyi, çok ilginç bir şey, soru soran pankartların yasaklanması!
AB: Hatta bir genelge filan da dolaşıyor galiba.
ÖM: Evet bir bakan da şey demiş T.C. Merkez Bankası yeni başkanı Şahap Kavcıoğlu da “ortada kaybolmuş bir varlık yok” diyor ama ekonomi yazarı Barış Soydan da bir diziye başladı “128 milyar Dolar gerçekleri yazı dizisine başlıyoruz” diye yazdı 19 Nisan bugün tarihli T24’te “rezervler hangi platformda satıldı, gizemli protokol yapıldı, nasıl satıldı?” diye başlayan bir şey var. “Nereye gittiğini açıklıyor MB bilançolara bakılarak” diyor.
AB: Bu konuda ilk yayın yapanları da gerçekten kutluyorum, hep bahsediyorum, mali piyasaları ve merkez bankasını çok iyi takip eden Haluk Bürümcekçi ve Kerim Rota ilk yazıları yazdılar, Kerim Rota şimdi siyasette. Barış Soydan ve Uğur Gürses arkadaşlarımız Reuters ve yurt dışı Bloomberg gibi kuruluşlarda çalışan yerli ve yabancı iktisatçılar ilk yayınları yaptılar. Sonra hep birlikte iktisadi dedektiflik yapıldı iktisatçılar, finansçılar didik didik bunları araştırdı. Şu anda partilerin birleştiği bir konu oldu 128 milyar dolar, demokrasi cephesi, “128 milyar nerede?” başlığında kurulmuş durumda. Keşke Gergerlioğlu’nun meclisten çıkarılmasında da birlikte olabilselerdi.
12 Eylül Anayasa oylaması sürecinde, “mavi” ile ilgili olarak Hasan Cemal ayrıntılı yazmıştı kitabında, Cumhuriyet’in başındaydı, “mavi “nedeniyle sıkıyönetim komutanlarının baskılarını, yasaklamaları yazmıştı, mavi demek, maviyi vurgulamak gazetelerde de yasaklanmıştı. Bu tür semboller ve başlıklar üzerinden muhalefeti sürdürmek çok etkindir ve önemlidir. Kostakos dosyaları kampanyasında çok etkindi Süleyman Bey, 1991 hükümetinde bir bakanlık kurdu, devlet bakanlığı yolsuzluk dosyalarına baktı, ama sonra o işlere bakanda bazı işlere bulaştı, onu da not etmek lazım.
Bugün son olarak altını çizmek istediğim husus Halkbank davası, geçen hafta ABD ‘de devam etti. Bu dava, İran’a yönelik ambargonun delinmesine ilişkin bir mali skandalın davasıdır. 21. yüzyılın en hacimli ambargo delme operasyonudur. Halkbank tarafından gerçekleştirilen uluslararası mali-finansal operasyondur. Biliyorsunuz Halkbank bir üst mahkemeye itiraz etmişti “ABD mahkemelerinde devlet yargılanamaz” diyerek itiraz edildi. Üst mahkeme bu itirazı karara bağlayana kadar ana mahkeme durdu. İtirazın olduğu mahkemede dava geçen gün görüldü, 3 Mayıs’ta da mahkeme kararı açıklanacak.
Mahkemede yargıç Halk Bankası’nın ticari faaliyetlerle uğraşıp uğraşmadığını, vergi toplayıp toplamadığı sordu. Yetkililerin devlet memuru olup olmadıkları, ticari kredi verip vermedikleri soruldu. Verilen cevaplar sonucunda Halkbank’ın ticari işlerle uğraşan devlet hisseli bir kuruluş olduğu ortaya kondu. 3 Mayıs’ta üst mahkeme devlet mi, devlet kuruluşu mu, ticari şirket mi olup olmadığına ilişkin kararını açıklayacak, bunun üzerine de esas dava ortaya konan deliller ve dosyalar neticesinde devam edecek.
En son olarak bu konuyu izlemeye çalışan birisi olarak altını çizmek istediğim husus şu; 128 milyarlık döviz satış oyununu gerçekleştiren politik merkezle, Halkbank’ın kullanıldığı ambargo delme operasyonunda politik merkez ve siyasi sorumlular belli, ancak bu işleri gerçekleştiren kadrolarda önemli. Sorum şu: Halkbank davasındaki İran yaptırımlarını delme operasyonunda yer alan kadrolar ile 128 milyar doları eriten kadrolar aynı kadrolar mı? İki, mali skandal var -ayakkabı kutuları, rüşvetleri bir tarafa bırakıyorum- yaptırımları delme operasyonu büyük bir mali skandal, 128 milyar doların erimesi de bir mali skandal, “acaba bu 2 operasyonu aynı kadrolar mı yaptı?” sorusunu sorarak programı kapatalım. Önümüzdeki günlerde umarım aydınlanır, bunu göreceğiz.
ÖM: Çok önemli bir soru, ben de bir cümle vererek bitireyim. Takip edeceğiz biz gelecek programlarda da, sizin de yardımınızla takip edeceğiz ama birinci günün özetinde şey demiş Barış Soydan “rezervler doları yapay bir şekilde düşürmek için kamu bankaları üzerinden piyasa terminalleri aracılığıyla satıldı. Alanlar kuvvetle muhtemel çok bilindik küresel ve yerli bankalardı. Ekonomi yönetiminin umduğu olmadı, Dolar 2020 baharında bir süre 6.85 TL’de kaldıktan sonra yazın patladı. Türkiye Kerim Rota’nın yazdığı gibi -siz de biraz önce söylediniz Ali Bey- ‘ütüldüğüyle’ rezervler de boşaldığıyla kaldı. Yarın devam edeceğiz” diyor. Takip edeceğiz. Peki çok teşekkür ederiz.
AB: Türkiye bu konuyu açıklamadan yoluna edemez. Bu iki konu da çok önemli.
ÖM: Evet, açıkça öyle görünüyor. Çok teşekkürler Ali Bey, görüşmek üzere.
AB: Peki hoşça kalın!
ÖÖ: Görüşmek üzere.