SAHA’nın bağımsız sanat yazarlarına destek vermek için başlattığı SAHA Yazı Dizisi Kültigin Kağan Akbulut’un “Yeni bir sanat medyasına doğru” başlıklı yazısı ile devam ediyor. SAHA’nın yeni websitesi ve sosyal medya kanallarından paylaşılan yazıda Akbulut, dönüşen iletişim ve medya ortamında sanat eleştirisine odaklanıyor.
Sanat eleştirisini ve dönüşümünü Türkiye’de önemli ölçüde tartışıyoruz. Tartışmamız da gerekiyor, çünkü hızla biçim değiştiren iletişim ortamında sanat eleştirisinin rolünün, biçiminin, amacının da sorgulanmaması abes kaçardı. Belki de biz sanat yazarları olarak ne yaptığımızı anlamaya çalışıyoruz. Ancak tartışmaların geneline baktığımızda sanat eleştirisini sanatın içinden tartışıyoruz, sanatın içinden konumlandırmaya çalışıyoruz. Belki de ülkedeki politik, toplumsal, psikolojik ortam ve en önemlisi de medya ortamının dönüşümü üzerinden sanat eleştirisini konuşmamız gerek.
Bu nedenle Nergis Abıyeva’nın SAHA Yazı Dizisi kapsamında hazırladığı “‘Toksik pozitivite’ çağında sanat eleştirisi” yazısı önemli bir tartışmayı açmış oldu. 2000’li yıllardan günümüze gelen süreçteki ‘pozitif olma’ söylemlerinin sanat eleştirisine yansımalarına değinen Abıyeva yazısını “Hayatı sağlıklı bir şekilde yaşayabilmek için acı, mutsuzluk, yas gibi ‘olumsuz’luk taşıyan duygulara da ihtiyacımız olduğu gibi, onaylamayan, daha iyisinin yapılabileceğini söyleyen bir eleştiriye de ihtiyacımız var” diyerek bitirmişti.
Ben de bu yazıda dönüşen iletişim ve medya ortamında sanat eleştirisinin pozisyonuna bakmak istiyorum. Yayıncılığın 100 yıl içinde kurduğu dağıtım modelleri ve ekonomik modeller son 20 yıl içinde nasıl değişti? Dijital dönüşüm öncelikle sanat haberciliği ve sonrasında sanat eleştirisinin rolünü nasıl etkiledi?
1990’larda başlayan ekonomik daralmanın etkisini medyanın bugünkü dönüşümünün başlangıcı olarak ele alabiliriz. Medya sektöründe işten çıkarmaların başladığı, satışların düşmeye ve haber odalarının prekarlaşmaya başladığı bu dönemi neoliberalizmin krizinden ayrı düşünmem de mümkün değil.
En iyi günlerimizdi en kötü günlerimizdi…
Türkiye’de de 90’larda yaşanan özelleşmeyle zenginleşen medyanın 2000’li yıllardan itibaren artık ekonomik gücünü yavaş yavaş kaybettiğini görebiliriz. Her ne kadar yeni televizyon kanalları ve gazeteler 2000’li yıllarda hayatına başlasa da eski şaşalı günleri çoktan geride bırakmıştık. Aynı şekilde 2000’li yıllarda yaşanan politik dönüşüm de medyayı kârlı (ve belki de yenilikçi) bir iş olmaktan çıkarmıştı. Kültür ve sanat medyasının da böyle kriz durumlarında ilk sarsıntıyı yaşayan alan olması şaşırtıcı değil. Zaten kırılgan olan, ‘prestij için’ konan kültür-sanat sayfaları 2008 kriziyle beraber yavaş yavaş gücünü kaybetti.
Bu süreçte tabii daha önemlisi okuyucuların dijitale göçü başladı. Sosyal medyanın da güç kazanmasıyla bilgi alma alışkanlıkları hızla değişti. Çok değil, daha 10-15 yıl öncesinde sinemalarda hangi filmlerin oynadığını, galerilerdeki sergileri görmek için gazetelerdeki listeleri, birkaç televizyondaki kültür-sanat programını takip ederdik. Cuma günleri çıkan film eleştirilerini takip edip Radikal’in, Cumhuriyet’in takvimine bakardık.
Ancak özellikle güncel sanat medyası açısından bakarsak ‘eski güzel günler’ nostaljisine de kapılmaya pek gerek yok. Sinema, edebiyat, müzik gibi alanlardaki gazeteciliğin güncel sanat alanında pek de o kadar güçlü olmadığını görebiliriz. 2000’li yılların sanat yazarlarını bir araya getirmeye çalıştığımızda birkaç değerli isimden öteye geçemiyoruz.
2019 yılı Haziran ayında Gazete Duvar’daki “Sanat eleştirisinde neredeyiz?” başlıklı yazımda platform ihtiyacına değinmiştim. Sanat eleştirisinin eksikliğinden dem vuruyoruz sürekli, ancak eleştirinin hiç olmadığını söylemek de yanlış olur. Meselenin bence en can alıcı ve maalesef en az ilgilenen yönü yazımda bahsettiğim platform eksikliği.
Yazımda ayrıca metin üretiminin halen Türkiye’deki kültürel hayat açısından önemini koruduğunu vurgulamıştım. Bir film hakkında, bir edebiyat ürünü hakkında yapılan tartışmalar halen ilgi çekiyor. “Bu noktada eleştiriyi kendi kabuğundan çıkaracak, başka bilgi biçimleriyle ilişkisini kuracak ve ülkenin kültür gündeminin içinde yer edinecek bir yazın pratiğine ihtiyacımız var. Ve tabi buna alan açacak bağımsız bir platforma da” diyerek yazıma devam etmiştim.
Nasıl bir platform?
Bu durumda nasıl bir platform sorusu ortaya çıkıyor. Bir platform nasıl oluşturulur? Bir platformun bileşenleri nelerdir? Bir platformun ekonomik yapısını nasıl oluşturabiliriz?
Türkiye’de bir, hatta birkaç sanat yayınının sürdürülebilirliğini sağlayacak bir sanat ortamının olduğunu düşünüyorum. Sergi ziyaretçileri, koleksiyonerler, inisiyatifler, galeriler ve sanat kurumlarının sayısına ve ölçeğine baktığımızda okuyucu ve destekleyici bir çevrenin olduğu bir gerçek. Ancak mesele bu kişileri ve kurumları nasıl örgütleyebileceğimizde.
Temelden bir soruyla başlayalım. Bir yayın nedir? Bence bir yayın en başta aidiyettir. Sabah güne başlarken hangi gazeteyi alıp okuduğun ya da merak duyduğun alanı hangi dergiden takip ettiğin bir aidiyet sağlar. Dijital yayıncılıktaki en büyük sorun da sonsuz bilgi ve haber akışı içinde bu aidiyetin nasıl sağlanacağı.
Bir platform nasıl kurulur sorusunu da aidiyet ve bu aidiyetin örgütlenmesi üzerinden kurgulamak gerektiğini düşünüyorum. Hem platformla paydaşları arasında, hem de paydaşların kendisi arasında aidiyet nasıl sağlanabilir? Ve böyle bir platformun hem dağıtım açısından, hem de ekonomik açıdan örgütlenmesi nasıl sağlanabilir?
Türkiye bağlamında düşündüğümüz bu soruların benzerlerinin uluslararası alanda da sorulduğunu not etmek gerek. Türkiye ölçeğindeki ülkelerin sanat yayınlarında da benzer tartışmalar görüyoruz. Ancak aynı şekilde günümüz medyasının öncüsü ABD’de ve İngiltere’de de sanat yayıncılarının benzer sorunlar yaşadığı aşikar.
Kurtarıcı Rus oligarklar veya yeni dijital zenginler, reklam formatlarının dönüşümü ve okuyucu destekleri uluslararası medyanın gündeminde. Yayıncılık anlayışına dair tereddütlerim olsa da ABD merkezli bağımsız sanat yayını Hyperallergic’in son iki yılda ve özellikle pandemi sürecinde geçirdiği dönüşümü önemli buluyorum. Etkili bir reklam ve işbirliği sistemi kuran Hyperallergic son 2 yılda filantropi temelli gelir anlayışına yöneldi. Pandemi sürecinde de okur destekleri modelini duyurdu. Bunun temel sebebi de yayının reklam gelirlerinin düşmesi.
Türkiye gibi yayıncılık ve sanat ekonomisi kırılgan ülkelerde de hibrit ekonomik modellerin geçerli olacağı kanısındayım. Tek bir destekçinin kaynaklarına ya da sadece reklamlara dayanan bir yayıncılık anlayışı sürdürülebilir değil. Okur destekleri de henüz bebek adımlarını atıyor.
Bir diğer mesele olan aidiyete gelirsek… Dijital yayıncılar için okurla etkileşim ya da sektör tabiriyle ‘engagement’ editörlüğü kilit bir araç olarak yayıncıların elinde. Birçok amatör yayıncı etkileşimi profesyonel yayıncılara göre daha kuvvetli yapabiliyor. Belki de bu noktada yayıncıların üzerlerindeki ataleti atıp yeni yollar denemeye girişmesi gerek. E-bülten yayıncılığının yükselişi son iki yıla damga vuran bir trend olarak önümüzde duruyor.
Belki de en büyük sorunumuz atalet. Yaygın tabirlerle, “o iş bizde olmaz”larla yetiştik. Tabii ki Türkiye’den bir New York Times, bir The Guardian çıkaracak halimiz yok. Ya da kendi alanımıza dönersek bir Artforum ya da The Art Newspaper… Çıkarmamıza gerek de yok. Bölgesel düşünmeliyiz, kendi alanımıza, kendi ihtiyaçlarımıza, kendi kitlemize bakmalıyız. Nasıl ki Açık Radyo, Altyazı gibi 20 yıla yaklaşan bağımsız, niş ve etkisi güçlü yayınlara sahipsek bunun güncel sanat alanında nasıl olabileceğini düşünmeliyiz.
Bütün bunları düşünerek 2017 yılında Güncel Sanat Bülteni isimli haftalık bir e-bülten başlatmıştım. Amacım güncel sanata odaklanan, güncel sanatı takip etmek isteyen kişileri kapsamaktı. Önemli bir kitleyi de bir araya getirdiğimizi düşünüyorum. Geçen yıl itibariyle de e bülteni farklı yazarların katkı koyacağı bir platforma dönüştürmenin ilk adımlarını attık. https://argonotlar.com/ bu sorunları ortaya koyarak çözüm amacıyla yola çıktı.
Sanat okuyucularını, sergi ziyaretçilerini, koleksiyonerleri, inisiyatifleri, galerileri ve sanat kurumlarını çıkar çatışmalarına mahal vermeden, evrensel gazetecilik ilkelerini önümüze koyarak nasıl bir araya getirebiliriz? Kolay değil, ancak “o iş olmaz” deyip kenara atacak lüksümüz de yok. Boş ümitlere kapılmaya da gerek yok, ancak sayılar bize yol gösterici olabilir. Yukarıda saydığım okur, ziyaretçi, koleksiyoner, kurum sayıları, yani alanın gücü umutlu olmamız için her şeyi söylüyor.
SAHA Yazı Dizisi kapsamında 2020 yılının konuk yazarı Kültigin Kağan Akbulut tarafından SAHA Derneği desteğiyle yazılmıştır. Şubat 2020
http://www.saha.org.tr/