Son olarak “çıplak arama” iddialarını gündeme getiren HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, temel hak ve özgürlükler savunuculuğu konusunda Ruşen Çakır’ın sorularını cevapladı.
(Ruşen Çakır’ın bu söyleşisi, Medyascope’un internet sitesinden alınmıştır.)
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Konuğumuz HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu. Kendisiyle, son dönemde ortaya çıkan “çıplak arama” iddiaları tartışmasını ve Türkiye’de, bugünkü gibi zor zamanlarda hak savunuculuğunu konuşacağız. Merhaba Ömer Faruk Bey.
Ömer Faruk Gergerlioğlu: Merhaba Ruşen Bey.
Çakır: Ben sizi biliyorum, ama izleyicilerimizden bilmeyenler olabilir. Sizin hak savunuculuğunuz milletvekilliğiyle başlayan bir durum değil. Siz, İslâmî kesimin bir zamanlar çok etkili kuruluşu olan İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği’nde (MAZLUMDER) çalıştınız ve bir dönem de başkanlığını yaptınız. 28 Şubat dönemini de bir hak savunucusu olarak yaşadınız. Aslında mesleğiniz hekimlik. Ama bir anlamda profesyonelleşmiş bir hak savunucusu olduğunuzu da söyleyebiliriz.
Gergerlioğlu: Evet, doğru.
Çakır: 90’lı yıllardan bu yana, Türkiye’de genel olarak çok şey değişti, ama hak savunuculuğu anlamında en temel değişiklikler nedir?
Gergerlioğlu: Türkiye çok zor zamanlardan geçti ve maalesef demokrasiyle, hukukla tanışmadı. Türkiye’nin hikâyesi yeni değil. Uzun yıllardır, anti-demokratik, otoriter bir sistemi oturtmaya çalışan bir sistem var Türkiye’de maalesef. Ve bu sistem, farklı her kesime; Kürtler’e, solculara, Alevîler’e, bir ara başörtülülere, dindarlara büyük acılar yaşattı; bunu tatmayan kalmadı. Bu mücadele hiçbir zaman bitmedi. Türkiye’nin demokratikleşmeye çok ihtiyacı vardı. Ancak, başa gelen iktidarlar bunu vaat etse de, sözlerini yerine getirmediler. Şu anda da AK Parti iktidarı aynı hikâyeyi yaşıyor.
90’lı yıllara gidecek olursak; ben kendimden örnek vereyim: İslâmî bir aileden geliyorum. Rahmetli babam veteriner hekimdi ve hayatı sürgünlerle geçmişti. Çünkü düşüncelerinden, kıldığı namazdan, eşinin başörtüsünden dolayı dışlanıyor ve ötekileştiriliyordu. Kendimi bildim bileli bu haksızlıkları gördüm. Sadece kendim için değil, kendi aileme yapılanları da gördüm. Ama bu arada başkalarına, Kürtler’e, Alevîler’e, sol kesime yapılanları da görüyordum. Herkes bir mücadele içindeydi. Ben de aynı şekilde bu mücadelenin içine girdim. İmam-Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra, Tıp Fakültesi’ne başladım. Bir taraftan da, siyaseti, insan hakları mücadelesini takip ediyordum. Oldukça yoğun bir gündem vardı. Türkiye’de o dönemlerde, din ve vicdan özgürlüğü ve Kürt meselesi Türkiye’nin en önemli meseleleriydi. Zaten her zaman için en önemli gündem konusudur bu. Bu konularla ilgili çok yoğun tartışmalar olurdu ve iktidar, bu iki konuda da geri adım atmak istemezdi. “28 Şubat bin yıl sürecek” dendi, ama sürmemesi gerekiyordu. Verilen mücadeleler sonunda, belki Kürt meselesinde değil ama başörtüsü ve imam-hatipler konusunda bir yere gelindi. Devlet, bu konuda milletin karşısında daha fazla duramadı ve geri adım atmaya başladı. O dönemleri hatırlayın: Meclis’te iki kelime Kürtçe konuştuğunuzda, kafanıza bastırılarak doğrudan içeriye alınırdınız. Bu konuda da çok değişiklik yok şu anda. Merve Kavakçı, başörtüsüyle Meclis’e girdiği zaman kıyamet kopmuştu. Türkiye toplumu, o dönemlerden beri hak mücadelesinin kolektif bir mücadele olması gerektiğini öğrenemedi maalesef.
Çakır: Sizin de söylediğiniz gibi Kürt meselesi hep gündemdeydi ve hak mücadelesinin önemli bir ayağını da bu konu işgal ediyordu. Bir dönem, İslâmî harekete yönelik hak ihlâlleri oluyordu. Şu anda ise biraz farklı bir durumla karşı karşıyayız: Fethullahçılar’ın 15 Temmuz 2016’da yaptığı darbe girişimi sonrasında –Devlet bunu FETÖ olarak tanımlıyor–, bu yapıya yönelik olarak, binlerce insanın kovuşturmaya uğraması, hapse atılması, kimisinin işini ve özgürlüğünü kaybetmesi, kimisinin yurtdışına kaçması, yeni bir durum. Aslında iktidar da iktidarın kovuşturduğu insanlar da “aynı mahalleden” diye tanımlanabilir. Dolayısıyla, işin rengi burada biraz değişiyor. Bir diğer husus da, bir askerî darbe girişiminin altında bu yapının imzasının olması. Bu, işleri daha da zorlaştırıyor herhalde.
Gergerlioğlu: Öyle.Türkiye’de, hak mücadelesi, insan hakları ve demokrasi kavramları toplum tarafından yeterince anlaşılmış değil. Bir insan suçluysa, ona yapılan her türlü haksızlığın bir hak olduğu düşünülüyor. Biz Meclis’te cezaevlerinin ve gözaltı merkezlerinin durumunu, hak ihlâllerini gündeme getirdiğimizde, “Onlar zaten suçlu. Şöyle şöyle suçu varmış. Cezaevine girmiş. Sen niye hâlâ onun hakkını savunuyorsun?” sözleriyle karşılaşıyoruz. Bu, kolektif bir durum. Siyaseti bir kenara bırakalım. Türkiye toplumunda bu durum düzelmedikçe, bir hak mücadelesi olmaz.
Şu anda da, mağdur edilen, suçlanan, cezalandırılan yüz binlerce insan var. Devlet işlemleri acımasızca yapılıyor. Bir dönem, sol ve sağ kesime de aynı acımasız işlemler yapılmıştı; düşüncelerinden dolayı insanlar asılmıştı. Başbakanlar asıldı bu ülkede. Nazım Hikmet’ler, Necip Fazıl’lar cezaevlerinde süründürüldü. Bütün bunlar âdil olmayan yargılamalarla yapılmıştı. Bugün de, OHAL ilanından sonra, devlet, devam eden bu geleneğini yine tekrarlıyor. Darbeciler, suçlular âdil yargılanmalarla cezalandırılsa neyse. Ama insanlar âdil olmayan yargılamalarla çok ağır bir şekilde mağdur edildi. Cezalandırıldıktan sonra da hak ihlâlleri devam etti. Cezaevine atmışsın, suçludur suçsuzdur ayrı konu. Ama hasta olduğunda, o kişiyi ölene kadar içeriden çıkartmama, hamileleri, kadınları, çoluk çocuğuyla içeri tıkma hâdiseleri, yoğun hak ihlâllerini ortaya çıkardı. Veya “Bu benim hasmımdır” diye ona boyun eğdirme taktikleri, Cumhuriyet tarihi boyunca yaşandı. Çıplak aramalar, işkenceler… “Sen benim hasmımsın, senin canına okuyacağım” tavrı hep devam etti. Bundan dolayı da her kesim için iş çığırından çıkmış durumda.
Biz, dün de gücün yanında olunmaması gerektiğini söylüyorduk. Biliyorsunuz, ben MAZLUMDER’de 2003’ten itibaren Kocaeli Şube Başkanlığı yaptım. 2007-2009 tarihleri arasında Genel Başkanlık görevini yürüttüm. O dönemlerde başörtüsü ve Kürt meselesi bizim en önemli iki meselemizdi. Farklı her kesime yapılan ihlâller de bizim için çok önemliydi elbette. Çünkü biz hak ekseninde hareket ediyorduk. Mesela, biz başörtüsü meselesi için koştururken, o günkü adıyla “Cemaat”, başörtüsü konusunu aşmak gerektiğini düşünüyordu ve bizim yanımıza hiç uğramazdı. Ben de onları eleştirirdim. Ama o dönemlerde, şu an mevcut iktidardaki AK Partili siyasetçilerin, bakanların hemen hepsi onların yanındaydı. Çünkü güç oradaydı. Hak eksenli bir bakış açısı yoktu. Herkes güce bakıyordu, gücün yanındaydı. Ben gayet iyi hatırlıyorum: Başörtüsü eylemi yaparken bile, muhafazakârlar yanımıza pek gelmezdi. “Güçlü değilsiniz, ezilirsiniz. Hele bir güçlenelim” derlerdi. Olaya hak ekseni çerçevesinden bakmıyorlardı. Şu anda güç ekseni değişince, dün bir yerlerde olanlar, bugün başka bir yerlere geçmiş. Şimdi kalkmış, dün bulundukları yerlerle bizi suçlamaya çalışıyorlar. Çok trajik bir durum.
Çakır: Sözünüzü kesiyorum ama bir soru soracağım Ömer Bey. Cemaat yapılanması, yakın bir zamana kadar iktidarın ortağıydı; beraber hareket ediyorlardı. Ne isteseler alıyorlardı. Bu yapı, özel olarak devlet içinde örgütlüydü; ama toplumsal olarak da, ekonomide, medyada ve yurtdışında da örgütlüydü. Şimdi bu yapıya yönelik, özellikle darbe girişiminin ardından, çok büyük bir operasyon yapıldı. Sonuç olarak bir kısmı yurtdışına kaçtı, oralarda yaşamaya başladı. Türkiye’de kalanlar ise cezaevinde. Bu insanların hakkını hukukunu savunmak da, sizin gibi birkaç insanın üzerine kalmış durumda. Sizin verdiğiniz örnekte de olduğu gibi, geçmişte de bu yapının kendi içinde bir hak savunuculuğu yoktu. Toplumda o kadar örgütlü olmalarına rağmen, Fethullahçılar’ın bir sivil toplum geçmişi, hak savunuculuğu sicili yok. Hele başkalarının hakkını savunma konusunda hiç yok. Hatta tam tersine, devlet içinde, özellikle Emniyet’te ve Yargı’da güçlü oldukları dönemde, başkalarının hakkını gasp edip, mağdur eden bir yapı var. Ve şimdi kendi hak savunucuları ortada yok. Ama az sayıda birkaç milletvekili, bu yapının hak ve hukuku için mücadele ediyorsunuz — ki en öne çıkan sizsiniz. Bir anlamda siz zor bir durumda kalıyorsunuz.
Gergerlioğlu: Oradaki hikâye çok önemli. Beni, yıllardır bu OHAL, KHK zulmüne karşı mücadele ettiğim, raporlar düzenlediğim, sosyal medyada uğraştığım, Meclis’e taşıdığım, soru önergeleri verdiğim için FETÖ’cülükle suçluyorlar. Ben dünkü Cemaat yapısının içinde olsam, hiç çekinmem söylerim. Ama ben hak savunucusuyum. Kamuoyu yıllardır beni tanır. Kendi web sitemde, son 15 yıldır ne yaptığımı A’dan Z’ye anlatmış bir insanım, gizlim saklım da yok. Kamuoyu beni gayet iyi bilir. O dönemler o yapı içinde olanlar, şimdi kendilerini saklıyorlar. Bugün yaptıkları zalimliklere karşı çıktığımız için, bize eski adlarını takmaya çalışıyorlar. Çok traji-komik bir durum var ortada. Bu iş güç eksenli olduğu için, dün de gücün yanındaydılar, bugün de yanındalar; onlar açısından değişen bir şey yok. Ben, dün de hakkın ve hak mücadelesinin yanındaydım, bugün de öyleyim. Anlayacağınız, her dönem sopa yiyoruz Ruşen Bey. Ben ailemden, babamdan, ağabeylerimden, kendi hayatımdan, yaşadıklarımızdan biliyorum; hayatımız çilelerle, dışlamalarla geçti. Ama hiçbir dönem iktidara ortaklık yapmadım. Hep mağdurun ve mazlumun yanında yer aldım. İnsan hakları terbiyemiz, ahlâkımız bunu gerektirdi. Ama şu anda, iktidarın yaptığı zalimce ve acımasızca işleri görüyorum. Geçen gün Tuncay Özkan’ın Meclis’teki bir konuşmasını dinledim. İnsan hakikaten etkileniyor. Şöyle dedi Tuncay Özkan: “Beni Fethullahçılar içeri attı. Ergenekon davasından tutuklandığımda, Metris Cezaevi’nde çıplak aramaya mâruz kaldım. Bunun hiç kimseye yapılmaması gerektiğini düşündüm. Beni içeri atıp, şu anda o yaşanmayacak yerde yaşayanlar da bunu yaşamasın. Bunlar, insanî değil.” Meclis’te herkes nefesini tutup bu konuşmayı dinledi. Bakın, insanî sözler olursa, kim olursa olsun, kulaklar bu sözü duyarsa, önemlidir. Bu noktaya gelinmesi gerekiyor. Bu kavga dün de vardı, bugün de var. Türkiye’de insan hakları anlayışını oluşturamazsak, yarın da olur. Hiçbirimiz bir şey kazanamayız.
Benim bütün derdim, bütün bu yaşananlardan sonra, herkes, dün Cemaat bugün FETÖ adıyla suçlananlar, dün Ergenekon’la suçlananlar, bugün başka yere gelenler, iktidarla ortaklık yapanlar, insan hakları perspektifini anlayamazlarsa, insan hakları adına yaşanan acılardan bir şey anlayamazlarsa, biz bir yere gidemeyeceğiz.
Çakır: Belki izlemişsinizdir, birkaç gün önce “Fethullahçılar’ın hakkını savunmak” başlığıyla bir yayın yaptım. Sizin gündeme getirdiğiniz “çıplak arama” meselesinin ve her türlü hak ihlâlinin ne kadar hayatî ve önemli bir mesele olduğunu ve bunun kabul edilemez olduğunu söyledim. Tabii ki siyaseten de Fethullahçılık’ın ne kadar güvenilmez bir yapı olduğunu ve başkalarının hakkını hiçbir zaman savunmamış bir yapı olduğunu da söyledim. Fethullahçılar’ın hakkını veya Fethullahçılık’tan yargılanan insanların hakkını savunuyor olmak, bizim, bu yapı hakkındaki eleştirilerimizi ve mesafemizi kaldırmamızı gerektirmiyor. Bu sözlerimden sonra, özellikle yurtdışında yaşayan, nasıl olduysa darbe girişiminden hemen önce kaçmayı başarmış tuzu kuru birçok insan, bana demokratlık ve hak savunuculuğu dersi vermeye kalktılar. Yani, “Sadece savun, başka bir şey söyleme” dayatmasını getiriyorlar. Cezaevinde, soyularak aranan kadının hakkını savunmakla, Pennsylvania’daki Fethullah Gülen’in yaptığı kumpaslarla mücadele etmek, bence aynı çizgi. Bu, sizin de çok karşınıza çıkan bir meseledir. Bir tarafta, Fethullahçılık’ın siyasî faaliyeti var — ki bildiğim kadarıyla buna karşısınız. Diğer tarafta da, Fethullahçılık davalarından yargılanan insanların hakkı ve hukuku var. Burada, her iki tarafın, hem devletin, hem Fethullahçılık örgütlenmesinin baskısı söz konusu.
Gergerlioğlu: Doğru. Bu eleştiriyi muhafazakâr câmiada herkesin yapması lâzım. Ben İslâmî kesimden geliyorum. Süleymancılar, Nurcular, Işıkçılar, hepsinde aynı kafa yapısı vardır: Devlete yaslanmak, kendi hakları çerçevesinde bir bakış açısı oluşturmak, kendi ideolojisi, kendi dinî görüşü çerçevesinde bir yere ulaşmak ve bunları yaparken de hakkaniyetten uzaklaşmak. Sağ muhafazakâr câmia, yıllarca iktidarla kol kola girmiştir. Hak mücadelesinden gelen bir bakış açısı ile değil, “Ne pahasına olursa olsun, benim grubum galip gelsin” bakış açısı. Bu, sağ muhafazakâr geleneğinde var. Bunu Gülen grubu da yaptı ve tabii ki aynı hatalara düştüler. Bana bu gruptan çok özeleştiri geliyor. Mesela insanlar, “Dün biz Kürt meselesini bilmezdik. Ama Kürtler’in uğradığı mağduriyetin aynısına şimdi biz uğruyoruz” demeye başladılar. Ya da, çıplak aramaya dün sesini çıkarmayanlar, bugün sesini çıkarmaya başladı. Bu, bir süreç içerisinde düzelmesi gereken bir durum. Bu süreçte herkesin mutlaka bir özeleştiri yapması lâzım. Mağduriyete uğramak tek başına bir kriter değil. Mağdurken de ânında zalim olabilirsiniz. Zalimlik yaparken de mağdur durumuna düşebilirsiniz.
Çakır: Rumen asıllı Fransız düşünür Emil Cioran’ın “En büyük zalimler kafası kesilmemiş mazlumlardan çıkar” diye bir sözü vardır. Bu sözü Prof. Mustafa Öztürk’ün sosyal medyada linç edilmesi olayını yorumladığım bir yayında kullanmıştım.
Gergerlioğlu: Çok doğru. Türkiye toplumunun bu konuda bir eğitime ihtiyacı var. Ben bu gruptan çok özeleştiri duyuyorum. Derdim de bu özeleştirilerin artması. İnsanların kendisini ıslah etmesi, benmerkezci bakmaması. Kolektif bir insan hakları yükselişini sağlayabilmemiz önemli. Mesele burada. Herkesin bu özeleştiriyi yapması lâzım. Ben Meclis’te zaman zaman AK Partililere de sesleniyorum: “Yarın öbür gün, muhalefete düşersiniz, uğradığınız haksızlıklarda, bugün taşladığınız ben ve benim gibi birkaç kişi sizin yanınızda olur. İnsan haklarının değerini bilin.” Bugün mağdur olanlar, yarın zalim de olabilirler. Ben KHK’lılara şu sözü çok söylüyorum: “Mesele sizin mağduriyetinizin bitmesi değil. Mesele, sizin insan hakları kavramını anlamanızdır. Bu zulüm döneminde, inanılmaz bir soykırıma uğratıldığınız dönemde insan haklarını anlamazsanız, başka bir dönemde anlamazsınız. Buna gayret edin.” Aynı şeyi Cemaat grubuna da söylüyorum: “Dün hatalar yaptınız. İktidarı ele geçirmek için Erdoğan’la kol kola girdiniz, birtakım şeylere göz yumdunuz. Ama sonuçta, insan hakları perspektifinden olaya bakılmadığı için, şu anda geldiğimiz nokta burası. Hep birlikte bir insan hakları perspektifi oluşturulabilirse, bundan sonrasında ne zulmeden ne zulmedilen olursunuz.”
İslâm tarihinde de vardır bu. Emevîler çok zulmetmişler. Abbasîler o kadar bilenmişler ki, sonunda Emevîler’i yıkmışlar. O mazlum Abbasîler, Emevî sultanlarının mezarlarını bile açıp, kemiklerini kırıp yakmış, küllerini de nehre atmışlardır. Bu denli bir kin ve nefret var. Peki, sen bunu hak adına yapıyorsun, ama bu yaptığın başka bir zulüm değil mi? Bu meseleyi kolektif bir şekilde anlamadığımız müddetçe, bizim bir yere varmamız mümkün değil.
Bugün Gülen grubunun Tuncay Özkan’ın söyledikleriyle de yüzleşmesi lâzım. Çünkü gerçekten söyledikleri çok önemliydi: “Ben bu grubun mağdur ettiği bir insanım. Ama çıplak arama konusunda yaşadıklarımı açık ve net söyleyeceğim. Çıplak arama olayının olduğunu da söyleyeceğim.” Şu anda çıplak arama meselesinde mağduriyet yaşayanların çoğu, Gülen grubundan gelen veya FETÖ soruşturmalarında yargılanan insanlar. Bu söylemler, çıplak aramanın yanlış olduğu konusunda kamuoyunda da bir düşünce oluşturuyor. İnsanlar, “Bu iddiaları öne sürenler, sadece ‘şucular, bucular’ değil. Her kesimden insan bunu söylüyor. Demek ki çıplak arama diye bir olay var” diye düşünüyor. Gezi Parkı olaylarından Mücella Yapıcı da söylüyor, Eren Erdem de söylüyor, Kürt kadınlar da söylüyor. Demek ki, bu, iktidarın söylediği gibi bir “FETÖ’cülük operasyonu” değilmiş. Herkes bunu anlamış oldu. Bu özeleştiriyi herkesin yapması, dünkü yanlışlarla yüzleşmesi lâzım. İnsan hakları perspektifi çerçevesinde nasıl bir insan olunacağı konusunda karar verilmesi lâzım.
Çakır: Son dönemde bütün bu yaşadıklarınıza baktığınızda ve gerek İslâmî câmiadan, gerek AK Parti’ye yakın çevrelerden, gerek yargılananların ailelerinden gelen tepkilere baktığınızda, yakın gelecek için umutlu musunuz? Yoksa, “Herkesin kendine Müslüman olma” durumu devam edecek mi Türkiye’de?
Gergerlioğlu: İyi ki sordunuz bu soruyu Ruşen Bey, çok önemli buluyorum. Benim bütün yaptıklarımın gereği olan bir konu bu. Şahsen ben umutluyum. Türkiye toplumu, insan hakları konusunda ilerleme sağlıyor. İnanın ki herkes, Kürtler, sağ ve sol kesimler, dindarlar, ateistler, her kesim, bu özeleştirileri yapıyor. Ben bu noktada, ister Gülen grubunun içinde olsun, ister dışında olsun, mağduriyet ve şok yaşayan sağ muhafazakâr kesimdeki insanların da bu özeleştirileri yaptığını görüyorum. Bana bu konuda çok özeleştiri geliyor. Ben Türkiye’nin kurtuluşunu burada görüyorum. KHK’lar kaldırılıp bitirilmiş olsa da, insan hakları alanında üç adım atamayacaksak, hiçbir anlamda ilerleme sağlamamış oluruz. Biz Türkiye toplumu olarak, kolektif bir şekilde, çıplak arama konusunu bugün bitiremezsek… Bir solcu, bir sağcı için, ya da bir ülkücü, bir komünist için böyle bir hak ihlâli yapılamayacağını net bir şekilde söyleyebilirse ancak, insan hakları alanında ileri bir adım atabileceğiz. Ben toplumun her kesiminden gelen bu özeleştirilerin, bu itirafların, kendisini belki korku ve utanç içinde bırakan bu hâdiselerin anlatılmasının, Türkiye insan hakları hareketi için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu noktada umutsuz değilim; gerçekten umutluyum. Çünkü son üç beş yılda, bu muhafazakâr câmianın, topyekûn çok önemli şeyler öğrendiğini görüyorum. Çünkü o kadar çok mağdur var ki, gelip anlatıyorlar, onları saatlerce dinliyorum. O cümleleri benim için de hem bir birikim hem bir aydınlanma oluyor. O nedenle umutluyum.
Benim bütün derdim, insan hakları hareketini geliştirebilmek, herkesin kendisiyle yüzleşmesini sağlamak. “Ben dün masumdum. Bütün bu yapılanlar ben olduğum için, ben yenildiğim için yapılıyor. Hele ben bir güçleneyim, onların canına okuyacağım” diyenlere, “Siz yarın istediğiniz kadar güçlenin, insan hakları alanında en ufak bir adım bile atmamış olacaksınız” diye cevap vereceğim. Şu anda yaşanılanlar, insan hakları ve demokrasi kavramlarını öğretecekse, Türkiye ancak o zaman kurtulacak ve demokrasi mücadelesi bir şeyler kazanacak. Yoksa şunu da görüyorum ben: Kimisi yurtdışına kaçmış, kimisi de burada inanılmaz mağduriyetlere uğramış insanlar, öfkeyle bilenmiş durumdalar. “Hele bir yarın olsun” diye bakıyorlar. Hayır, kesinlikle böyle bir şey olmamalı. Ben herkese buradan tekrar hatırlatıyorum: Biz insan hakları alanında bir şeyler kazanmak zorundayız. Kimse, Abbasîler’in yaptığını yapmamalı. Abbasîler’in yaptığı gibi, Emevî sultanlarının mezarlarını talan edip, Emevîler’in yaptığı zulmün aynısını onlara yaşatmamalı. Çok çarpıcı bir örnektir bu. Tarih gerçekten de tekerrürdür. İslâm toplumları bu hâli gideremedi. Kendini ıslah edemedi, demokrasi ve insan hakları mücadelesi veremedi. Bu sadece Türkiye’nin, Türkiye siyasetinin meselesi değil bu. Ben bu meseleyi 1400 yıllık bir İslâm topluluğunun bir hâli olarak görüyorum. Hep bir boyun eğme, “âmirimdir, şeyhimdir, üstadımdır, bir lâf söylemeyelim” geleneği içinde büyüyen insanlar bunlar. Sağ muhafazakâr câmialar, binlerce yıldan gelen bir gelenekten alıyorlar bunu.
Çakır: Çok dolmuşsunuz Ömer Faruk Bey. İsterseniz bir yerde durduralım. Bu yayın için size çok teşekkür ediyorum. Ama ayrıca, bir vatandaş olarak, ayrım gözetmeksizin, insanların hakkını ve hukukunu savunmak için gösterdiğiniz çabalar adına, kişisel takdirimi iletmek istiyorum. Çok çok teşekkür ederim.
Gergerlioğlu: Ben teşekkür ederim.
Çakır: HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu ile Türkiye’de zor zamanlarda hak savunuculuğunu konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.