Açık Gazete’nin 21 Eylül 2020 tarihli nüshasında Ali Bilge, gündeme yönelik yorumlarını paylaştı.
(21 Eylül 2020 tarihli Açık Gazete’de Ekonomi Politik köşesinde yayınlanmıştır.)
Özdeş Özbay: Merhaba Ali Bey, günaydın.
Ali Bilge: Günaydın Can, günaydın Özdeş, günaydın Feryal. İyi haftalar ve iyi yayınlar hepinize.
Özdeş Özbay: Çok teşekkürler.
Can Tonbil: Günaydın efendim.
Özdeş Özbay: Nasıl başlayalım?
Ali bilge: Aslında bu hafta pandemiyi de göz önünde bulundurarak tarımdaki gelişmeleri gündeme almak istiyordum. Ancak o başlı başına bir program süresini gerekli kılıyor. Can Dündar’a yönelik alınan karar, sahip olduğu 2 ev üzerine el koyma tasarrufu önümüze geldi. İstersen ondan başlayalım.
Özdeş Özbay: Tabii…
Ali Bilge: Daha sonra da CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nu polemiklere çeken bir tartışma var malum, birazda ona değinelim. Can Dündar’a açılan davalar malum, epeydir devam eden sınır ötesine giden MİT tırları haberi ile ilgili mesele. Gazeteciliğin yargılandığı dava aslında. Yıllardır devam eden bir husus, üstelik bu konuda anayasa mahkemesi haber alma özgürlüğünün ihlal edildiği kararı verdi. Ona rağmen evlerine el koyma işlemi yapılıyor, hukukun olmadığı yerde bunlar oluyor.
Bu haberi okuyunca, böyle bir karar daha önce hiç alındı mı, emsal kararlar var mı? tarihimizde diye baktım. Meslektaşımız, arkadaşımız Can Dündar’ın evlerine, mal varlığına el koyma gibi bir uygulama var mı? Tarihte benzer örnekleri var mı? Diye bir bakmak istedim.
Cumhuriyet öncesi ve sonrasında gayrimüslimlerin; Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşların mallarıyla el konulması, Müslüman ve Türk vatandaşlara verilmesine ilişkin pek çok hadise yaşanmıştır. Bunların varlıklarına el koyma meseleleri ya da malları hakkında tasarrufta bulunamaması örnekleri çoktur, devasadır. 1,5 milyon Ermeni’nin 1 milyon Rum’un mallarına ne oldu?
Can Dündar hakkında karara göre teslim olmadığı müddetçe malları üzerinde tasarruf etme hakkına sahip olamıyor. Karar genişliyor annesinin bile oturduğu evi de kapsıyor. Zaten yargılanması, hüküm verilmesi, sonra bozulması bütün bu yargılama süreçleri gayri hukuki. Uluslararası hukuk çerçevesi içerisinde de, yerel hukuk içerisinde de yaşanması mümkün olamayacak durumlar. Normal bir ülkede, az demokraside Can Dündar’ın yaşadıklarının dava konusu olması mümkün değil. Kuvvetler birliği olunca böyle oluyor.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra Olağanüstü Hal dönemi yaşadık malum. Olağanüstü hâl döneminde, 2001 den itibaren iktidarın en büyük ortağı olan ve AKP’nin içinde de üyeleri, yöneticileri milletvekilleri de bulunan Fetullah Gülen cemaatine de benzer bir uygulama yapıldı. 15 Temmuz’dan sonra cemaat, suç-terör örgütü olarak nitelendirildi, dolayısıyla yargı ve idare suç örgütü olarak tanımladığı içinde mensuplarının mallarına el konuldu. Eski ortak suç örgütüne dönüşünce mallara el konulması durumu hasıl oldu! Artık ortaklık bozulmuştu.
27 Mayıs Askeri darbesi sonrasında Demokrat Parti yöneticilerine de benzer bir uygulama yapıldı. Aydın Menderes ile bu konuyu konuştuğumu hatırlıyorum. O ‘naaşların nakli’ meselesiyle görüştüğümüz dönemde, bu konuya da girmiştik. Daha sonra gazeteci abimiz rahmetli Muammer Yaşar Bostancı, Aydın Menderes’le yaptığı bir nehir söyleşide de mallara el konulması meselesi geçer. Adnan Menderesin ve ailesinin bir yanda malları vardır, işte meşhur Çakırbeyliği Çiftliği vardır Aydın’da, ama ailesi hiçbir şeye dokunmazlar, hiçbir şekilde gelirlerine dokunamazlar, gelirleri yoktur, bankadaki varlıklarına da dokunamazlar. Ancak bir süre sonra milli birlik komitesi ayda üç bin lira çekme hakkı tanınır. Avukat tutacak paraları yoktur zaten avukatları davaya bakmaya ikna etmekte çok zordur. Avukat olmayı kabul etmek cesaret ister çünkü avukatlarda hapse atılıyordu. Can Dündar davasında da olduğu gibi. Zaten en fazla üç avukat hakları vardır ama avukatlara ödeyecek paraları yoktur, oysa paraları vardır ama varlıklarının üzerinde konulan yasaklar, varlık ve gelirlerine dokunma, kullanma yasakları nedeniyle çok zor günler yaşarlar. Daha sonra kısıtlamalar esnemeye başlar, her bankadan ikişer bin lira çekilebilir denir, idamlar, hükümler ve hapishaneler başlar. 1964 yılında çıkan bir afla bütün mallar ve paralar iade edilir.
Osmanlı hanedanı için yapılan uygulamalarda ilginçtir. İmparatorluk bitiyor, yeni bir devlet kuruluyor, hanedan mensupları da dışarı çıkarılıyor 1924 yılında. Ama bu insanların bir hanedanın üzerinden gelen varlıkları vardır, bir de kendi malları olan varlıkları vardır. Bu varlıklar üzerinde de uzun yıllar hukuki mücadeleler olmuştur, sonuçta mallarını haklarını alanlar var. Daha doğrusu hükümdarlık üzerinden gelen varlıklar üzerinden değil de, şehzadelerin, kadın efendilerin, çocukların, torunların şahısları üzerinde olan varlıklarını tasarruf etme imkanına bir süre sonra sahip oluyorlar.
1952 yılından sonra şahsi mallarda bir rahatlama var, 1974 affı var. Ama bizzat hükümdarların Türkiye içindeki varlıkları üzerinden gelenler hukuken çok sorunlu olmuştur. Bu kanaldan hak kazananlar çok azdır. Elbette Osmanlı imparatorluğu geniş imparatorluk özellikle Abdülhamit’in petrol hisse senetleri başka ülkelerde de mülkleri vardır. Türkiye dışında kalan mal ve varlıklar için ayrı bir hukuk mücadelesi yıllarca sürer. Türkiye içinde hükümdarlık üzerinden gelen mallar için süren davalara bir nokta konur. 1949 yılında ‘padişah malları millete intikal etmiştir’ diye bir karar çıkarıldı. Hükümdarlık üzerinden gelen mallarda hak iddia etmek imkânı kalmadı. Ama şahsi malları üzerinde haklarını alanlar oldu. Sonuçta bir imparatorluk bitmiş ve yeni bir devlet kurulmuş ama hukuk kanalları işlemiş en azından şahsi mallar üzerine.
Ermeni, Rum malları el konulması meselesi ittihat Terakkiden beri devam eder, Osmanlı vatandaşı Ermeni, Rum ve Yahudi olanların malları meselesi de uluslararası alanda dava konusudur. Ermenilerin ABD’de Los Angeles mahkemelerinde hatırladığım kadarıyla hala devam eden bir dava bulunuyor. El konulan mallarının karşılığı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ve Ziraat Bankası’nın Amerika’daki varlıklarına el konulması üzerine açılan dava hala yürümektedir.
Şimdi, Cumhuriyet dönemi hain ilan edilen Yüz Ellilikler meselesine de baktım. Yüz Elliliklerde malına mülküne el konulan var mı? Zaten Cumhuriyetin 10. yılında ve daha sonra çıkan aflarla ülkeye dönerler ama onların malına mülküne el konmuyor.
Sonra Çerkez Ethem meselesine de baktım. Çerkez Ethem, Türkiye’ye gelmez de kardeşleri, abileri gelir ve yaşamaya devam ederler. Onlar da malları mülkleri olan bir ailedir bildiğim kadarıyla. Onlarında mallarına mülklerine yaptığım araştırmaya göre el konmuyor.
Bu konuda İstiklal Mahkemelerine de baktım, - ki, astığı astık kestiği kestik mahkemelerdir. İstiklal mahkemelerinde gazeteciler yargılanıyor, siyasetçiler yargılanıyor, sayısız idam kararları veriliyor. Şöyle kararlar bile var: “sanığın idamına gerekçesinin sonradan yazılmasına.” İşte böyle mahkemelerdir istiklal mahkemeleri. Bu karalara da baktım, İstiklal Mahkemeleri idam ettiği insanların, hüküm verdiği insanların mallarına el koyuyor mu? Diye ama rastlamadım. Tabii bu konuda yetersiz olabilirim detayda bilemeyebilirim, Ayşe Hür Hanım ve diğer tarihçi, gazeteci arkadaşlar daha dikkatlice bakabilirler. Ama kısa zaman içinde yaptığım araştırmalarda İstiklal Mahkemelerinde de hüküm giyenler içinde mallarına el konulan kişilere pek rastlamadım. Üstelik Can hakkında AYM ihlal kararı verdi…İstiklal Mahkemelerinde gazeteciler davası vardır, sanırım 2 partide oldu ve uzun sürdü. Yani bu davalarda da malına el konma örneklerine rastlamadım.
12 Eylül ise partileri kapattı, partilerin varlıklarını da hazineye aldı. Ama 1992 veya 93 yıllarında anayasa değişikliğine gidildi ve partiler geri döndü. Zaten 12 Eylül öncesinde Milli Selamet Partisi ve MHP genel başkanları Erbakan ve Alparslan Türkeş, partilerin mal varlıklarını kendi üzerlerine yaptıkları için bir problem çıkmadı. Onlarda sadece ailelerin mirası paylaşım konusunda problemler çıktı. Yani şunu söylemek istiyorum Can Dündar’a yapılan bu uygulamanın benzerini yüz yıllık tarihimizde rastlamıyoruz. Bir gazetecinin haber yapması üzerinden yaşadığı antidemokratik, hukuk dışı uygulamalar ve kararlar elbette var ancak malına evine el konulması örneğine rastlamıyoruz.Kırk yıl boyunca çalışan bir gazetecinin yaptığı tasarruflar nedeniyle elde ettiği mülkün üstüne konulması gibi bir örneğe rastlamıyoruz.
Özdeş Özbay: Bu arada Can Dündar, biliyorsunuz bir açıklamada bulunmuştu. El konulacak mülkler iki tane daireden ibaret diyordu babamdan kalma. Bir tanesinde annem oturuyor, ötekisi de zaten yazlık diye bir açıklamada bulunmuştu. Öyle çok da mal mülk sahibi değilim
Ali Bilge: Yani iki tane ev. 40 yılda da bu kadar olur zaten, namuslu çalışan bir gazetecinin malı çok olmaz. Elbette namussuzlara ayrı bir kategoride bakmak lazım. Can Dündar’ın Hasan Cemal’e de gönderdiği mektupta kendisi bunu çok iyi özetliyor. Kendisine yapılanları seyrini. Hasan Bey’in köşesini okumalarını öneririm.
Gazeteciler bu ülkede hep yargılandı, yakın bir tarih üzerinden baktım. Hüseyin Cahit yargılanıyor İstiklal Mahkemesinde Zekeriya Sertel’le. Acaba Hüseyin Cahit Beyin, Zekeriya Beyin o günkü varlıklarına el konmuş mu? Yok.. Osmanlı hanedanının 1949 yılına kadar sürüyor haklarını alma mücadelesi, hukuk sistemi bir şekilde çalışıyor, hanedan üyeleri mal varlıkları üzerine haklarını arıyorlar, tek parti dönemi üstelik ama Türkiye hukuk sistemi, engellemeler elbette var, ancak hak arama arayışlarına kapalı değil. Dolayısıyla muazzam bir anormal durumla karşı karşıyayız. Sarayın Can Dündar hakkında yaptığı tasarruf üzerine meslektaşımızı destekleyen kampanyalar başladı yapılan tasarrufun haksızlığına değinen. Bunu da belirtelim.
Diğer konuya Canan Kaftancıoğlu üzerinden yürüyen, Gazi mi, Mustafa Kemal mi, Atatürk mü tartışmasına biraz değinmek istiyorum. Şimdi bir toplantı oluyor anladığım kadarıyla. Taksim toplantısı. Orada il başkanı Canan Kaftancıoğlu, Gazi Mustafa Kemal diyor, bunun üzerine gazeteci-siyasetçi Uluç Gürkan soruyor “Niye Atatürk demiyorsunuz da, Gazi diyorsunuz, Mustafa Kemal diyorsunuz,” diyor. Bunu da bir gazeteci köşesine alıyor ve tartışma başlıyor, sanırım böyle.
Özdeş Özbay: Evet sanırım, online bir toplantı.
Ali Bilge: Evet.
Özdeş Özbay: Sorular geliyor sık sık bu konuda, “niye böyle konuşuyorsunuz” diye.
Ali Bilge: Şimdi gerçeklere, ne zaman Atatürk soyadı veriliyor? 1934’te Soyadı Kanunu çıkarıldığında. Peki Gazi ne zamandan itibaren deniyor? Birinci Meclis, Mareşallik ve Gazi unvanı veriyor Sakarya’dan sonra. Bütün o devrin yazılarına baktığımızda, gazete manşetlerine ‘Gazi şehrimize teşrif etmiştir’ diye manşetler atlıyor. Türkülerde bile Gazi kullanılıyor. Zaman içerisinde şöyle bir şey var: Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşüm, Lozan sonrası süreçte başlayan modernleşme, laiklik adımları hukuk alanındaki reformlar yapılıyor, peki tamamda, yeni düzene, yeni rejime bir tanım getirilmesi, içerik yazılması lazım. Sonuçta bir ideoloji henüz yok, Bonopartist sayılabilecek bir hareket var..
Örneğin Kemalizm çok sonraları kullanılan bir kavramdır. Atatürkçülük ise çok daha sonra kullanılmaya başlanır. Bu konuda Kadro Hareketine bakmakta fayda var. Mesela Kadro Dergisi bütün bu sürece ideoloji yazmak üzere çıkmış bir dergidir. Benzer başka yaklaşımlarda söz konusudur.
1960’lara 70’lere geldiğimizde şöyle bir durumla karşılaşırız. CHP içerisinde bugünkü Barolar Birliği başkanının dedesi Turhan Feyzioğlu, Kemal Satır gibi isimler Atatürk; daha Sol’da bulunan isimler Gazi, Mustafa Kemal’i kullanırlar, böyle bir saflaşmanın başladığı zamanlardır o yıllar.
Genel olarak Mustafa Kemal’i kullanan kesim daha çok Kurtuluş Savaşı sürecini esas alıyordu. 1. Meclisin Gazi Mustafa Kemal’ini seviyordu. Uluç Gürkan, Hasan Cemal ile birlikte Doğan Avcıoğlu’nun çıkarttığı ‘Devrim’ gazetesinin iki yazı işleri müdürlerinden biridir. Ve Doğan Avcıoğlu da Sol’da bir isimdir, Kemalist ama Sol Kemalist diyebileceğimiz bir isimdir. Kemalist ve anti emperyalisttir kendi görüşüne yakın askerlerle birlikte, yarım kalan Kemalist reformları devrimleri tamamlamak üzere ve de darbe yapmak üzere örgütlenirler. Meşhur 9 Mart hareketine kadar uzanan sürecin en önemli parçasıdır Devrim gazetesi ve Doğan Avcıoğlu, dolayısıyla Uluç Gürkan ve Hasan Cemal. Yaptıkları yayınlara baktım çokça Gazi Mustafa Kemal’i kullanırlar, Devrim gazetesi ve Yön gibi dergiler.
Atatürk’ü kullanan daha sağda yer alan Mustafa Kemal Atatürkçülerdir. Solda yer alanlar da Mustafa Kemal ya da Gazi Mustafa Kemal’i yeğlerler. Mesela Uğur Mumcu’yu uğurlarken çokça seslenildi, Ankara taşına bak türküsünde, hep “Gazi Kemal” diye geçer.
Sonuçta Uluç Bey’inde içinde bulunduğu grup ve dergi; ağırlıklı olarak Gazi Mustafa Kemal diye hitap eder. Bana göre, ortaya atılan bu garip polemik, Canan Kaftancıoğlu üzerine yüklenmek için kullanılan bir acemi bir siyasi bir manevradır. Ve ilk değildir. Hatırlıyorsunuz, son CHP kongresini izlemiştim ve ondan sonra bir değerlendirme yapmıştık burada sizinle.
Özdeş Özbay: Evet hatırlıyorum.
Ali Bilge: O değerlendirmede şuna dikkat çekmiştim: dedim ki, Kaftancıoğlu’nun Kurultay Divan Başkanlığına önerilmesi gerekirdi, otokraside, iptal edilen iki seçimi (elbette HDP desteği ile) 800-900 bin farkla kazanan İstanbul İl Örgütü başkanının, genel merkez tarafından divan başkanlığına önerilmesi beklenirdi, doğru olan, şık olan buydu. Elbette bu bir şart değildir ama bir centilmenliktir. Bu kadar önemli bir kenti iki kez kazanan İl Örgütü başkanı, Divan Başkanlığına önerilmeliydi, getirilmeliydi; getirilmedi. Tam zıttı bir isim getirildi. Kim getirildi? Aydın belediye başkanı ki, Suriye’ye atılan bombaların önünde selam durarak, fotoğraf çektirerek, sosyal medyada paylaşan milliyetçi bir belediye başkanı Genel Kurul Divan Başkanlığına getirildi. Burada bir mesaj verildi: bu mesaj İstanbul İl Örgütüne ve Canan Kaftancıoğlu’na..
CHP’nin içine girdin mi on tane CHP olduğunu görürüsün; gittikçe Sol’dan uzaklaşmış bir sürü grup. Minimal Sol’a bile tahammülü kalmamış bir parti. Ömrü boyunca neoliberalizme hizmet edenler var, Kemal Satır gibi Turhan Feyzioğlu gibi isimlerin devamcıları var, “Atatürk demezsen sen nasıl bir CHP’ lisin “diyenler var. Kürtlere AKP’den bile fazla sert bakan ararsan çok bulusun, milliyetçi ve ulusalcılığın her renk ve tonunu bulmak mümkün.
Uluç Gürkan da ‘Devrim’ gazetesindeki günlerinde yayınladıkları dergiye baktığında Gazi Mustafa Kemal dediklerini görecektir. O yayınlarda daha çok Mustafa Kemal, Gazi Kemal kullanılıyor. Bu tartışmada, gelecekteki bir muhtemel bir durumu kurcalamaya çalışıldığını söylemek mümkün. Bu çatışmayı büyütmek istemiyor gördüğüm kadarıyla Kaftancıoğlu ama açıklamasında Genel başkana gönderme yaparak genel başkana övgüleri ile birlikte “sen de bir ses çıkar” diyor.
Kaftancıoğlu’na yüklenmek için ortaya atılan bu polemik, yangın yerine dönen ülkenin gündemine çok aykırı, uygun düşmeyen, çok geri ve gereksiz bir tartışma. 1960’ların tartışmasını bu günlere taşımak suretiyle Cana Kaftancıoğlu’nun önünü kesmek. Gelecekte muhtemeldir ki yukarıya yürümesini engel olalım diyerek yapılan bir acayip yüklenme. 50-55 yıl öncesinin tartışmalarını bugüne getirip, ileride CHP pozisyonunu değiştirilebilecek, muhtemel adayların önünü kesmektir diye yorumluyorum, zaten kurultayı yorumlarken de buna işaret etmiştim. İsterseniz bu aşamada programı sonuçlandıralım.
Can Tonbil: Canan Kaftancıoğlu dün Cumhuriyet gazetesinde İpek Özbey’e konuşmuş, internet sitesinde de mevcut bu haber. CHP’yi iç tartışmaya boğmak istiyorlar, başaramayacaklar demiş ve kişilerin, kavramların kategorize edilerek ayrışmanın bir unsuru yapılmasını doğru bulmuyorum demiş Kaftancıoğlu. Yani detaylı bir şekilde tek tek bu tartışmanın üzerine neler olduğunu, neler düşündüğünü de açıklamış. Cumhuriyet gazetesinin internet sitesinde de bu söyleşiyi bulabilmek mümkün efendim.
Ali Bilge: Teşekkür ederim, söyleşinin tümünü okumadım. Sadece haber olarak okudum. Köpürtülerek mesele çıkartmak, hiç olmuyor, otokrasiye hukuksuzluğa boğazımıza kadar batmışken, Can Dündar’ın biri annesinin oturduğu iki evine el konulması yaşanırken, CHP galerisinin de ne kadar sisli olduğunu gösteriyor, diyelim ve kapatalım. Özdeş bugün senin doğum gününmüş!
Özdeş Özbay: Evet, öyle.
Ali Bilge: Kutlarım.
Özdeş Özbay: Cok teşekkür ederim.
Ali Bilge: Artık Can senin için bir şarkı seçer.
Can Tonbil: Tabii tabii seçtim zaten dün, hoşuna gitti Leonard Cohen’den bir parça.
Ali Bilge: Öyle mi? Cohen’den. Ne çalacaksınız?
Özdeş Özbay: Çaldık girişte.
Can Tonbil: Çaldık, bir tane daha vaktimiz kalırsa çalarız.
Ali Bilge: Tamam. Peki hepinize iyi yayınlar diliyorum. Bugünlük bu kadar, gelecek hafta görüşmek üzere. Hoşça kalın.
Özdeş Özbay: Görüşmek üzere.
Can Tonbil: Görüşmek üzere.