“Sonlu bir gezegende sonsuz büyüme, felakete reçete yazmaktır.”
(Double Down News'te 30 Ocak 2020 tarihinde yayımlanan George Monbiot'nun konuşmasından alınmıştır.)
Her insan büyür: çocukluk çağımızda büyürüz ve yetişkin olduğumuzda tepede bir düzlüğe varırız. Ondan sonraki tek büyüme biçimimiz dışa doğru olabilir ancak, ki aslında onu yapmayı da hiç istemeyiz. Vücudumuzda belli bir noktadan sonra büyümemizi durduran bir düzenleyici sistem vardır zaten.
Ne var ki, zaman zaman sistem bozulur ve hücrelerden biri çoğalmaya, denetimsiz bir biçimde büyümeye başlar. Buna kanser deriz. Kanser tedavi edilmezse çoğu zaman ölümcüldür. Kanser dediğimiz şey, temelde, sonlu bir sistem içinde sonsuz büyüme demektir. Bu sistem, insan vücududur.
İşte kapitalizmde olan şey, tastamam budur. Kapitalizm, sonlu bir yaşayan sistem içinde sonsuz büyümeye dayalıdır. Kapitalizm gezegenimizin kanseridir ve tıpkı insan bedenindeki kanser gibi, onu kesip atmak zorundayız.
Yetişkin hayatımın tamamı boyunca şirket kapitalizmine, tüketici kapitalizmine, eş-dost-ahbap kapitalizmine saydırdım durdum. Bunların hepsi gerçek birer sorun tabii ama asıl sorun konusunda bende jetonun düşmesi hayli uzun zaman aldı.
Belki de sorun, kapitalizmin türü sorunu değildir.
Belki de sorun, kapitalizmdir. Bunu söylemek neredeyse dine küfretmek kadar büyük bir günah, çünkü kapitalizm bizim seküler dinimiz zaten. Bu, 19. yüzyılda “Tanrı öldü” demek gibi bir şey. “Kapitalizm çuvalladı, kapitalizm gezegeni mahvediyor, asıl problem kapitalizm” diye konuşmak bir çeşit kâfirlik oluyor. İnsanın kendisini bunu söyleyecek kadar güvenli hissetmesi için bayağı kuvvet toplaması gerekiyor. Ama şurası benim için gayet açık: artık tüm kanıtlar sorunun kapitalizm olduğunu bize anlatmak üzere kapının önüne dizilmiş durumda.
O zaman gezegen faciasına birazcık bakalım şimdi. Ve unutmayalım ki bu sadece iklimin çökmesi değil; gezegen sistemlerinin tam tekmil arıza yapması: Toprağı kaybediyoruz, temiz suyu kaybediyoruz, böcekleri kaybediyoruz, bu gezegeni paylaştığımız tüm diğer canlı türlerini kaybediyoruz, mercan kayalıklarını kaybediyoruz, yağmur ormanlarını, denizleri, her şeyi her şeyi kaybediyoruz ve bu kaybediş olağanüstü bir hızla gerçekleşiyor. Nefes kesici bir hız bu. Her şey ömrüm boyunca asla görmeyeceğimi sandığım hızla gerçekleşiyor. Torunlarım görür diye korktuğum şeyleri daha şimdiden görüyorum ben – ve o kadar da yaşlı değilim.
Peki, buna sebep olan şey ne? Bunun arkasında yatan itici güç ne?
İtici güç, ekonomik büyüme. Yılda yüzde 3 oranında büyüyen bir küresel ekonomi her 24 yılda ikiye katlanır, sonra gene ikiye katlanır, sonra gene ikiye katlanır. Üstüne atlayıp dörtnala gitmemiz beklenen yörünge bu işte. Hükümetlerin istediği de bu: sürekli ikiye katlansın, katlansın, katlansın. Gezegen de aynı oranda büyüyor olsaydı itirazımız olmazdı belki ama sonlu bir gezegende yaşıyoruz.
Sonlu bir gezegende sonsuz büyüme, felaket için yazılmış bir reçeteden başka bir şey değildir. Daha şimdiden gezegen sınırlarını aşıp duruyoruz. Bu can alıcı kırmızı çizgileri aşmamalıyız çünkü onların ötesinde bizi bekleyen şey, kaos: insanların ve yaşayan dünyanın geri kalanının kitlesel imhası. Üstelik bu, şu andaki ekonomik faaliyet seviyelerinde. Bunu ikiye katlamak, sonra bir daha ikiye katlamak istiyor musunuz sahiden? Ama bu yapılamaz ki.
Bugüne kadar bunun yapılmasının tek yolu, dünyanın en güçlü bölgelerinin, dünyanın daha güçsüz bölgelerinden fiilen materyal ve ucuz emek gücünü çalıp bunu kendi para kasalarımıza aktarmakta dünyanın gittikçe daha fazla alanını kullanmamızdı.
Ama tabii, ondan sonra dünyanın gittikçe daha fazla bölgesini çöplük olarak kullanmamız, çöplerimizi sonunda bütün dünya temelde bir hafriyat ve çöplük alanına dönüşene kadar atmamız gerekecekti. Tüm atmosfer bir karbondioksit çöplüğü halinde. Şehirlerimiz birer hava kirletme çöplüğü. Topraklarımız bir-iki gün kullandığımız, sonra da sıkılıp attığımız ve arkamızda bıraktığımız bir çöplük sahası.
Eğer ekonomik büyüme devam edecekse, bunu yapmak zorundayız. İhtiyacımız olmayan şeyleri satın almak, hemen sonra atacağımız şeyleri almak zorundayız, yoksa sistem gıcırdayarak durma noktasına gelir. Ve ekonomik büyüme gıcırtıyla durma noktasına gelirse, kapitalizm de gıcırtıyla durma noktasına gelir. Kapitalizmle ekonomik büyüme birbirinden ayrılamaz.
Büyüme, sermaye birikimi için yapılan bütün girişimlerin, kâr etme çabalarının, kendimizi zengin etme çabalarının toplam sonucudur. Ekonomik büyüme ile bunu götüremeyiz. Şimdiye kadar gezegenin başına gelmiş olan en feci şey budur.
Ekonomik büyümeyi sürdüremiyorsak, bu, kapitalizmi sürdürmeyi de başaramayız demektir. Bu da yeni bir sisteme ihtiyacımız var demektir. Yeni bir sistem diyorsam, eski bir sistemin yeni bir kopyasını kastetmiyorum tabii. Ben Sovyet Komünizmi istemiyorum. Bence o da feci bir sistemdi. Aslında o da büyümeyle kafayı bozmuş bir sistemdi; devlet planlamacılığıyla muazzam miktarda emek gücü ve muazzam miktarda kaynağı son derece verimsiz bir biçimde seferber ederek devasa seviyelerde büyüme gerçekleştirmenin peşindeydi. Bu, hem bir çevre faciasına yol açtı, hem de insanî bir faciaya.
Dolayısıyla, yeni sistemler tasarlamak zorundayız: İnsanın mutluluk ve esenliğini yurtiçi gayri safi hasıla ile birbirine karıştırmayan yeni sistemler. Bu ne kadar çılgınca bir fikir ki? Keyfi bir rakam seçiyoruz ve diyoruz ki: “İşte ekonomimiz büyüyor, yaşasın! Harika gidiyoruz! Her şey bizim için çalışıyor!” Valla, şurası açık ki, öyle olmuyor işte. Elde balyozla gece bir mağazaya dalıp oradaki bütün malları yağmalayıp götürsek, ekonomik büyümeye katkıda bulunmuş oluruz. Çünkü birisinin mağazayı tamir etmesi, birisinin çalınan malların yerine raflara yenilerini koyması, polisin bunu kimin yaptığını bulması, mahkemelerin de bizi yargılaması gerekir. Bütün bunların ekonomik büyümeye katkısı olur tabii de insanın esenliğine katkıda bulunmuş olur mu peki? Cevap: muhtemelen hayır. Bir nehre çöplerimizi atarsak, başkaları nehirdeki kirlenmeyi temizlemeye uğraşacaktır ve bunun da ekonomik büyümeye katkısı olacaktır, ama esenliğimize katkısı olacağını söyleyemeyiz. Yanlış şeyleri ölçmekle meşgulüz biz.
Ama kapitalizmin tek problemi bu değil. Onun yaptığı başka bir şey daha var. Kapitalizm bize paramızın hiçbir insanın elinden çıkmamış nesnelere dönüşebileceğini söylüyor. Yeterli paran varsa bir toprak parçası alabilirsin diyor bize. Ya da özel uçağınla atmosferi kirletme hakkını satın alabilirsin diyor. Ya da mavi yüzgeçli orkinos filetosu satın alabileceğimizi söylüyor – o türü yokoluşa sürüklemekte olmamıza rağmen. Ya da kesilmesi Amazon ormanlarında yoğun yıkım yaratmasına rağmen sen gene de maun ağacından mobilya satın alabilirsin diyor kapitalizm. Bu bizim hakkımız oluyor. Paramızın doğal servet edinme hakkına dönüştüğünü söylüyorlar bize. Niye ki? Bize bir sterlinin, doların, yen’in ya da başka bir şeyin bir simgeye, itibarî paraya dönüştüğünü, bunun bize hiçbir insanın imalatı ya da el yapımı olmayan belirli miktarda bir zenginliğe hak kazandırdığını söyleyen gayri adil bir ilke. Hayatta yok böyle bir şey. Ama işte bu gayri adil varsayım, kapitalizmin yüreğini oluşturuyor. Yani, yeterli parayı biriktiren, tevarüs eden ya da gasp edenlerin o parayı ortak hazinemizden yani hepimizin hayatta kalması için temel dayanağımız olan ortak malzemeden, müşterek kaynaklarımızdan devasa bir parçayı kapıp götürmek için rahatça kullanabilecekleri varsayımına dayanıyor.
Dahası, bu paranın sahipleri o parayla ne isterlerse yapabilirlermiş gibi, sanki bu onların doğal hakkıymış gibi davranıyorlar. Bir uçak satın al. O uçağa binlerce litre jet yakıtı doldur. Ondan sonra ailenle birlikte dünyanın yarısını kat et. Afrika’da küçük bir köyün bir yıllık karbonunu bu gezide atmosfere sal. Bu hakkı sana kim veriyor peki? Sermaye veriyor tabii.
Kapitalizmin temel inançlarından biri, paranı doğal servet edinmek için kullanabileceğin, onu doğal servete dönüştürebileceğin inancı. Ama bunu yapabileceğini söyleyen bir adalet ilkesi adil bir insan hakkı yok.
O yanlış, gayri adil ilkeyi alıyorsun, sonra da artık kapitalizm bitti diyorsun.
Kapitalizm çevre krizimizin, insani krizimizin, sosyal adalet krizimizin ta kalbinde yer alıyor, ama bizim tek yaptığımız şey, kapitalizmi muhafaza etmek. Aslında bunu yapmakta o kadar başarılıyız ki, kapitalizmin kendisinden bahsetmiyoruz bile.
Yani şöyle söyleyeyim, ben bu işi 34 yıldır yapmaktayım ve ancak son birkaç yıldır kapitalizmin kendisinden bahsetmeye başladım; ondan önce tüketici kapitalizminden, eş-dost-ahbap kapitalizminden bahsediyor, sadece onların kötü şeyler olduğunu sanıyordum.
Sistemimizin bütün tabanına, ekonomimizin bütün tabanına, medeniyetimizin yaslandığı bütün tabana fiilen hayır demenin gerektirdiği bilişsel sıçrama asıl sorunu oluşturuyor. Bu o kadar büyük ve acı veren bir edimdi ki, hiç farkına varmadan, bilinçsiz bir şekilde, bunu yapmaktan kendimi alıkoydum. Sanıyorum pek çoğumuzun, hatta bütün toplumun yaptığı da bu işte – yüzleşmeden kaçınma.
Ne var ki bu meselenin gözlerinin içine bakmak zorundayız: Bunun bir sorun olduğunu kabul etmek zorundayız. Bakın, bu konunun üzerine gitmeyi bu kadar zorlu kılan şeylerden biri de, kapitalizmin birçok kişiyi zengin etmiş olduğu konusunda hiçbir şüphe olmaması. Gerçekten de kapitalizm birçok kişinin hayatını daha iyi hale getirmiş bulunuyor. Ama, öte yandan, birçok kişinin hayatını da daha kötü hale getirmiş olduğuna da şüphe yok. Zira kapitalizm daima kölelikle, sömürüyle, kolonyal hırsızlıkla ve başka halkların kaynaklarının yağmalanmasıyla iç içe olmuştur.
Ama kapitalizm hastanelerimizi, okullarımızı, üzerinde yaşadığımız altyapıyı ve refahımızın büyük kısmını sağlayan parayı da yaratmıştır. Dünyanın bazı insanlarına muhteşem hizmetler sağlamıştır. Ama bu, biraz da kömür gibi. Kömür, bazılarımız için çok yararlı oldu, içimizden bazılarını zengin etti ama artık onu geride bırakmak zorundayız, çünkü fark ettik ki kömür faydadan çok zarar getirmekte. Aynı şekilde kapitalizmi de geride bırakmak zorundayız, çünkü şimdi artık görüyoruz ki onun da faydadan çok zararı var.
Ve nasıl ki kömürü bırakıp yenilebilir enerjiye ve enerji tasarrufuna geçmek zorundaysak, kapitalizmi de bırakıp insan esenlik, sağlık, refah ve mutluluğuna geçmek zorundayız: Yani, yurtiçi gayrisafi hasılayı azamiye çıkarmayı hedeflemeyen, insanın ve yaşayan gezegenin esenliğini maksimize etmeyi hedefleyen bir sisteme geçmemiz şart.
Peki bu sistem neye benziyor? Bu sistemin özünde yatan, benim kişisel yeterlik-kamusal lüks diye adlandırmak istediğim ilke. Eğer hepimiz kendi özel lüksümüzü maksimize etmeye çalışırsak, yani örneğin bol yatak odalı, kocaman bir bahçesi olan, özel yüzme havuzuna, özel tenis kortuna, çocuklar için özel oyun alanına sahip, kendi özel sanat koleksiyonumuzu barındıran bir ev satın almaya kalkışırsak, doğrusu bu ya, bütün bunları içine alacak fiziki bir mekân dahi bulmak imkânsız olacaktır. Bu şekilde bir hayat tarzı tutturmak istersek öylesine büyük bir alana ihtiyaç duyacağız ki bu şartlar altında Londra, İngiltere’nin büyük bir kısmını, İngiltere de gezegenin büyük bir kısmını kaplayacak, yeryüzünde başka herhangi bir ülkeye yer kalmayacak.
Bugün herkes çok zengin insanların yaşadığı gibi yaşamaya kalkarsa birçok gezegene, beş gezegene, on gezegene, yüz gezegene ihtiyacımız olacak. Ama sadece bir tane gezegenimiz var.
Oysa, bunun yerine şöyle dediğimizi düşünelim: lüksümüz olsun gene, ama bu kamusal lüks olsun; muhteşem kamusal yüzme havuzlarımız, şahane tenis kortlarımız, müthiş sanat koleksiyonlarımız, muazzam müzelerimiz, devasa halk merkezlerimiz, devasa gençlik merkezlerimiz, devasa oyun alanlarımız, kendimiz için biriktirdiğimiz bütün o harika şeyler olsun, ama hepsini kamusal yarar için yapalım. O zaman, o alanları yaratırken, başka insanların alanlarını almamış, aksine, başka insanlar için alan yaratmış oluruz. Herkes kendisi için özel alan yaratmaya çalışınca bu kaynakları nasıl yeniden yeniden yeniden çoğaltmak zorunda kalıyorsak, bunu kamu için yaptığımızda, çok daha az kaynak kullanmış olacağız. O zaman, çevre tahribatı olmaksızın, gayet yüksek hayat standartlarına sahip gerçekten zengin ve doyurucu bir hayatımız olacaktır.
Elbette kendi özel alanlarımız da olmalı, ama özel alanlar bütün paranın döndüğü, tüm tüketimin yapıldığı, tüm uğraşların yürütüldüğü alanlar olmamalı. Daha iyi kamusal alanlara, paylaşacağımız şeylerin bulunduğu alanlara ve kapitalizmin paramparça ettiği toplumsallıkları bu paylaşma süreci ile yaratacağımız yerlere sahip olmak için uğraşmalıyız. Böyle bir toplumsal lüks kavramı etrafında topluluklar inşa edebiliriz.
Bu yüzyılı tamamlamamızın başka bir yolu olduğunu sanmam. Günümüz zenginlerinin krallar gibi yaşayacağına, günümüz yoksullarının da zenginler gibi yaşayacağına, herkesin mütemadiyen yayım yayım yayılacağına, kapitalizmin bize söylediği şekle uygun olarak yığım yığım yığınak yapacağına ve böylelikle, şu anda yaptığımız gibi her yirmi dört yılda bir ekonomik faaliyetlerimizi ikiye katlayacağımıza inanmayı sürdürürsek, bunun tek muhtemel sonucu olacaktır: felaket.
Tümüyle yeni bir ekonomik sisteme ihtiyacımız var çünkü kapitalizm tümüyle diğer insanlardan kaynak söküp almaya bağlı bir sistem.
Ve kapitalizm, aynı zamanda, tümüyle savaşa bağımlı bir sistem. İnsanlar, ellerindeki kaynakları başkalarına verip karşılığında avuçlarını yalamak istemezler. Onun için de, direnirler. Dolayısıyla, onların bu direnişini kırmak için güçlü ülkeler tanklarıyla, toplarıyla, uçaklarıyla, ordularıyla gelir, insanları kendi deliklerine geri tıkmak ve istedikleri kaynakları da onların elinden almaya girişir. Irak savaşı bunun klasik örneği idi. Bu, açıkça petrol için girişilmiş bir savaştı ve onun gibi bir yığın savaş yapıldı – Kaynak Savaşları diyoruz bunlara. Hâlâ dünyanın dört bir tarafında yürütülüyorlar. Kaba kuvvete ve askerî saldırıya yaslanmayan ya da topraklarını, kaynaklarını ve emeklerini gasp etmek için insanları ezmek ve köleleştirmek üzere daha sinsi bir sistem geliştirmeyen bir kapitalist sistem tasavvur etmek çok zordur. Bu, pek çok insanı çok büyük çapta zengin kılmış bir sistemdir. Ama ayrıca onun pek çok insanı yoksullaştırmış, yoksunlaştırmış ve köleleştirmiş olduğunu da inkâr etmenin hiç anlamı yok.
Kapitalizmin çevre üzerinde yarattığı etkiler belirginleştikçe, onun yoksullaştırdığı insan sayısının zenginleştirdiklerinden çok daha fazla olduğu ortaya çıkacaktır. Bu mesele üzerinde yeniden düşünülmesi, şimdiye kadar insanlığa yapılmış en büyük idrak çağrısıdır.
Zorlu bir uğraş bu. Ve karmaşık. Basit bir cevabı da yok. Aslına bakarsanız, ekonomik büyüme ve YİGSH gibi basit cevaplar soktu bizi bu keşmekeşin içine. Bu uğraşı için gezegenin en iyi beyinlerine ihtiyacımız olacak. Bunların çoğu da kurumsal kimlik taşımayanlardan gelecek, çünkü kurumsal yaşam muhakeme yeteneğimizi öldürüyor.
Esas ihtiyaç duyduğumuz şey, birçok farklı alandan bağımsız düşünürlerin bir araya gelmesi ve tüm gezegen sistemini – kapitalizm dediğimiz bu gezegen sistemini – yeniden düşünmesi.
Çeviren: Ömer Madra