Açık Gazete'de Ali Bilge ile 'Ekonomi Politik': Kayyum kararı

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Açık Gazete'nin Ekonomi Politik köşesinde Ali Bilge'yle konumuz üç büyükşehir belediyesine yönelik kayyum kararı.

Fotoğraf: Cumhuriyet

(19 Ağustos 2019 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

 

Ömer Madra: Günaydın Ali bey

 

Ali Bilge: Günaydın Ömer bey, günaydın Can, günaydın Feryal, tüm ekibe iyi haftalar, merhabalar.

 

Can Tonbil: Günaydın Ali bey, merhaba.

 

ÖM: Fırat’ın doğusunu konuşacaktık ama sabahleyin buna çok bağlı, daha doğrusu sabaha karşı son derece önemli bir haberle de sarsıldık; Diyarbakır, Mardin ve Van belediyelerine ani bir operasyonla kayyum atandı.

 

AB: Evet. Sabahın köründe 3 belediyeye kayyum atandı. Bu bana şunu hatırlattı, Spartaküs’te bir cümle vardır “Devlet horozlardan bile önce kalkar” bizim tarihimizde de devlet hep sabahın köründe bir şeylere el koyar, bunlara çok şahit olduk.. HDP, ülkenin üçüncü büyük partisi, üçüncü büyük partisinin belediyelerine el koyulan bir demokrasi yoktur, el koyulan belediyelerde de seçilenler %50 ve 60’ın üstünde oy aldı.

 

ÖM: Evet, %63 Ahmet Türk ve Figen Altındağ %56 Bedia Özgökçen ve Mustafa Avcı %54 HDP’den yani yarın çok üzerinde hatta 2/3’e yakın şeylerden de bahsediyoruz burada.

 

AB: Bunun üstünde bir irade olabilir mi?

 

ÖM: Hayır olamaz, bu gayet net!

 

AB: Demokrasilerde olamaz bunun üstünde bir irade. Anlaşılan Erdoğan Suriye’de Fırat’ın doğusuna harekat yapamayınca Türkiye’nin doğusuna harekat yapmayı seçti. İktidar yerel seçimlerde kazanamadığı bölgeleri yasal sayılmayacak gerekçelerle kendi denetimi altına almak suretiyle ülke sınırları içerisinde kendisine siyasi bir güvenlikli bölge oluşturdu. Belediyelere el koymasından şu anlaşılıyor: ülkenin bu bölgesi tekrar olağanüstü yasalarla yani ‘takrir-i sükun’la yönetilecek. Bu uygulama, seçimlerin bu ülkede bir hikaye olduğunun göstergesidir. Bir ülkede seçimlerin yapılmış olması ülkede demokratik bir rejim olduğunu göstermez. İşte bu da bunun bir örneği, kayyum atamaları olağanüstü hal uygulamasıydı. Zaten olağanüstü hal sırasında çıkan yasalar, uygulamalar son kabul edilen demokratik olamayan anayasa içine yerleştirilmişti. Nitekim bu konuda Erdoğan istedikleri kadar kazansınlar, -hatta CHP’nin elinde bulundurduğu belediyeler için de bunu sarf etmişti “Kayyum atarım!” demişti. Nitekim 4,5 ay oldu olmadı seçimleri iptal etmiş oldu, rejimin demokratik karakteri yok, olmayınca da, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen rejimin, kayyum atamaları da, rejimin bir refleksi olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla seçimlerin yapılmış olması yetmiyor, ki seçimlerin de nasıl yapıldığını, nasıl badirelerden geçtiğimiz, YSK’nın ve Yüksek Yargı’nın durumu, İstanbul seçimleri ortada, HDP’nin yüksek oylarla kazandığı 3 büyükşehir belediyesine el konması , bu rejimin bir refleksi olarak her daim karşımıza çıkabilecek bir uygulamadır. Demokratikleşme hayallerine gereksiz şekilde kapılmamak gerekir bu rejim sürdüğü müddetçe. Bir saat önce öğrendim, bana düşündürdükleri ilk etapta bunlar oldu. Kürtlerin seçme ve seçilme hakkı yok bu ülkede, öyle anlaşılıyor, en azından bazı Kürtler yok sayılıyor, bu da 6 milyon falan bir seçmen kitlesi..

 

ÖM: Evet az buz değil 6 milyon seçmen.

 

AB: Ülkenin üçüncü partisi!

 

ÖM: 1/7’si filan yani.

 

AB: Seçme ve seçilme hakkı elinden alınan bir topluluk neye çekilmek istenmektedir? Neyi tahrik etmek istiyorsunuz ? Seçme ve seçilme hakkı elinden alınan grup, toplum, cemiyet, halk ne derseniz deyin tahrik ediliyor demektir. Ortaya konan gerekçeler gerekçe değil ki! Haklarında soruşturma varmış!

 

ÖM: Evet haklarında soruşturma var. Tek söylenen şey bu ve bunu gece yarısından sonra yapıyor, yani böyle soruşturma ve kovuşturma varsa, tamam bu daha önce de vardı, aylardır, yıllardır var, neden gece yarısı operasyonu yapılıyor?

 

AB: Biliyorsunuz daha öncede yerel seçimlerde seçilen adaylara da yapıldı benzer uygulama , hemen sonrasında ve arkadan gelen AKP’lilere belediye başkanlıkları verildi. Bu rejim otoriter bir rejim ve otoriter rejim karakterini her anlamda belli ediyor. Önemli bir sıkışıklığı var, o sıkışıklık da Suriye, zaten biz de bu hafta Suriye meselesini konuşmayı tercih etmiştik..

Bu belediyelere el koyma tavrı ile bölgede yaşayan insanları provoke eden bir rejim var karşımızda. Şunu unutulmamalı ki, böylesine baskılar o bölgedeki insanları birleştiren bir unsur olarakta karşımıza çıkabilir. Bakın bölgede 4 ülkede Kürt nüfusu var, İran’da var, Irak’ta var, Suriye’de var, Türkiye’de var, en büyük nüfus da Türkiye sınırları içerisinde. Bu halk, 4 ülkede 100 yıldır otoriter rejimlerde yaşadı çoğunlukla ve kendi dünyaları içerisinde, yaşadıkları ülke içinde var olmayı sürdürmeye çalıştılar. Bir noktaya gelindi , körfezde yaşanan krizlerden, savaşlardan sonra, Arap baharından sonra bölgedeki Kürtler kendi yaşadıkları ülkelerde, kendi durumlarını tayin etmeye başladılar. Önce Irak’ta bir özerk devlet gerçekleşti. Sonra Suriye’de bir oluşum söz konusu oldu, despot Esad yönetimine karşı pek çok grup 2011 yılından itibaren tavır aldı, bölgedeki Kürtler de bu tavır alan gruplar içerisinde en etkin yapılardan bir tanesi oldu. Türkiye’de iktidar ki ilk başlangıçta hiç böyle değildi, hatırlayın bölgede Suriye Kürtleri ile en yakın teması yürüten ülke Türkiye idi. Onların lideri Salih Müslimi Türkiye’ye davet etti, pek çok konuda yardımcı oldu ve daha sonra hatta bir türbe hikayesi vardır malum, türbenin taşınmasında onlardan yardım istedi.

 

ÖM: Süleyman Şah türbesi.

 

AB: Evet. Hatırlıyorum, Suriye’de iç savaş başladıktan hemen sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye politikasını belirleyen cümlelerden biri şuydu, 2012 yılında Suriye’ye bakışı “İnşallah biz en kısa zamanda Şam’a gideceğiz, oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. O gün de yakın, inşallah Selahattin Eyyübi’nin kabri başında fatiha okuyacak, Emevi camiinde namazımızı kılacağız … Habeşi’nin İbni Arabi’nin türbesinde Süleymaniye türbesindeki Hicaz demiryolu istasyonunda kardeşlerimiz için özgürce dua edeceğiz”. Suriye politikasının başlangıcı bu politikadır. Nereye geldik daha sonunda ? Bakın bu da birkaç gün önce sarf ettiği cümle; Cumhurbaşkanı Erdoğan Türk ve ABD’li askerleri heyetleri arasındaki güvenlikli bölge görüşmeleri sürerken 11. büyükelçiler konferansında yaptığı konuşmada ABD’nin tutumunu eleştirdikten sonra “Türkiye’nin Pençe harekatıyla PKK’yı Irak topraklarından söküp atmakta olduğunu vurguladı. Suriye’de de aynı çıban başını yok etmeye kararlı olduğunu” ilan etti. Şimdi biz 1984’ten bu yana ülke içindeki silahlı grupları, PKK’lıları sınır dışına, topraklardan atma eylemini hep duyarız ama komşu ülke Irak ve Suriye’de yaşadıkları ülke topraklarından silme hakkı Türkiye’nin var mı? Bu hak kimindir? Suriye ve Irak devletlerinin değil mi?

 

ÖM: Evet, egemen devletlerse ve uluslararası hukuk düzeni geçerliyse hala dünyada evet.

 

AB: Türkiye bölgede yürüttüğü tüm politikalarda ve Suriye politikasında muazzam bir iflas batağı içinde, işin içinden çıkamıyor. Bakın Şam’da namaz kılmaktan ABD ile sınırda güvenlikli bölge oluşturmaya kadar uzanan bir çizgi içerisine geldik inişli çıkışlı. Geçtiğimiz 7 yılı özetlemeye kalkarsak zaman yetmez ama Türkiye burada çok ciddi bir politik iflas içerisindedir. Şam’da namaz kılma sürecinden yalvar yakar ABD ile güvenlik bölge ve cepler oluşturma noktasına kadar gelmiştir. Suriye politikasında gelinen iflasın temel nedeni bölgedeki Kürt varlığına müdahale de bulunma isteğidir Bakın 80’lerde 90’larda Barzani ve Talabani’yi reddeden Türkiye, Barzani ve Talabani ağırlıklı kuzey Irak Kürt devletini törenle karşılayacak bir noktaya geldi. Onlarla aşiret reisi diyerek , sadece binbaşı düzeyin de görüşülüyordu, sonraki yıllarda devlet başkanı gibi kabul etmeye başlandınız.

Tüm yaşananlardan sorulmaz mı ne oldu diye? Başlangıçta Suriye Kürtleri ile yakındın, liderleri Salih Müslim’i ülkeye 2-3 kez davet ettin ve onlarla görüşmeler yaptın. Ne oldu? Daha sonra bu hareketi Suriye devleti ile çatışan bu hareketi neden karşına aldın ve onları cihatist gruplarla karşı karşıya getiren pozisyonları destekleyen bir durumda oldun. Suriye politikası Türkiye’de Kürt sorununu çözümüne ilişkin meselede ilerlemeyi de yok etmiştir aynı zamanda. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgede bir güç olma hevesi çok pahalıya mal olmuştur. ‘Yeni Osmanlıcılık’ politikası , Şam’da namaz kılmanın adı neyse işte o politika , Arap ayaklanmalarına bakarak, ‘bir koyup üç alma şeklindeki mantık’ iflas etmiştir. Türkiye, bölgede aktif olma anlayışı sonucunda, bölgede yardımcı rollerin, taşeron olmanın bile altına düşmüştür..

 

ÖM: Ali bey ben de bir şey ilave edeyim müsaadenizle, yani Baskın Oran da bunu 9 Ağustos tarihli Agos’ta yazmıştı ‘İçli Dışlı’ köşesinde. Bir ufak özet de ben yapayım sizi tamamlamak babında. “Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı diye savunmasal isimlerle başlayıp Pençe harekatı diye çok daha saldırasal isimlerle devam eden operasyonlarla Suriye’ye girmeye devam edebilmek için Putin’e 2,5 Dolar S400 rüşveti verildi” diyor. Çünkü Esat’ın Müslüman Kardeşler’e pabuç bırakmaması üzerine sonuçta Erdoğan’ın büyük arzusu yani Türkiye sınırına kavuşacak bir Sünni Müslüman kuşağının lideri olmak, sizin de değindiğiniz olmadı yani 2011’de başlayan şeyden ama bu da yetersiz kalmış olacak ki sadece Türkiye’nin egemen olacağı 30 km derinliğinde bir güvenli bölge ve Fırat’ın doğusu önündeki talepler hem ABD hem de Rusya tarafından olumsuz karşılandı. Hatta dışişleri bakanı sözcüsü Zaharov’a kibarca atlattı, Türkiye’nin terörizm konusunda kendi görüşü var, görüşlerimizin her konuda birbirine uymadığını defalarca söyledik. ABD daha net konuştu, savunma bakanı Mark Esper güvenli bölge konusunda tek taraflı bir adım atarsa Türkiye, bunun kabul edilemez olduğunu söyledi ve daha önemlisi DSG kontrolündeki Fırat’ın doğusuna Türkiye’nin olası müdahalesine engel oluruz” dedi diye özetlemiş durumu.

 

AB: Türkiye bu politika sonucunda Emevi camisinde namaz kılmaktan güvenlikli bölgenin ceplerinin 5 km mi olsun 10 km mi olsun noktasına gerilemiş durumda. Tabii bu ceplerin nasıl oluştuğu ayrı bir konu, bu cepleri oluştururken ayrıca ülkenin cepleri boşalıyor. Kendisinin açıkladığı ve sadece mültecileri kastettiğini düşünüyorum “40 milyar dolar harcadım” diyor uluslararası toplantılarda Erdoğan. Bu rakamın içinde savunma ve askeri harcamalar, yapılan harekatlar , ÖSO için yapılan harcamalar var mı bilmiyoruz, bunlar açık değil, tabii bütçe meclis işlevsiz, soru sorulmayan kapalı bir rejim oluştu. Afrin’e, İdlib’e yapılan harcamalar nelerdir? Bilmiyoruz, geçen hafta programda. İdlib’i konuşmuştuk . Bu hafta İblib için direktifi verdi Rusya ve Suriye: “İdlib’de sen Soçi’de üstlendiğin görevi yerine getiremedin, buradaki cihatçı grupları etkisizleştirme ve silahsızlaştırmayı yapamadın, o zaman biz giriyoruz” dedi ve şu anda onbinlerce insan Türkiye sınırında…

 

CT: Ve siviller ölüyor hava bombardımanında

 

AB: Evet.

 

ÖM: Evet feci bir durum.

 

AB: Orada 4,5 milyon insan yaşıyor bildiğim kadarıyla ve Türkiye’nin pek çok gözlem kuleleri, binaları, askeri unsurları, vs. var ve orası bombalanıyor, insanlar Türkiye sınırına doğru yaklaşıyor. Demokratik Suriye güçlerine karşı güvenlikli bölge , bir şerit oluşturma gayretinin içinde sanıyorum esas mesele İdlib’den gelen nüfusu bu ceplere yerleştirmeyi mi düşünüyorlar. Bir de şunu hiç konuşmuyoruz, bölgeye yapılan harekatlarda ne kadar insan kaybı oldu, ne kadar mali kayıplarımız var, çevre ve iklim kayıpları neler? Bunlar da açık değil.

Diğer bir husus da şu: Türkiye’nin yönetimi ve derin yönetimleri bölge Kürtlerinin şöyle olmasını istiyor, “Mesela Barzani gibi olursan seni severim” diyor. Demokratik Suriye Güçleri içindeki Kürt gruplar Barzanist de olsa bir problem olmayacak. Aslında farkındalar mı bilmem, Türkiye Suriye politikasıyla kendi toprakları içinde var olan Kürt sorununu bütünleştirdi bölgesel bir duruma yükseltti. Altını çizmek istediğim diğer husus da şu, Suriye’de bir despot, faşist bir rejim var ancak bu rejim, bu devlet BM tarafından tanınıyor mu? Tanınıyor, sınırları değişti mi 2011’den bu yana Suriye’nin?

 

ÖM: Hayır.

 

AB: Resmi sınırları değişmedi. Ancak Suriye’nin sınırları da, Irak’ın sınırları da değişmedi ama sınırların ötesine geçmeyi hak görüyoruz. Evet burada bir iç karışıklık savaş var ama bizi kim davet ediyor oraya? Biz hangi protokoller ve mutabakatlar üzerine giriyoruz ? Uluslararası hukukta bunun bir karşılığı var mı sayın hocam?

 

 

ÖM: Bu uluslararası hukuk dışında bir durum tamamen, kaos.

 

AB: Angajman diyoruz değil mi?

 

ÖM: Evet.

 

AB: Angajman kuralları, kendimizin belirlediği kurallar...

 

ÖM: Bu ancak emperyal dönemlerde görülen imparatorlukların bulunduğu ve uluslararası hukuk diye bir şeyin olmadığı dönemden kalma bir şey.

 

AB: Evet, bir de müdahale, takip etmek, gir çık değil, yerel güçleri eğitme, silahlandırma, imar etme, köprü yapma, okul yapma, spor kompleksi yapma, orada yönetici atama neye dayanarak yapılıyor? TBMM’nin bu konuda kararı var mı?

 

ÖM: Bildiğimiz kadarıyla yok.

 

AB: Tamam “Rusya’yı ve İran’ı ben davet ettim” diyor Suriye, aynı şekilde ABD’nin de uluslararası hukuktan aldığı bir güç var mı? Yok.. BM bu konuda Türkiye’ye ABD’ye yetki verdi mi, kararı var mı BM’nin? Şu sayılı karara dayanarak mı yapılıyor tüm bunlar? O da yok!

 

ÖM: Bu o kadar acayip bir durum ki, mesela biraz önce sözünü ettiğim yazısında Prof. Oran da “Acaba konmuş devletlerden biri kalkar da Türkiye’de güvenli bölge kurmak isterse ne yaparız da demeden Fırat’ın doğusuna gireceğiz ısrarı nasıl olabiliyor?” diye sormuş. Bu da sizin de sözünü ettiğiniz uluslararası hukuk normları çerçevesinde olamayacak bir şey. Bu ne kadar olamazsa Türkiye’nin demesi de o kadar olamaz uluslararası hukuk açısından.

 

AB: Dolayısıyla biz filmi başa sarsak yani 2011-2012’lere gitsek ve Türkiye’nin buradaki pozisyonunu gözden geçirsek, Şam’da namaz kılma isteğinde olmasaydık, mesela “Reyhanlı’da Sünni vatandaşlarımız öldü” demeseydik, Kürtlerle oturup konuşsaydık, çözüm sürecini devam ettirseydik Türkiye’nin bölgesel pozisyonu ne olurdu? Böyle sürünen bir dış politika mı olurdu? Ekonomisi bu kadar kötü mü olurdu?

Bakın ekonominin kötü gitmesinin temel nedenlerinin başında bu harcamalar geliyor. Şimdi, bizim aktive etmediğimiz S400’ ler var ya, yeni aldık. Rus uçağı düşürülünce ve Suriye ve Rusya ile gerilim yaşanınca, Rusya Türkiye’ye karşı S400’leri Suriye’ye de yerleştirmişti, Türkiye’den önce S400’ler, Suriye ‘ye konulmuştu. Aynı Rusya bize de S400 sattı, Suriye‘ye de yerleştirdi.

Şimdi gerçekten bölgede, bir yanda ABD, bir yanda Rusya bulunuyor. Başlangıçta Türkiye müttefikleri ile birlikte hareket ediyordu. Türkiye, Suriye devleti ile iletişimi ile muhtemel anahtar rol oynayabilecek bir pozisyondaydı ama namaz kılma isteğini Şam’a iletince durum farklılaştı. Ayrıca Suriye’de yönetime isyan eden kesimlere sterilizasyon uygulamadı, rolünü iyi tarif etmedi .

Nitekim Suriye meselesi Türkiye’nin içi siyaseti ve AKP’yi de etkileyen konulardandır. Davutoğlu ve Erdoğan ikilisiyle Gül ve Babacan ikilisinin bugün ayrılan yollarının başlangıcı buralara kadar gider, ayrışmada bu politikada uyuşmama , hükümetin izlediği politikanın kabul görmemesi de vardır. Hatırlayın cumhurbaşkanıydı Gül ve bu politikayı onaylamadığını görev süresince de çeşitli şekillerde imalı beyan etti, daha sonra onaylamadığını belirtmişti. Şimdi kimse şu soruyu sormuyor, soruyor ama doğru doğru yanıt alamıyor, soruyu biraz yaldızlayalım, bu işin kuramcısı Davutoğlu değil miydi?

 

ÖM: Evet tabii.

 

AB: Ve bu politikanın kuramcısı bugün bir muhalefet örgütlemeye çalışıyor.

 

ÖM: Muhalefeti örgütlemeye çalışıyor ama “Bunu yaparsa bedelini de öder” diye net bir biçimde tehditkar bir açıklama geldi cumhurbaşkanı sayın Erdoğan’dan.

 

AB: Evet. Erdoğan kendisine muhalif hiçbir unsuru istemiyor, dolayısıyla Davutoğlu’nu da istemiyor, diğerlerini de istemiyor “Şunu bunu bırakın!” diyor. Ama şu var ki, bu işin bu noktalara gelmesinde Davutoğlu’nun inanılmaz bir katkısı var. Bu katkıyı göz önünde bulundurmak gerekiyor. Gerçi kendisi “Benim başbakan olmamı istedi ama bana başbakanlık yaptırtmadı” dedi.

Ana konumuza dönersek, ne dedi Erdoğan? “Fırat’ın doğusuna gireceğiz, bunu Rusya ve ABD ile paylaştık!” bayram boyunca girdik gireceğiz dedik , ABD’ye babalandık durduk , bununla meşgul olduk, sonra dedi ki “Cep oluşturacağız güvenlik koridoru oluşturacağız”. Aslında şu çok net görülüyor; ABD ve Rusya’ya rağmen burada bir pozisyon almamız mümkün değil. Suriye meselesinin genel çözümü de ABD ve Rusya’nın birlikte hareket etmesine ve karar vermesine bağlı bir husus. Dolayısıyla Türkiye başlangıçta 2011 pozisyonunun çok çok gerisinde kalmış bir durumda ve bunun hıncını anlaşılan ülke içindeki Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı bölgelerde yerel seçimlerde kazandıkları siyasi zaferleri engellemeye çalışmaktan geçtiğini düşünüyor.

 

ÖM: Evet ama bunun çok ağır sonuçları olabilir tabii. İstenen belki de kısmen de öyle bir şey mi acaba de düşünmeden edemiyor insan. Burada bir isyan olursa daha da olayları bastırır mı diye. Zaten

 

AB: Benim sorum oydu ilk başta, yani biz seçme ve seçilme hakkını gasp ederek insanları nereye davet edersiniz?

 

ÖM: Evet yani şimdi net olarak da Diyarbakır belediyesi eş başkanı Adnan Selçuk Mızraklı net bir şekilde söylemiş, gece yarısı kendisine başvurduklarını BBC Türkçe’ye. “Burada çok farklı bir niyet var, seçmen iradesi bütün değerlerin üzerindedir ama Türkiye’deki siyaset ikliminin başka bir yere evriltilmesi bundan sonraki siyasetin aritmetiğinden tutun ruhuna kadar Türkiye’deki demokrasi değerlerine kadar temsili bütün mekanizmalara olan güveni sarsacak bir darbe durumudur” demiş BBC’den soranlara, 2 saat kadar önce aldığımız bir haber bu. “Buna da sadece görevden alma olarak bakmamak gerekiyor, ortada 3 büyük il tarif ediyor ama ortaya çıkan durumun gerek parlamento düzeyinde seçilmişler açısından güçlü yansımaları olacak, gerekse de yerellerde seçilmişler açısından ciddi sonuçları olacak. Türkiye bundan sonra başka bir Türkiye olarak yoluna devam eder, artık demokrasi çıtası itibariyle bir kat daha aşağıya düşmüş bir yerden devam eder” demiş. Bir de ben şunu ekleyeyim, Baskın Oran’ın son yazısına son bir atıf daha yaparsak, “Türkiye’de tek adam yönetimi mahşerin dört atlısı üzerine oturuyor, dinci AKP, ırkçı MHP, ehlileştirilmiş Ergenekon ve ulusalcılar. Bu dört benzemezin dört ortak paydası Kürt düşmanlığı. Cumhurbaşkanı Erdoğan iktidarda kalmak için buna oynamak zorunda ama kendi oğlanlarını rapor ve bedelli sayesinde askere göndermeyen insanların başka oğlan analarını düşünmemeleri hüzün veriyor. Çünkü çok bilinen bir kuraldır, düzenli bir ordu kaostaki bir yeri işgal ettiği zaman başarılı olur ve kolayca kan döker, burada ağlayacak olan Suriyeli Kürt oğlan analarıdır ama sonra gerilla direnişi çıkınca kendi kanı dökülmeye başlar. Fehim Taştekin’in hatırlattığı bir durum zuhur edebilir, Suriye, Türkiye’nin Vietnam’ı olabilir” diye bitiriyor. “Burada ağlayacak olan da Türkiyeli analardır” demiş Baskın Oran.

 

AB: Zaten 35-40 yıldır ve 1 yüzyıldır analar ağlıyor burada.

 

ÖM: Evet.

 

AB: Belediyelere el konması sonrasında asıl mesele, yerel seçimlerde kurulan iktidara muhalif ittifakın ne söyleyeceği, nasıl bir tavır alacağı çok önemlidir? CHP genel başkanı nasıl bir tavır alacaktır? CHP’nin bugüne kadar böyle durumlarda çok iyi pozisyon almadığı aşikar. HDP’nin kazandığı 3 büyükşehir belediyesine iktidar tarafından el konması rejimin otoriter niteliğinin tahkimatıdır. Yerel seçimlerde kurulan muhalif ittifakın seçimlerden sonra her alanda sürmesi ve canlı tutulması gerekirken, maalesef bu yapılmadı, iktidar bu boş vermişliğinin karşılığını böyle verdi. İstanbul seçimleri ve genel olarak yerel seçim başarısı kapanmak üzere olan demokrasi kapı aralığını sadece genişletmişti. “Yerel seçimlerde sağlanan başarı yetmez, ittifak güçlendirilerek, demokrasiye ve anayasal rejim parlamenter sisteme dönüşe kadar devam etmelidir, daha çok iş var” diyenlere, “Ekrem kazandı, her şey güzel olacak, demokrasi geldi, hoş geldi havasına girip horon tepenler” havanda su dövdüler. Haziran 2015’den ders almalıyız, bunu tekrar etmemeliyiz demiştik.

İstanbul seçimlerinin ikinci defa yapıldığı 23 Haziran’dan sonra yaptığımız ilk programda şunları söylemiştik“Birinci tespitimiz; ittifak kurmadan aydınlığa çıkamayız, İkinci önemli tespit, güçlü muhalif ittifak ancak HDP ile olabiliyor, Kürtlerin oyu olmaksızın demokrasinin yeniden kazanılması, rejim- düzen değişikliği söz konusu olamıyor. .Yapılması gereken en önemli şey, muhalefet ittifakının dağılmamasıdır, demokrasiye yeniden kavuşmak istiyorsak ittifakın dağılmaması, güçlendirilmesi, demokrasi cephesi ittifakına dönüştürülmesi gerekir. İstanbul seçimlerinin muhalefet tarafından kazanılması elbette çok önemli ama yetmez. Türkiye’nin kuvvetler ayrılığına dayalı, demokratik parlamenter sisteme yeniden dönülmesi için, hak ve özgürlüklere dayalı bir rejimin kurulmasına dönük bir siyasi mücadele alanı doğmuştur. Yeni siyasi yolların ittifak tarafından ortaya konarak yürünmesi gerekiyor. Eğer muhalefet olarak ön kabullerinizi ortaya koymazsanız eksik kalırsınız, muhalefet ittifakı tarafından Türkiye’nin raydan çıkmış rejimini yeniden bir raya oturtmak için bir özgürlük bildirisi, anlaşması, demokrasi bildirgesi, ortaya konulmak durumundadır. Yani buna ön kabuller sözleşmesi diyebilirsiniz, demokrasi sözleşmesi diyebilirsiniz, hürriyet sözleşmesi diyebilirsiniz. Çünkü içinde bulunduğumuz rejimle gitmiyor, ancak bu şekilde Türkiye baharı yaşanabilir, demokraside kaybettiğimiz toprakları yeniden kazanabiliriz."

Eşlerin buluşması da gecikmiş bir buluşmadır, iyidir, güzeldir ama yetmiyor, beylerin de buluşması gerekiyor. Kılıçdaroğlu Demirtaş’ı hapishanede ziyaret etti mi hiç bugüne kadar? O yüzden son sözüm: ittifak gevşerse zaten azalmış olan siyaset alanı daralır, kapanır. Kapının aralığının %30’dan %50’ye çıkmasını sağlarsınız , gevşerseniz işte böyle %30’a tekrar iner. Türkiye dış politikada ve ekonomide sefalet içindedir, bu sefalet sonucu ki , otoriter rejim otoriter niteliğini daha da arttırmaya yönelmiştir. Suriye’de Fırat’ın doğusuna harekât yapamayan iktidar, ülkenin doğusuna bu şekilde harekât yapmıştır, diyelim. Yaşadığımız belediyelere el koyma süreci, bölgede diğer ülkelerde yaşayan Kürt varlığını da Kürt siyasetini de etkileyecektir, deyip aslında iktidarın ateşe benzin döktüğünü belirterek son sözümüzü söyleyelim.

 

ÖM: Çok teşekkür ederiz, görüşmek üzere.

 

CT: Görüşmek üzere.

 

AB: Hoşça kalın! İyi yayınlar.