Tükenmenin Eşiğinde: Belki Her Şeyi Kendimiz İçin İstemekten Vazgeçmeliyiz

-
Aa
+
a
a
a

Bu makale,  görmediğimiz/bilmediğimiz tüm kayıplarımızı anmak için yazılmış küçücük bir hatırlatma. Pek bir şey söyleyemedim; ama hepimizi  bu yaz yaşanan büyük yangınlarda ve sel felaketlerinde hayatlarını kaybeden canlılar için saygıya ve yasa davet ediyorum. Onlar hakkında fazla bir şey bilmiyoruz, onları tanımıyoruz. Ama yaşadıklarını ve öldüklerini biliyoruz. Ve onların ölümünün hepimizi eksilttiğini de biliyoruz.

Kaynak: Common Dreams (12 Eylül 2017)

Altında yaşadığım puslu gökyüzünün aksine, gerçekleri görmek isteyenler için olup bitenler apaçık ortada: bu yaz yaşadığımız “doğal” afetlerin tohumları insan eliyle atıldı. Kuzeybatı A.B.D., Kanada, Grönland ve Avrupa’da çıkan dehşetengiz yangınlar, büyüklük ve yarattıkları tahribat açısından, medyada sıklıkla “eşi benzeri görülmemiş” diye nitelendirildi. Kasırgalar ve muson yağmurları, ve bunların yol açtığı taşkınlar ve yıkım “rekor seviyelere ulaştı” diye açıklandı medyada, rutin bir şekilde. Bu yazıyı okuyanların ayrıca ikna edilmesine gerek olduğunu sanmıyorum; insanlar --hem nüfus olarak hem de alışkanlıkları ile-- gezegenimizin ısısının yükselmesine ve çok sayıda beklenmedik afetlerin yaşanmasına ciddi ölçüde katkıda bulundu. Bu bağlamda, Türkiye’de (ardı arkası kesilmeyen) ve Meksika’da (muazzam yıkım yaratan) depremlerden de söz etmem gerekirdi. Ancak, her ne kadar sezgilerim bu tür depremler ile iklim değişikliği arasında bir bağlantı olduğunu söylese de, bu tahmini destekleyici araştırmalar henüz yeni yeni yapılmaya başlandığı için depremleri şimdilik konumuz kapsamına almıyorum.

(İnsan olarak) kısa-vadeli çıkarlarımızı daha da genişletmeye olan yatkınlığımız, medeniyetin en başlarından beri doğayı altüst etmekle malûldür. ‘Bereketli Bölge’de (Nil deltasından Dicle-Fırat vadisine uzanan ve Basra Körfezinin kuzeyini de içine alan verimli ekin alanında) sulamalı tarıma geçilmesi, gıda üretiminde muazzam bir artışa ve beraberinde nüfus patlamasına yol açtı. Dağlardan aşağıya, tozlu ovalara su sevk etmek gibi dahiyane bir buluş yapılmadan önce, aslında ‘Bereketli Bölge’ pek de bereketli değildi. Sonra şehirler büyüdü, krallıklar haline geldi. Ancak, epeyce uzun bir verimli dönemden sonra sulama, toprağın tuzlanmasına yol açtı. Toprak yeniden kısırlaştı ve tarım için faydasız hale geldi. İnsanlar ve çiftlik hayvanları açlıktan ölmeye başladı veya kitleler halinde göç etmeye mecbur oldu. Sulamalı tarım iyi fikirdi!

Derken, ‘İçten Yanmalı Motor’, malların bir yerden bir yere taşınmasını kolaylaştırdı. Endüstriyel Devrim hem üretimi, hem talebi arttırdı. Otomobilin icadı, maksat o olmasa bile, insanlara geniş bir özgürlük ve hareket kolaylığı bahşetti. Aynı zamanda dünyanın “bağırsaklarının” deşilip yukarı pompalanmasını sağladı; atmosferin CO2 ile dolmasına, yüzbinlerce insanın petrol savaşlarında ölmesine yol açtı. Yani içten yanmalı motor da harika bir fikirdi, ama bazı “tali” sorunlar baştan öngörülememişti!

Plastik. İşte müthiş bir icat daha. Dayanıklı, esnek, hafif, ve ebedi… Sayılamayacak kadar çok ihtiyacı karşılayan bir malzeme. Ve gayet elverişli olarak, içten yanmalı motorlara enerji sağlayan fosil yakıtları kullanarak elde ediliyordu. Yazık; hiç hayal edemedik ki plastik, içme suyumuza, deniz tuzuna, hatta içtiğimiz biraya karışacak ve Dünya’nın okyanuslarında yaşayan tüm canlıların karınlarına giren filamanlara (ısıtıcı elektrodlara) dönüşecekti sonunda.

Hayatımızı daha iyileştirmek için tasarlanan yaratıcı buluşların listesi uzun ve çok çeşitlidir. Ama insanlığın, tabiatın doğal düzenine müdahale eden her girişimi (isterseniz “iyileştirme” deyin buna), bir süre sonra kaçınılmaz olarak geri dönüp bize zarar veriyor. Hem de çok. Fukuşima’yı rahatlıkla bu listenin başına koyabiliriz; Homo sapiens’in (insan, akıl adamı) zekice buluşlarının aslında insanlığa zarar veren budalalıklar olduğu konusunda çoğumuz hemfikirizdir sanırım.

Bu “ilerlemelerin” ardındaki motivasyonu (dürtüyü) incelersek, insanların genelde hayatı daha güvenli ve konforlu kılmak, veya kolaylaştırmak istedikleri sonucuna varabiliriz. Belki bunu kendileri veya ait oldukları kabile için, belki ait oldukları sınıf veya ulus için istiyor olabilirler; ama bu dürtü kötücül bir niyetten kaynaklanmıyor. Gelişmiş zekâmızı, türümüzü (veya türümüzün alt gruplarını) aksi veya elverişsiz yönde etkileyen durumları görmek için kullanıyoruz ve bunları düzeltmek için yollar icat ediyoruz. Bunda bu kadar yanlış giden ne olabilir?

Derler ki, sonradan-görüş, ön-görüşten daima daha isabetlidir. Bunun nedeni dünyamızı doğru dürüst anlayamamaktan kaynaklanıyor olabilir mi? Acaba bu gezegenin yaşam biçimleri hakkında kritik bilgilerden ve birbirleriyle iç içe geçmiş, bağlantılı bilgilerden yoksun olduğumuz için mi böyle oluyor? Problem-çözme alanında bir enerji santrali olduğuna inandığımız üstün zekâmız, belki çözülen sorunların sürdürülebilirliği için gerekenli olan geniş çaplı bir vizyona sahip değil? Hımm… burada bir kibir söz konusu olabilir mi acaba? Öyle ise, bunu nasıl çözeceğiz? Lineer (doğrusal) düzeltmelerle halledilebilecek gibi görünen açık-seçik sorunlar, aslında çok-yönlü ve çok-katmanlıdır. Sadece gördüğümüzü görüyoruz --çünkü algılama yeteneğimizin sınırları var—ve bu sınırlara göre hareket ediyoruz. Bunda bir kabahat yok aslında. Ama bir şeyi tekrar, tekrar yapıyor ve tutarlı sonuçlar elde ediyorsak, bulduğumuz parlak çözümler bizi tongaya düşürebilir. Hızlı elde edilmiş kazançlar = uzun-vadeli felaketler: bu, insanlığın sık sık başına gelen bir hikâyedir. Bunu sorgulayabiliyor muyuz? Hatta farkında mıyız? Gurur duyduğumuz kognitif (bilişsel) kapasitemize rağmen (veya tam da bu yüzden), antroposentrik alışkanlıkların (anthropocentrism: insan-içincilik;  insanı evrenin özeği sayan, bütün öbür yaratıkların insan için yaratılmış olduğunu söyleyen dinsel nitelikli bir anlayış) ve kendinden fazla emin olmanın yarardan çok zarar getirdiğinin farkında mıyız?

İşte geldiğimiz nokta: 2017 yazı Arktik (Kuzey Kutbu) buzullarının erimesi, sıcaklığın artması, okyanusların yükselip sularının asitleşmesi ile geçti; gezegenimizin insan-olmayan canlılarının tükenmekte olduğu insanları fazla ilgilendirmedi. En baştan beri hep kendimizi düşündük. İnsanlık tarihinin bilinen başlangıcından beri daima daha iyi, daha uzun, daha mutlu hayatlar istedik. Hep kendimiz için! Yeteneklerimizi elde etmek istediğimiz şeyler için kullandık; yeni yürümeye başlayan çocuklar gibi, çevremizdeki daha geniş dünyanın bilincinde olmadan, davranışlarımızın sonuçları olacağının hiç farkına varmadan hep istedik. Üzerinde yaşadığımız dünyanın ve çevrenin sırrına erişilmez karmaşıklığının ve doğanın kusursuz dengesinin bilincine varmadan yaşadık.

Ya da bilincindeydik, ama o bilincin gerektirdiği iradeyi veya kararlılığı ortaya koyamadık. Şimdi dürüst olalım, birileri bu gerçeklere her zaman dikkat çekiyordu. Herkes deprem fay hatlarının üzerinde nükleer enerji santralleri kurulmasının parlak bir fikir olduğunu düşünmüyordu. Sümerler zamanında da birileri çıkıp, dağlardan aşağıya, vadideki arazilere su akıtılmasının yanlış olduğunu kesin bir dille söylüyor olmalıydı kuşkusuz! Ama ortak düşünce, veya ortak düşünce ve davranışa hükmeden egemen güçler, kısa-vadeli kazançların engellenmesine izin vermiyordu.

Bir ilerlemeden diğerine, bir yenilikten başka bir yeniliğe, yol üstünde bir çoğunu tamir etmek zorunda kalarak, yalpalaya yalpalaya bugünlere geldik. Şimdi süper güçle esen fırtınaları ve muazzam yangınları seyrediyoruz ve ne görüyoruz?

Maalesef, hemen her zaman olduğu gibi, kendi çıkarlarımızdan başka pek az şey görüyoruz. Çok çeşitli kaynaklarda yayınlanan raporları ve yorumları okuyorum; birçok rakamsal bilgiler veriliyor: yangınların büyüklüğü, rüzgârların saatte kaç mil hızla estiği, kaç hektar alanın hala kontrol altına alınamadığı, vs. hakkında haberler veriliyor. Ve yaşanan yıkımın ve kayıpların hikâyeleri anlatılıyor: yerle bir olan evlerin, haritadan silinen işyerlerinin, ölen ve yaralanan canların fotoğrafları ve videoları gösteriliyor.

Ama insan eliyle büyütülen ve hızlandırılan bu tabiat olaylarının, başka canlıları nasıl etkilediğini konuşuyor muyuz? Tekrar ediyorum, doğadaki diğer yaşam biçimlerini nasıl etkilediğinden bahsediyor muyuz? Ölen hayvanlar hakkında bir şey okuyor muyuz, konuşuyor muyuz, duyuyor muyuz? Yanan ağaçları, tahrip olan denizleri ve çevreyi düşünüyor muyuz? Evet, bize ait olan hayvanlar hakkında, ki tıpkı evlerimiz, işyerlerimiz ve otomobillerimiz gibi malımız sayılır, onlar hakkında şurada-burada haberler okuyoruz, duyuyoruz. Ev hayvanları, çiftlik hayvanları, hatta hayvanat bahçesindeki hayvanlar ilgi görüyor. Miami Hayvanat Bahçesi’ndeki çitayı nasıl güvenlik altına alacağız? Veya Kübalı yunusları nasıl afet bölgesinden hava araçları ile kaldırıp adanın karşısındaki güvenli sulara indireceğiz? Ne kadar insani çabalar, değil mi, yunusların kurtarılması yani? Peki ama, denizlerdeki “vahşi” canlıların akıbeti ne olacak?

Mesele şu: bütün bu felaketleri biz kendimiz yarattık, veya oluşumuna katkıda bulunduk; çünkü daima sadece kendimizi düşündük ve hayatın doğal dengesini görmezden geldik. Çünkü bizim, biz insanların ihtiyaçları, benekli kertenkelelerin ihtiyaçlarından daima daha önemli ve daha büyüktü.

Ve belki doğrudur bu. Evet, belki insan hayatı yeryüzündeki tüm canlıların hayatından daha değerlidir. Ben kimim ki buna karar verebileyim? Ben de bir insan evladıyım, ve herkes gibi bende de aynı kibir ve miyopluk olabilir.

Yine de, kendi kendime soruyorum: eğer bir düzen yolunda gitmiyorsa, neden bunu sürdürmekte ısrar edelim? Orman yangınlarında kavrulan çam ağaçlarına veya muson fırtınalarıyla kökünden sökülüp ölen diğer ağaçlara özel bir sevgimiz olmasa bile, pragmatizm ( faydacılık), tutumumuzu değiştirmemizi öngörüyor.

Ateş ve Su  unsurlarının zaptedilemeyen güçleri ile yüz yüze kaldığımızda, doğal yaşamın ve Dünya gezegeninin  zarar görmesini ve ölüme gitmesini önleyemeyiz; ama karşılamamız gereken maliyeti değerlendirebiliriz. Bunların yasını da tutabiliriz. Doğanın kaybı, kuşkusuz bizim de kaybımızdır, ve onun yaşamımızdaki önemini göremiyorsak, eğer bu gezegendeki başka hayatların varlığını göz ardı ediyorsak ve/veya onlara hakim olmaya çalışıyorsak, biz insanlar da tükenmeye mahkumuz.

Bu makale,  görmediğimiz/bilmediğimiz tüm kayıplarımızı anmak için yazılmış küçücük bir hatırlatma. Pek bir şey söyleyemedim; ama hepimizi  bu yaz yaşanan büyük yangınlarda ve sel felaketlerinde hayatlarını kaybeden canlılar için saygıya ve yasa davet ediyorum. Onlar hakkında fazla bir şey bilmiyoruz, onları tanımıyoruz. Ama yaşadıklarını ve öldüklerini biliyoruz. Ve onların ölümünün hepimizi eksilttiğini de biliyoruz.

Makalenin İngilizce aslını okumak için tıklayın.

İngilizce aslından çeviren: Canan Ener Silay