Haftanın Kitapları: 28.10.2011

-
Aa
+
a
a
a

Orhan Pamuk

Saf ve Düşünceli Romancı

İletişim Yayınları, 2011, 153 s.

Orhan Pamuk’un dünyaca tanınan bir yazar olduğunu söylemek artık herkesçe bilineni tekrar etmekten öte değil; zaten kitapları birçok dile çevrilmişti ama elbette Nobel Edebiyat Ödülünü almasıyla birlikte yeni ve önemli kapılar da aralanmış oldu önünde. Daha önce T.S. Eliot, Borges, Italo Calvino ve Umberto Eco gibi isimlerin verdiği Harvard Üniversitesindeki geleneksel “Norton dersleri”ni, haberini daha önce aldığımız üzere, Orhan Pamuk da verdi; böylelikle söz konusu isimler arasına bu özelliğiyle de katılmış oldu. Pamuk’un “ders notları” okunduğunda, genel olarak kendisinin edebiyat ve sanat anlayışını aktardığı söylenebilir; biraz daha ayrıntıya inildiğinde de roman yazma ve özellikle de okuma hallerini açıkladığı görülüyor. Hatırlanacaktır Orhan Pamuk’un Nobel Ödülünü alırken yaptığı konuşma, sonradan Babamın Bavulu ismiyle bir kitapçık şeklinde yayımlanmıştı. O konuşma metninde Orhan Pamuk’un sık sık “otuz yıldır roman yazıyorum” cümlesine rastlanıyordu, Saf ve Düşünceli Romancı’daki metinlerde ise Pamuk sık sık kırk yıldır roman okuduğundan ve öncelikle bir okur olarak dünya klasikleriyle ilişkisinden söz ediyor. 

Kitaba verilen ismin nereden geldiğine baktığımızda, bunu Orhan Pamuk’un cümleleriyle aktaralım: “Bazı yazarlar, romanlarını yazarken, kullandıkları teknikleri, kafalarıyla yaptıkları işlemleri ve hesaplamaları, roman sanatının kendilerine sunduğu vitesleri, el frenlerini ve düğmeleri kullandıklarını, hatta bunların yenilerini icat ettiklerini fark etmezler de, çok doğal bir şey yapıyormuş gibi sanki kendiliğinden yazarlar. Roman yazmanın (ve okumanın) yapay bir yanı olmasını hiç mesele etmeyen bu tür duyarlığa, bu tür roman okuruna ve yazarına ‘saf’ diyelim. Bunun tam tersi bir duyarlığa, yani roman okurken ve yazarken metnin yapaylığına ve gerçekliğine ulaşamamasına takılan ve roman yazılırken kullanılan yöntemlere ve okurken kafamızın işlemlerine özel bir şekilde dikkat eden okurlara ve yazarlara da ‘düşünceli’ diyelim. Romancılık, aynı anda hem saf hem de düşünceli olma işidir. Ya da hem ‘naive’ hem de ‘sentimentalisch’ olma işidir. Sözünü ettiğim ayrımı ilk defa 1795’te Alman şair yazar Friedrich Schiller ünlü ‘Saf ve Duygusal Şiir Üzerine (Über naive und sentimentalische Dichtung) makalesinde ortaya koymuştur.”

Orhan Pamuk, kitap boyunca sık sık E.M. Forster’ı ve onun iyi bilinen eseri Roman Sanatı’nı anıyor. Hatta bu kitabı romancı olmak için çok büyük bir istek duyduğu yirmili yaşlarında okuduğunda ondan etkilendiğini –oldukça etkilendiğini– belirtmiş. Saf ve düşünceli ikiliğini, gerçeklik ve düşsellik şekline dönüştürerek ele alırsak; Roman Sanatı kitabının Türkçe baskısında, çevirmenin önsözünde belirttiği gibi, “Roman yazarları bir yandan yaşanan olayları örnek alır, bunlardan sapmamaya çalışarak gerçekçi bir tutum izler; öte yandan ise kendi yarattıkları olay ve kişilerden oluşan bir dünyada hayal gücünü işleterek, günlük yaşamdan uzaklaşabileceklerinin bilinci içindedirler. Özündeki bu iki karşıt eğilim nedeniyle roman, gerçeklik ve düşsellik arasında uzanan geniş bir yazı alanıdır.” (E.M. Forster, Roman Sanatı, çev. Ünal Aytür, Adam Yayınları, 1982) İlginçtir; Forster’ın bu kitabı da 1927 yılında Cambridge Üniversitesince düzenlenen bir dizi konuşmadan oluşmuştur.

Umberto Eco

Genç Bir Romancının İtirafları

çev. İlknur Özdemir

Kırmızı Kedi Yayınevi, 2011, 192 s.

Umberto Eco’nun Genç Bir Romancının İtirafları kitabı da, Richard Ellman Konferansları’na dayanıyor. Tabii Eco’nun kendisini genç bir romancı olarak tanıtması ilk başta yadırgansa da, şu cümlelerine hak vermemek de elde değil. “Bu konferansların başlığı Genç Bir Romancının İtirafları; aslında neden böyle diye sorabilirsiniz, çünkü ne de olsa yetmiş yedi yaşıma doğru yol almaktayım. Gelin görün ki ilk romanım olan Gülün Adı 1980’de yayımlanmıştı; demek ki romancılık kariyerime başlayalı sadece yirmi sekiz yıl olmuş. Bu bakımdan, kendimi bugüne kadar sadece beş romanı yayımlanan, önümüzdeki elli yılda da daha pek çok romanı yayımlanacak olan çok genç ve kesinlikle umut vaat eden bir romancı olarak görüyorum. ”

Kendisini umut vaat eden genç bir romancı olarak tanımlayan Eco, nasıl yazdığına dair birkaç kelime söylemesine yetecek kadar deneyim sahibi olduğunu da umduğunu belirtmiş; bir başka deyişle, konferans metinlerini bu doğrultuda kaleme almış. Orhan Pamuk’un kitabı ve onunla hemen hemen eşzamanlı olarak yayımlanan bu kitap, kuşkusuz içerik olarak birbirlerine oldukça yakınlar. Hatta Orhan Pamuk’un ve Eco’nun kitapları arasında özdeşlik kurmaya devam edeceksek eğer, sanırım burada Tolstoy’un Anna Karenina romanını ortaya sürmek en doğrusu; çünkü Orhan Pamuk’un dönüp dönüp Anna Karenina’nın dışarıda kar yağarken gece treninde kitap okumaya çalışmasının anlatıldığı sahneyi örnek olarak vermesine benzer şekilde, Umberto Eco da, “Eğer Anne Karenina’nın gerçek dünyada var olmayan kurmaca bir karakter olduğunu biliyorsak, o zaman onun düştüğü kötü durumuna neden ağlıyoruz, ya da talihsizliği bizi neden derinden etkiliyor,” diye soruyor.

Cemil Kavukçu

Bir Öykü Yazalım mı?

res. Mustafa Delioğlu

Can Çocuk Yayınları, 2011, 93 s.

Orhan Pamuk ile Umberto Eco’nun okurluk ve yazarlık üzerine kitaplarına ek olarak, Cemil Kavukçu’nun da genç okurlara yönelik, öykü yazmakla ilgili bir kitabı yayımlandı. Dokuz yaş ve üstü çocuklara hitap eden romanda, Fatoş’la tanışıyoruz... Bir Öykü Yazalım mı?, en sevdiği yazarın okuluna geleceğini duyan ve öykü yazmaya çok hevesli olduğu için yazarla karşılaşmaya can atan Fatoş aracılığıyla, çocukları öykü yazmaya yönlendirecek bir kitap olarak nitelendirilebilir. Hikâyedeki Yazar’ın cümleleriyle: “Aranızda bulunmamın nedeni, sizi öykü yazmaya yönlendirmek. Bunu bir ders gibi düşünmeyin. Ben sizlerle deneyimlerimi paylaşacağım. Öykü yazarken nelere dikkat etmemiz gerektiğini, nereden ve nasıl başlayacağımızı, olay örgüsünü nasıl kurgulayacağımızı konuşacağız. Ama konuşmakla kalmayıp yazmaya da başlayacağız. Burada en iyi öğretmen sizsiniz. Çünkü öykü, yazarak ve okuyarak öğrenilen bir şey.”

Celil Oker

Beyaz Eldiven Sarı Zarf

Altın Kitaplar Yayınevi, 2011, 175 s.

Celil Oker’in ünlü karakteri Detektif Remzi Ünal’la bu sefer öykülerde karşılaşıyoruz. Ya da artık ezberlenmiş tanımla; “Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendisine saygısı olan hiçbir frequent flyer’ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf charter şirketlerinde bile tutunamayan, MS Flight simülator manyağı, eski pilot, ex-kaptan, nevzuhur özel detektif Remzi Ünal”la... “Bir Remzi Ünal Polisiyesi” üst başlıklı romanların ardından Beyaz Eldiven Sarı Zarf’taki bazı öyküler de “birer Remzi Ünal öyküsü” olarak tanımlanabilir. “Bazı” öyküler, çünkü Remzi Ünal’ın olmadığı öyküler de yer alıyor kitapta. Tam da bu öykülerde Celil Oker’in karakter yaratmadaki ustalığına tanıklık ediyoruz. Nasıl ki, hayali bir kurum üzerinden “gerçek” bir özel detektif karakteri yaratmışsa Celil Oker; Remzi Ünal’ın görünmediği öykülerdeki karakterler de en az Remzi Ünal kadar “inandırıcı.” 

Jeremy Robinson

Nabız

çev. Çiğdem Öztekin

Pegasus Yayınları, 2011, 479 s.

Gen teknolojisi ve biyoteknolojik ilaçlar alanında dünya çapında ün yapmış olan Manifold şirketinin kurucusu –efsane yatırımcı olarak anılan– Richard Ridley’in ölümsüzlük peşinde koşmasına dayanan bir hikâye kurmuş Jeremy Robinson… Bu yüksek teknoloji temelli hikâyeyi antik yol rehberleri ve mitolojiyle birlikte geçmişle bir araya getiren yazar, özel bir birim aracılığıyla da macerayı eklemiş romanına. Satranç Takımı olarak anılan bu özel birim; Şah kod adlı Jack Siegler ile Vezir, Kale, Fil, At ve Koyu Mavi’den oluşmaktadır. Nabız romanının aynı zamanda yazarın “Satranç Takımı serisi”nin ilk kitabı olduğunu öğrenmek, bu özel birime olan ilgiyi artıracaktır hiç kuşkusuz… (Bu arada serinin ikinci romanı Instinct\”İçgüdü” ismini taşıyor.) Bir başka deyişle bilimkurgu, tarih ve macera-gerilimin bir araya geldiği roman, bu yapısıyla klasik bir bestseller.

D. H. Lawrence

Oğullar ve Sevgililer

çev. Nihal Yeğinobalı

İmge Kitabevi Yayınları, 2011, 591 s.

Oğullar ve Sevgililer Lawrence’ın magnum opus’u kabul ediliyor. Merkezinde Paul Morel’in yer aldığı romanda otobiyografik öğelerin ağırlığı da olduğu söylenir. 1960 yılında beyazperdeye de uyarlanmış bu roman. Yönetmenliğini Jack Cardiff’in üstlendiği, başrollerinde Trevor Howard, Dean Stockwell ile Wendy Hiller yer aldığı film, zamanında önemli ödüllerin de sahibi olmuştu. Çok kısaca söylersek; bir anne ile oğul arasındaki karmaşık ilişkide odaklanan, bu ilişkiyi derinlemesine çözümleyen roman, modern İngiliz edebiyatının en parlak eserlerinden…

Thorsten Botz-Bornstein

Filmler ve Rüyalar

çev. Cem Soydemir

Metis Yayınları, 2011, 237 s.

Özellikle son bir iki yıllık süreç göz önünde bulundurulursa, rüya ve film ikilisi bir arada düşünüldüğünde akla gelen ilk film -kaçınılmaz olarak- Christopher Nolan’ın yazıp yönettiği ve Türkiye’de Başlangıç ismiyle gösterime giren Inception olacaktır. Elbette bu biraz popüler bir bakış; ne de olsa Inception, rüyayı ele alan ne ilk film ne de son olacaktır. Nitekim Botz-Bornstein da kitabında daha çok Tarkovski, Bergman, Sokurov, Kubrick ve Wong Kar-Wai gibi yönetmenlerin filmleri üzerinde durmuş. Bu yönetmenlerin ve filmlerinin kitapta ne şekilde ele alındığını da yazarın şu cümleleriyle özetleyebiliriz: “Çalışmaları kitabın muhtelif bölümlerinde defalarca irdelenecek olan Andrey Tarkovski, estetik rüya fenomenlerini işleyerek tutarlı bir gerçekçilik-karşıtlığı geliştirir. (…) Sokurov bir rüya estetiği geliştirerek modern imaj ideolojisine karşı yıkıcı bir saldırı başlatmıştır. (…) Ingmar Bergman’a ayırdığım bölümde film rüyalarının psikanalitik boyutunu irdeliyorum….”