Hayat

-
Aa
+
a
a
a

Psikiyatri uzmanı Engin Geçtan’ın son romanı haziran ayında Metis Yayınları tarafından yayınlandı. Açık Radyo’da geçmiş dönemlerde programcı olarak yer alan Geçtan’ın daha önce psikiyatri dışındaki konular üzerine kaleme aldığı “Dersaadette Dans”, “Bir Günlük Yerim Kaldı İster Misiniz?”, “Kırmızı Kitap” ve “Kızarmış Palamutun Kokusu” isimli üç romanı ve 40 yıllık bir deneyimin ardından psikiyatriye, ülkemiz insanına ve bugün kaosun kenarında yaşanan süreçlere bakışını dile getiren “Kimbilir” adlı bir kitabı yayınlanmıştı. “Hayat”ta ise Engiç Geçtan çağımızda değişen yabancılaşma, duyarlılık, yalıtılmışlık ve depresyon gibi kavramlar üzerinde durarak günümüz insanının hayata bakışı ve değişen hayatı üzerine eğiliyor. Geçtan kitabında günümüz insanını ve ortak ruhsal sorunlarının nedenlerini bir psikiyatr gözüyle incelerken meslek dışı okuyucuların da kolaylıkla ilişki kurabileceği bir üslup kullanıyor.
Örneğin çağımızda teknolojinin de dayattığı bir takım zorunluluklarla insanın artık kendini hızla uyuşturmasını şöyle dile getiriyor:

“Büyük kent insanının sık sık kullandığı uyuşturuculardan biri de hız. Aynı şey telaşsız da aynı sürede yapılabilir, üstelik yapılacak şeye ayrılan zaman ve enerjinin bir bölümü seferberlik sırasında tüketilmeden. Ama hız insanın içindeki boşlukla yüzleşebilmesi için çağdaş normların da pekiştirdiği ve uyuşturucu niteliği kazandığında yavaşlatılması zor bir araç.”

Ya da yabancılaşmış daimi depresyonun eşiğinde yapay trajedilerle kendini hayatta bir yere ait hissetmeye çalışan günümüz insanının temel sorunlarından biri olan kendi ile, iyi ve kötü yanları ile cesurca yüzleşememe durumunu Andersen’den alıntıladığı bir masalla açıklamaya çalışıyor Geçtan. Bu masal, gölgesini uzun yıllar önce kaybeden ve orta yaşın eşiğindeyken bir gün gölgesi ile yeniden karşılaşan bir adamı anlatıyor. Adam yıllar sonra gölgesi ile yeniden karşılaştığında entrikacı, güçlü ve vicdansız gölgesi adamı esir alıyor ve yıllardır kötü olduğunu düşünerek gölgesini, yani görmek istemediği yanlarını gizleyen adam gölgesinin hayatını karartmasına karşı koyamıyor. Bu ve benzeri alıntılarla akıcı bir dille kaleme alınan Hayat, yayımlandığı günden bu yana okurlarının büyük ilgisini kazandı ve şu anda kitap üçüncü basıma hazırlanıyor. Geçtan bu yoğun ilginin nedenini sorunların, konuların günlük hayattan alınan ve insanların kolayca ilişki kurabildiği örneklerle anlatılmasına dayandığını belirtiyor. Engin Geçtan, Hayat isimli kitabında öncelikle yabancılaşma ve yalıtılmışlık kavramları üzerinde duruyor. Yabancılaşma duygusu insanlık tarihi boyunca varolan bir kavramdı, ancak günümüzde niceliği ve niteliği hayatın her alanını etkileyecek bir biçimde arttı.

Geçtan’a ilk olarak, bu duygunun neden bu kadar yoğun yaşandığını ve bu duygudan kurtulmanın mümkün olup olmadığını sorduk...

Hayat'ta "kendi zamanını yaşamak"tan sözediliyor

Engin Geçtan: Geleneksel yapı içerisinde tabii ki insanlar neleri, nasıl yapacaklarını ya da yapamayacaklarını sistemin belirleyicileri tarafından alıyor ve ona göre davranmaya çalışıyorlardı. Dolayısıyla geleneksel yapının hem insanı kısıtlayıcı ama kendisini güvende hissetmesini, bir tür var hissetmesini sağlayan yanları vardı. Üstelik de geleneksel yapının ayrı özellikleri var, şöyle ki geleneksel yapıda çok yasak var ama usulü dairesinde yapıldığı takdirde yasaklardan nasıl kaçılacağı da belirlenmiş. Genel olarak dünyada bu geleneksel yapılar çözüldükçe tabii ki insanlar kendilerini hangi normlara göre yöneteceklerini,
yönlendirebileceklerini bilemez hale geldiler giderek. Bu tabii boşluktalık duygusu bir takım yerlere tutunmalarına neden oldu. Benim kitapta da sözünü ettiğim gibi, mesela insanlar bir uyuşturucu madde olarak hız üzerinde çok durdu, ya da diyelim ki bir takım ilişki ağlarının içerisinde gerçek ilişki olmadan aslında salt dayanışma üzerine kurumuş ilişki ağlarına ya da alternatif inanç sistemlerine çok itibar ediliyor son zamanlarda. Çünkü orada “şöyle yaşamak iyidir” diye bir takım öğütler veriliyor ya da yollar gösteriliyor. Bu karışıklığın ve belirsizliğin içerisinde herkes kendi seçimini kendi yapma durumunda bana sorarsanız. Yani tabii zor olan nokta şu, eskiden ortaklaşa bir takım normlarımız vardı, bugün biraz herkes kendi normunu kendi yaratmak durumunda. Bu da hiç kolay değil. Şöyle diyeyim, yolu için bir formül yok ama sadece bir tanımlama getirebilirim, insanın kendi iç sesi ile diyalog halinde bulunabilmesi çok önem taşıyor. Ama bundan projeleri kastetmiyorum, çünkü bana göre hayat projeler dizisi değildir. Her bir anımızda içimizden gelen bir ses var, onu duyabiliyorsak, dinleyebiliyorsak o zaman hayat kendiliğinden akabiliyor. Ama bunu gerçekleştirmek pek de kolay değil, onu kabul edeyim. Bir de bunun başka boyutu var kitapta sözünü ettiğim “kendi zamanını yaşamak” diye bir şeyden söz ettim, bu doğrudan sizin sorunuzla ilgili. Çünkü bir şey planlıyoruz ama planladığımız amaç, ona giden yolu denetlememiz mümkün değil. Onun için oraya giden yolda biraz yolun akışına kendimizi bırakmamızda yarar var. Sakın bunu kadercilik olarak almayın, ama benim ilk kurgu kitabımda yazdığım gibi, geleceği aşırı denetlemeye çalıştığı için bir pişmanlık ifade eden bir karakter “Ben fırtına çıktığı zaman onu durdurmaya çalışacağım yerde fırtınanın beni götürdüğü yerde savaşmalıydım” diyor.

Geçtan’ın üzerinde durduğu bir diğer önemli nokta da çağımız insanının, yaptığının içinde olmak yerine onu seyreden olmayı seçme durumu. Çoğumuz içinde yaşadığımız sorunların bir süreç olduğunu ve asıl hayatın bu sürecin sonunda ortaya çıkacak olan yeni bir boyut olduğunu düşünüyoruz. Peki bu, yabancılaşmanın getirdiği sonuçlardan biri mi?

EG: Bunun kökeni tabii vaktiyle Erich Fromm’un tanımladığı gibi insanın doğadan kopması, doğaya yabancılaşması ve üstelik kitabımda vurguladığım gibi, doğayı üstesinden gelinmesi gereken bir düşman gibi görmesinden kaynaklanıyor. Fakat tabii bu süreç içerisinde bir başka öge daha işin içine giriyor: Mülkiyet dürtüsü. Herşeye ilişkilere dahi mülkiyet dürtüsü ya da beklentisi içinde baktığımız zaman tabii ki hayatımız da bizim mülkümüz oluyor. Bu aydınlanma denilen ve özellikle terminal hastalıkların son aşamasında bazı insanların yaşayabildiği bir şey var, bunun üzerine çok ilginç bir film yapılmıştı; bir Fransız rock ya da pop şarkıcısı –bilmiyorum- AIDS oluyor ve o son dönemini filme almak istiyor. Ben bu filmi Beyoğlu sinemasında gördüm ama adını şu anda hatırlayamıyorum. Bir haftada gösterimden kalktı. Sonunda geldiği bir yer var bu genç adamın, “Ölümden korkmuyorum çünkü ben ve hayatım diye bir şey yok, ben hayatın merkezindeyim” diyor. Yani hayat bizim ve bizim dünyamız bir tek ve bir bütün, ‘ben ve hayatım’ diye ayırdığımız zaman tabii ki demin sözünü ettiğiniz yabancılaşmaya kadar gidebilecek noktalara geliyoruz.

Engin Geçtan çağımız insanı ve hayatı incelediği kitabında psikiyatrinin yanı sıra fizik başta olmak üzere özellikle kuantum fiziği ve diğer disiplinlerden de yararlanıyor. Bu doğrultuda, psikiyatri ne zamandan beri disiplinlerarası yaklaşıma ihtiyaç duyuyor, ve psikiyatri günümüzün ruhsal sıkıntılarına tek başına yeterli mi?

EG: Günümüz psikiyatrisi önemli ölçüde kendine dönük bir şekilde sürdürülmekte. Yani bu arada tabii ki istisnalar var, netice itibarı ile sanıyorum yazdıklarımdan anlaşılıyor ki ben bu sınırları kabul etmemiş biriyim. Ama bunun başka modelleri var, ben kendi çabamla, kendi merakımla bu sınırların ötesine olabildiğince, ama psikiyatrinin özünden de kopmadan bu bağlantıları kurmaya çalıştım. Ama bazı gelişmiş ülkelerde, örneğin Amerika’da giderek artan sayıda kaos enstitüleri var ve az sayıda da olsa bazı psikiyatristler bu kaos enstitüleri ile bağlantı içindeler, onlarla işbirliği yapıyorlar. Ama bunların sayıları çok az ve psikiyatri genelinde fazla etkili olamıyorlar. Bunlar bireysel çabalar daha çok, yoksa genelde ben günümüz psikiyatrisini medikal model içerisinde biraz fazla hapsedilmiş ve tutucu buluyorum. Bir psikiyatrik tedavide, özellikle

psikodinamik tedavide yani psikoterapide muhakkak ki kuramlarımızı çok iyi öğrenmemiz gerekiyor, ama Carl Gustav Jung’un vaktiyle söylediği bir söz var ben hiçbir zaman unutmadım, ilke oldu benim için: “Kuramlarını iyi öğren ama yaşayan ruhun mucizesine

435KB

dokunduğu anda onları bir kenara bırak.” Bir psikoterapistin terapi ortamı içerisinde dans etmeyi iyi bilmesi gerekiyor, iyi öğrenmesi gerekiyor zaman içinde tabii, deneyimle olabiliyor bu ancak.
Ama netice itibarı ile hangi yöntem olursa olsun, içtenlik ve samimiyetle iyi bir işbirliği kurulabiliyorsa bir yerlere doğru hareket edilebiliyor. Benim kendi tarzımda ilişki ya da daha doğrusu ittifak içerisinde bir insanın kendisi olabilmeyi göze alabilmesine katkıda bulunmaktan öteye gitmiyor. İlişki ögesi o kadar önemli ki, bir çok şey satır aralarında yaşanıyor yoksa okkalı laflarda ya da yorumlarda değil. Frieda Fromm-Reichmann vardır, Türkiye’de tanınmıyor maalesef, pek kitapları çevrilmedi bildiğim kadarı ile. Bence hiçbir zaman o adı kendisine koymadı, o zamanlar

Frieda Fromm-Reichmann

böyle bir terim de yoktu, varoluşçu   psikiyatri diye bir akım yoktu, ama bana sorarsanız Frieda Fromm-Reichmann bir tür varoluşçu idi. Onun bir hikayesi vardır, yıllar önce kendisine terapiye gelmiş olan birisi ile karşılaşıyor bir yerde ve ona soruyor “Bu kadar yıl biz birlikte çalıştık, birlikte olduk, aklında kalan en canlı anı ne?” Vaktiyle kendisine tedaviye gelmiş olan kişi de “Bir akşam üzeri hava kararırken ben size gelmiştim, artık hava kararmıştı, ikimiz de elektrik düğmelerini arayıp arayıp bulamamıştık” diyor. Çünkü burada hayatın kendisi var doğrudan, iki kişi bir şeyi çözmeye çalışıyorlar. Bu elektrik düğmesi de olsa, oradaki paylaşım çok önemli.

Günümüzde artık ruh sağlığı, tedavi ve iyileşme gibi kavramların tanımının değişmesini Geçtan şöyle açıklıyor...

EG: Böyle bir tanımı ben zaten kabul etmiyorum, ben etmediğim gibi ‘normal’ sözcüğünün tanımı da çok değişmiştir. Vaktiyle normal ölçütü toplum uyum sağlayabilme idi Freud’un zamanında, sonra Nazilerin gelişi ile toplumların da hastalanabileceği görüldüğünde, bundan vazgeçildi. Sonra çoğunluğa göre, çan eğrisine göre tanımlanmaya çalışıldı ve sonunda ‘normallik’ dediğimiz olgunun bir süreç olduğuna karar verildi. Yani “şöyle ya da böyle yaşamalı” diye bir model olamaz.

Kitabında Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre depresyonun, kalp hastalıklarının ardından en yaygın sağlık sorunu olduğunu belirten Geçtan, eskiden ‘sonbahar melankolisi’ olarak adlandırdığımız naif duygunun nasıl depresyona dönüştüğü sorusunu şöyle yanıtladı.

EG: Eğer depresif ruh hali söz konusu ise bu organizmanın o andaki ihtiyacı demektir. Yani yıllar önce Ankara’dan İstanbul’a ilk geldiğimde bir konuşma istenmişti benden, orada “Lütfen depresyonunuzun keyfini çıkarın çünkü bırakıp da depresyonunuzu yaşarsanız biter” demiştim. Ama 1940’ların Amerika’sından gelme bir şey var: “Mutlu olmamak iyi bir şey değil, mutlu olmak lazım.” Happy end filmleri vardı 1940’larda ve 50’lerde, mutlu son filmleri ve mutlu olmamak onaylanmayan bir şeydi. Halbuki dediğim gibi zaman zaman yaşanan bir süreç bu. Mutluluk ne demek zaten? Kitapta da açıkladığım gibi birçok zaman ‘haz’la ‘mutluluğu’ birbirine karıştırıyoruz, çünkü mutlu olduğumuz anın adı yoktur bana sorarsanız. Haz duyduğumuz zamanları şundan ötürü, biri bizim için bir şey yapmış “mutlu oldum,” halbuki o onu yapmakla sadece bize bir haz duygusu uyandırmış demektir.

"Narziss", Honoré Daumier (1842)

Mutluluk adı konamayacak bir yaşantı bana sorarsanız. Depresyona gelince, bir takım şeyler var, kitapta farkındaysanız bir itirazım var, insanlar birbirlerine ‘narsist’ demeye başladılar diye. Patolojik narsisizm nedir? Bunu açıkça anlattım, yoksa patolojik narsisizmi bir kenara koyarsak onun dışında bugünkü dünyada herkes derece derece kendine göre narsisistik eğilimlere sahip. Tıpkı bunun gibi depresyon da neredeyse bir klişe haline geldi. Fakat asıl sorun depresyonun yadsınması. Her gece eğlenceye giden insanlar var, mutlaka fark edilmek için çırpınan insanlar var, Titanik batmaz diye dolaşan insanlar var. Ya da hız... aşırı sosyalleşmeyi yüzeysel de olsa olumlu bir şey olarak, artı bir şey olarak gören, kabul eden insanlar var. Bunların pek çoğu aslında maskelenmiş depresyonlar.

"Neden depresyona giriyoruz?" sorusu üzerine...

EG: Çünkü kızgınız, öfkeliyiz ve o öfkeyi nasıl yöneteceğimizi bilemediğimiz zaman o depresyona dönüşür.

Günümüzde neden-sonuç ilişkisinin geçerliliğini kaybettiği görülüyor, dolayısıyla yaşadıklarını ve ilişkilerini anlamlandırmakta güçlük çekiyor insanlar. Engin Geçtan, ‘Hayat’ adlı kitabında bu sorun üzerinde de duruyor ve bu anlayamama hali ile ilgili olarak insan ilişkilerinde yaşanan sorunları şöyle dile getiriyor: EG: İnsanlar hakkında bilgi sahip olmak onları tanıma anlamını içermez, çünkü birbirimizi ancak yaşantılar içinde tanıyabiliriz, ki bu da zaman gerektiren bir süreç. Eski kuşaklarda yaygın ve ben-şey ilişkisinin klasik örneklerinden olan ‘merakiliğin’ yerini farklı bir olgu aldı genç kuşaklarda. Tanışmanın ardından kendi ile ilgili biçimsel bilgileri bir çırpıda karşı tarafa sunarak yakınlık kurabileceği beklentisi. Birileri hakkında bilgi edinerek onları tanıyacağına inanmak ya da kendi ile ilgili bilgi sunarak yakınlık beklemek, insanları imgeye dönüştürerek algılama tuzağını da beraberinde getirebiliyor. Peki bu anlayamama durumuyla nasıl barışabiliriz?

EG: Sanıyorum kitapta bir ayrım yaptım, ‘anlamak’ yerine kendimizi hissettirebilmek ve karşı tarafı hissetmek diye bir alternatif getirmeye çalıştım. Örnek olay içerisinde anlatırsam belki daha iyi anlaşılabilir, mesela David Lynch’in Mulholland Çıkmazı filmini insanlar anlayamadılar, ne olup bittiğini anlayamadılar, ama pek çok insan da ilişki kurdu benim gibi. Ama ben ilişki ile yetindim, anlamaya çalışmadım, aslolan benim için ilişki. Anladığımızı farz ediyoruz çoğu zaman, o zaman da birbirimizi varsayımlar üzerine algılamaya başlıyoruz ve bir türlü birbirimize ulaşamıyoruz. Tabii ki bunun bir başka boyutu da diğer insanlarla ilgili imgeler yaratıp o imgelerle ilişki kuruyoruz, insanların kendisi ile değil. Ama çağın bizi getirdiği nokta da bu maalesef.

(22 Ekim 2002’de Açık Radyo’da Açık Dergi programında Eşber Güvenç tarafından sunulmuştur.)