Harold Feinstein'ın Ardından: Judith Thompson ile Söyleşi

-
Aa
+
a
a
a

Amerikalı fotoğrafçı Harold Feinstein’ın  adına kurulan vakfın başkanı ve sanatçının eşi Judith Thompson Açık Gazete’de telefonla konuğumuz oldu.

Feinstein, Açık Radyo için özel bir anlam taşıyor. Hatırlayacaksınız, geçtiğimiz yıl, sanatçının Broadwalk Sheet Music adlı fotomontaj çalışmasından “Music of the People” (Sokağın Müziği) başlığı ile uygulanan Açık Radyo posteri Havass Worldwide Istanbul reklam ajansına birçok uluslararası önemli ödül getirmişti.

Judith Thompson’la yaptığımız mülakatta, Feinstein’ın demokratik kişiliğini, öncü diye tabir edebileceğimiz sanatını, geniş dünya görüşünü ve tabii Açık Radyo’yu nasıl benimseyip desteklediğini konuştuk.

 

 

İndirmek için:mp3, 30.6MB.  

11 Eylül 2105 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.

Açık Gazete’nin podcast servisine ulaşmak için tıklayın.

*** 

ABD’nin önde gelen görsel sanatçılarından –Üstad Fotoğrafçı unvanına sahip– çok ödüllü Fotoğrafçı Harold Feinstein, 20 Haziran 2015’te 84 yaşında hayata veda etti. Ardından birçok yerde övgü ve değerlendirme yazıları yayımlanan Feinstein, Açık Radyo için özel bir anlam da taşıyordu. Fotoğrafçı ve “hocaların hocası” Feinstein’ın 1952 yılında New York Times’da yayımlanan Broadwalk Sheet Music adlı fotomontaj çalışması büyük ün kazanmıştı. Geçen yıl Havass Worldwide Istanbul reklam ajansı, bu çalışmayı fotoğrafçının izni ve desteği ile “Music of the People” (Sokağın Müziği) başlığı ile Açık Radyo’nun bir posteri olarak uyguladı ve bu eserle birçok uluslararası ödül kazandı. Biz de, Feinstein’ın ardından, onun adına kurulmuş vakfın başında bulunan eşi Judith Thompson ile ABD’den telefonla yarım saatlik bir mülakat gerçekleştirdik. Mülakatta, Feinstein’ın demokratik kişiliği, hem sıradan, hem öncü sanatı, dünyaya geniş açıdan bakışı, Açık Radyo’yu nasıl benimseyip desteklediği gibi konular konuşuldu.

  

Ömer Madra: Merhaba Judith. Öncelikle seni Açık Radyo’da ağırlamaktan dolayı çok mutlu olduğumuzu söyleyelim.

Bugün Harold Feinstein ve sanatı hakkında konuşacağız.  İstersen Feinstein’ın sıradan insanlarla kurduğu derin bağlarla başlayalım. Bu özellik bilhassa Açık Radyo’nun da geçen sene sık sık kullandığı, 1952 yılının ünlü ve çarpıcı fotomontaj çalışması Music of the People’da –Sokağın Müziği’nde- görülüyor. Ayrıca ünlü fotoğrafçı Eugene Smith’in Feinstein’ın sıradanlığa duyduğu aşk ve çalışma hayatı hakkında söyledikleri de çok etkileyici diyebiliriz. Feinstein’ın nadir bir fotoğrafçı olduğundan ve içindeki sıradanlığa çok güçlü bir şekilde dokunmasından çok etkilendiğini söylüyor Smith. Bu konudan ayrıntılı olarak bahsedebilir misin?

Judith Thompson: Tabii ki. Ama Ömer öncelikle, Harold ile ilgili bu düşünceleri seninle paylaşabildiğim için ve onun seninle paylaşımlarından dolayı ne kadar mutlu olduğunu söylemek istiyorum. Ve bu nedenle başlamadan önce teşekkür etmek isterim.

ÖM: Biz teşekkür ederiz.

JT: Harold’la ilgili söylenebilecek en önemli şey, nerede yaşıyor olursa olsun, ne yapıyor olursa olsun, her yerde, her şeyde bir güzellik bulmuş olmasıdır. Tam da bu nedenle, sıradan insanları veya günlük hayatı yansıtma konusunda o kadar katı ilkeleri olduğu söylenemez. Ancak  onda tüm bunları “görebilen bir göz” olduğunu belirtmek gerek. Her şeyi başka türlü  değerlendirerek görebilen bir insan.

Ve de yaşam onun  için uzun soluklu bir ibadet gibiydi ve onun, diğer insanların büyük ihtimalle es geçtiği günlük hayat pratiklerini fark ettiğini ve görmeye her zaman açık olduğu için her köşe başında etkili bir güzellik yakaladığını söyleyebiliriz.

Her zaman öğrencilerine söylediği bir söz vardır “Ağzınız şaşkınlıktan açıldığı an deklanşöre basın.” Bir de “Dışarıya, çekilecek fotoğraf aramak için çıkmayın, fotoğraflar sizi arıyor. Sizin yapmanız gereken açık bir zihinle görmeye çalışmak,” derdi öğrencilerine.

Görmeye açık olmak onun için en önemli şeydi. “Hayatı olduğu gibi gösteren” fotoğraflar çekiyordu. Ayrıca Coney Island’da doğup büyümesinin de bu konuda önemli bir etken olduğunu düşünüyorum. Coney Island, tam anlamıyla bir halkların toplanma yeri ve onun da en sevdiği yerdi. Sıradan insanların yaşamını orada yakalamıştı. Harold orta sınıf bir işçi ailesinden geliyordu ve çevresi de öyleydi.

Hatta ilk fotoğrafı –ki çok bilinen bir çalışmasıdır- 15 yaşında çekmiş olduğu, pencere içinde bir kapta  duran elmalardır. Bu sahnedeki güzelliği görmüş ve hemen deklanşöre basmış. Eğer zengin bir ailede doğsaydı ve o tip bir çevrede  yaşasaydı, yine sıradan şeyleri ve sıradan insanları fotoğraflardı, birbirimizden farklılıklarımızı değil, benzerliklerimizi, ortak yanlarımızı öne çıkaran evrenselliğimizi vurgulardı kanısındayım. Çünkü onun için küçük detaylar ve günlük hayat evrenseldi. Her şeyin hep farkında oldu ve hepsinden büyük keyif aldı.

ÖM: O zaman biraz daha şu ünlü Coney Island fotoğraflarından bahsedelim. New York Times Gazetesi’nde William Grimes’ın Harold’ın vefatı üzerine kaleme aldığı yazıda, imza niteliği taşıyan birçok fotoğrafını Coney Island’da çektiğini okumuştum. Güneşlenen genç bir erkek grubu ve onların ortasında kocaman bir radyo tutan genç kadın. Çok kez gözlemlediğimiz gibi tam bir “olay ânı” fotoğrafı. Bence bu çok ilgi çekici bir şey.

Kendisi de bu konuda şöyle söylüyor: “Bir gün plajda yürüyordum, çocuklardan biri “Merhaba, fotoğrafımı çeker misin?” dedi”.  2011’de Art New England’ a  “Yaklaştım ve  fotoğraf zaten oradaydı, tek yaptığım deklanşöre basmaktı,” dedi. Bu bana hemen çok eski bir spor reklamını hatırlattı, büyük  basketbol yıldızı Larry Bird’in jump shot atarken havada çekilmiş fotoğrafıydı ve altında da, ‘O o kadar iyi ki, yaptığı işi sanki çok kolaymış gibi gösteriyor’, yazmaktaydı. Bence bu Harold için de geçerli. Sen ne dersin bu konuda?

JT: Bence kesinlikle haklısın. Harold bu konuda tam olarak ne derdi, onu kolaylıkla hayal edebiliyorum: “Fotoğrafçılığı sevmemin sebebi kolay olması.”

Bir sürü insan bu konuda “Senin için kolay olabilir ama benim için hiç de öyle değil” diyerek tartışırdı onunla. Ama o bu konuda ayak direrdi: “Eğer ağzınız şaşkınlıktan her açıldığında deklanşöre basarsanız, bu iş gerçekten kolay” derdi. Bir de “Fotoğraf makinemi elime aldığımda karşısına hep güzel bir şey koyarım” derdi.

Bu nedenle, Harold'ın yaşantısında bir tür eş zamanlılığın olduğunu ve bu tarz tesadüflerin onun yaşantısı boyunca önüne sıralandığını düşünüyorum. Bildiğiniz gibi, mutlu bir yaşantıya yönelen bir insandı. Karşısına çıkan tablolarda da gördüğü tam olarak buydu işte. Bu nedenle, evet sanırım Harold için kolaydı çünkü O, kendisine “yetenek” olarak sunulan bu armağanın peşinden gidiyordu. Ve her zaman; ''Size bahşedilen armağanı takip etmek; armağan ne olursa olsun, bu hayatta sizin sorumluluğunuzdur '' derdi.

Sanırım, Harold’ın yaşam tarzında bir tür senkronizasyon vardı ve pek çok şey onun önüne dizilmiş gibiydi. Harold eğlenceli bir şekilde kendi hayatına uyum sağlayan biriydi ve karşısına çıkan görüntülerde hep bunu gördü.

Düşünüyorum da, bence Harold için bu iş kolaydı çünkü o yeteneğinin peşinden gidiyordu sadece ve herkese daima “Ne olursa olsun, hayattaki sorumluluğun, yeteneğinin peşine düşmektir” derdi. Kendi yeteneğine yalnızca evet dedi ve hayatını kolaylaştıran da bu oldu. Hayatın herkes için böyle olduğunu anlatmaya çalıştı. Harold aramızda olsaydı, sanırım böyle konuşurdu.

ÖM: Bu harika bir şey. O halde, şöyle diyebiliriz belki de: “Yalnızca kolay gibi göstermiyor, aynı zamanda onu kolaylaştırıyor da.”

 

JT:Evet! Tastamam öyle. Öğrencilerine daima söylediği bir özlü söz vardı. Her seferinde onlara hayattaki en önemli şeyin, tüm bildikleri şeyleri ters yüz edip silkelemek ve her seferinde yeni baştan başlamak olduğunu söylerdi. Çünkü öğrendiğimiz tüm şeyler hayatımızı karmaşıklaştıran şeylerdi ve hayatın insanların düşündüğünden daha basit olduğuna inanırdı. Tüm o fikirler ve olumsuz düşünceler, bunlar hayatın basit olmadığından bahsederler. Harold ise: “Hiç bile,  gayet kolay!” derdi.

 

ÖM: Evet! Bir sorum daha var. Açık Radyo olarak bize öyle geliyor ki, kariyer yaşamının oldukça erken bir dönemde ün kazanmasına rağmen, kendi mütevazı demokratik kişiliğine sadık kalabilbiş bir adam. Doğumundan son gününe kadar sıradan bir vatandaş olarak yaşamış. Peki, yaşamı boyunca kendini sürekli değişime tabi tutmayı ve çevresindeki insanları değiştirmeyi ve fakat aynı zamanda, aynı kişi olarak kalmayı nasıl becerebilmiş olabilir sence?

 

JT:Sanırım, “tanrı vergisi” kavramı üzerinde biraz durmalıyız. Harold’un tanrı vergisi bir yeteneği var. Bu konuda şimdiki zamanda konuşacağım çünkü Harold’ın hâlâ buralarda bir yerlerde olduğuna inanıyorum. Tanrı vergisi bir yeteneği var ve bu hayat ile kendi arasında takdirkâr bir ilişki. Hayata yalnızca bir düşünce olarak değil, bir güç olarak bakış... Hayat, onda bir yaşam enerjisine dönüşmüştü.

 

Bu onun doğuştan sahip olduğu bir şeydi. Baskın ve esas kişiliği ile hayat onun için oldukça güçlüydü. Bu, Harold’ın kişiliğini değiştiremezdi ve bundan dolayı onun için baskın olan bir şeyleri ifade etme tutkusu gençliğinden ve okulu bırakmasından sonra bile onu terk etmedi. Çünkü ileride fotoğraf çekeceğini biliyordu. Sonuna kadar bu konuda hiç şüphesi olmadı. Tamamen böyle bir “bilgi” tarafından yönlendiriliyordu ve bu bilginin adı: “hayata saygı”ydı.

 

Yıllar geçtikçe onun değişmesini sağlayan, verdiği eğitim ve öğrencileriyle arasında kurduğu ilişkiydi. Kendisini herhangi bir şekilde öğrencilerinden üstün görmezdi. Bu ilişkiyi herkesin katıldığı ortak bir macera olarak görürdü. Bu yüzden, daima yeni şeyler öğrenmeye, davranışlarını ve düşüncelerini değiştirmeye kendini açtı ve bundan dolayı yaşlandıkça “Hayatımla ilgili en sevdiğim şey, ne kadar çok şey bilmediğimi farkediyor olmam,” derdi.

 

Yani, birşeylerin değiştiği fikrine her zaman açıktı. Ancak bu tanrı vergisi hayata karşı saygı onun kişiliğinde o kadar büyük bir yere sahipti ki bunu değiştirmesini isteyip istemeyeceğimizi bilemezdi. Ayrıca, bu tanrı vergisi başarı hakkında kafanıza takmanız gereken yegâne şey bu. Harold’ın genç biri olarak oldukça erken bir dönemde başarılı olduğunu söylersek, tam da başarısının zirvesinde bir noktada New York sahnesini terk etip başlaması gereken başka bir macera olduğunu söylemesini dikkate almak gerek. Bu macera da kendisinin kim olduğunu daha iyi anlama sürecine yönelikti. Ünlü bir fotoğrafçı olup olmamak umurunda bile değildi onun. Onu ilgilendiren tek şey, iyi bir insan olmak ve alçakgönüllü kalabilmekti.

 

ÖM: Judith, kayda değer olan bir başka nokta da şu ki, onca yıl, hatta neredeyse ömür boyu siyah-beyaz fotoğraflar çektikten sonra, birden tarzını değiştiriyor ve yüzyılın sonunda, yeni binyılın başında birdenbire tarayıcıyı (scanner’ı) eline alıyor ve bu konuda, teknolojik bir öncü oluyor. Demek istediğim, çiçek, meyve, sebze ve kelebeklerin detaylı fotoğraflarını üretebilmek için bir kamera olarak tarayıcı kullanmaya başlyaması. Ve bu konuda bir öncü aynı zamanda. O ilerlemiş yaşında bir öncü. Bu oldukça ilgi çekici bir şey, sence de öyle değil mi?

 

JT:Kesinlikle! Bildiğiniz üzere, Harold kalıpları yok eden diyebileceğimiz türden biriydi. Kendi kendinin insanıydı ve her şeye sonsuz bir merakı vardı. Yok sayılamayacak bir kuralın var olabileceğini düşünmezdi, bu yüzden de sanat akımlarının kurallarına veya kendisi için bir kural olabileceğine inanmazdı.

 

Bu, etrafa “merak” gözünden bakmak ve “evet” demekti. Sizinle olan birlikteliğimizi de sağlayan o “Sokağın Müziği” foto montajlarından da anlaşılabileceği üzere, sonsuz derecede meraklıydı. Demek istediğimi şu örnekle anlatmaya çalışayım: Bir keresinde aslında yapmaması gereken şeyi yaptı; bir karanlık odada montajlar gerçekleştirdi. Ama bu, Harold için “neden olmasın?!” demekti. Neden yapmak isteyemesindi. Epson scanner’a bir çiçek yerleştirmenin ve bu çiçeği taramanın nasıl bir şey olacağını merak ediyordu, e ozaman neden yapmasındı ki?

 

Harold yalnızca ebedî bir çocuktu. “Ne öğrendiysem, anaokulunda öğrendim çünkü orada ‘Hey, şuna bak! Bunu böyle yapmak acaba nasıl bir şey olurdu’ diye düşünürdüm.” derdi. Kısaca, Harold daima merak ve yenilik tarafından yönlendirildi. Öncü olmak istediğinden de değil. Daha ziyade, şöyle: “Beni çağıran ne varsa, hepsine evet diyeceğim” der ve o yönde giderdi.

 

Öğrencilerine “Kimsenin kırmızının yanına mor koyamayacağınızı söylemesine izin vermeyin. Kimseye hiç izin vermeyin, kendinizin otoritesi sizsiniz. Daima kendi otoriteniz olun ve dünyadaki diktaların bir şeyi nasıl yapmanız gerektiği konusunda dayatmasına izin vermeyin.” derdi. Harold işte bu yüzden insanlar için büyük bir öğretici oldu.

 

ÖM: Gerçekten harika! Neredeyse 20 yıl önce henüz yayın yapmaya başlamamışken Açık Radyo için manifestomuzu yayımlamıştık. Sadece test yayını yapıyorduk ama manifestomuzu yayımladık. Dünyaya şunu “ilan ettik”: Dedik ki: “Hiçbir çözüm üretmeyeceğimize söz veriyoruz. Olsa olsa, dünyadaki ‘meraksızlık’ sendromuna, geçici bazı çareler getirmeye çalışabiliriz. Size bir şey vermek istemiyoruz; mümkün olduğu oranda sizden bir şeyler almak istiyoruz. Çünkü bu, bizim ortak projemizdir..”

Bu cümlenin Harold’un biyografisinde belirttiği dünya görüşüyle iyi bir şekilde yankılanacağını hissediyoruz. O, 12 yıl aradan sonra karanlık odasına döndü, son dakikalarına kadar da hayatı sevmeye ve ona meraklı gözlerle bakmaya devam etti. Lütfen Judith bize Harold’un dünya hakkındaki sonsuz merakından, “Meraklı/Hayranlık Dolu Gözleri”nden biraz daha bahseder misin?

JT: Her şeyden önce, sözünü ettiğin bu metin, yani Açık Radyo manifestosu, kelimesi kelimesine Harold tarafından kaleme alınabilecek harikulade bir metin. Yani, dinlediğimde şunu düşündüm, “Vay canına! Hayata ve yaratıcılığa dair tutumu, anlarsın ya işte, tam anlamıyla hayret verici.”

Sen de biliyorsun ki, işin özü çözüm sunmakla alâkalı bir durum değil, keşfetmekle ve meraklı olmakla ilgili. Bu nedenle, demek istediğim; bizzat onun temelde her şeye tamam dediğini, neyi merak edip, neyin peşinden gideceğinizi yönlendiren yaratıcılığınıza kulak vermenizi sağlayan gücün içinizden geldiğini belirttik.

Ona dair önemli bir diğer şey –ki ben buna bayılıyorum– tabii ki  New York’da yetişmiş ve hayatının büyük bölümünü New York şehrinde geçirmiş olması…

Bir gün kamerasını alıp sokağa çıktı. Kamera lensinin ucuna küçük bir prizma taktı. Aslında adeta küçük bir çocuğun oyuncağına benzeyen birşeydi bu. Gerçek kaleydoskop değil ama bir prizma. Ve bu şekilde New York sokaklarında dolaştı!- üç ya da dört ay geçirdi ve çiçeklerden önce yaptığı çalışmalara hiç benzemeyen bir dizi özet çalışmasıyla gezintisine son verdi.

 “Metropolis” olarak isimlendirdiği, New York binalarının renklerini değiştirdiği çalışma. Ve bilirsin New York’da birtakım gösterimleri oldu ve yerel dergilerde yayımlandı. Kendisi bu konuda şunları söylüyor:

“Bir taraftan objenizi iyi görmek istiyorsunuz. Diğer taraftan da spontanlığınızı (kendiliğindenliğinizi) sürdürmek istiyorsunuz. Objenizi çok iyi tanıyorsanız onu görmeyi bırakıyorsunuz.”

Yani O'na göre; yeni olanı görmek, yepyeni bir gözle görmek, her zaman, ilk sorunuza götüren sıradan olanı bile fark etmek, bilirsiniz işte, belki milyonlarca kez uzaktan izlediğin bu ağacı sanki ilk kez görüyormuş gibi bakmak.

“Meraklı gözlerle ona tekrar bir bak, yeni bir şeyler göreceksin.” O'na göre; merakın objeleri yeniden farklı bir gözle görme, yepyeni bir görüşe sahip olma ve hep orada duran aynı şeyleri farklı görmek suretiyle yapacak daha çok işi vardı. Daha öncesinde defalarca gördüğünüz şeylerle bile bu böyleydi.

ÖM: Evet! O’nun hâlâ işlevsel olan bloguna, “Yaşam Senden Yana- Harold ile son haftam” başlıklı muhteşem bir yazı koymuşsun. Ve şöyle diyorsun orada: “O, içten gelen bir akışla hayata sonsuz saygı duyan, bilgelik dolu istisnai bir insandı.” Yazının devamında, yaşama karşı “organik” bir saygıdan söz ediyorsun. Bu yaşama karşı organik saygıyı, yaşamın tanımını ve son olarak da “yaşam senin tarafında” (ya da yaşam senden yana) teriminin ne anlama geldiğini biraz daha açabilir misin? Hem onun tek satırlık şiirlerinden de bahsedersin bize belki?

JT: “Hayata karşı organik saygı” derken, onun bu organik saygı ile doğmuş olmasını kastediyorum. Harold felsefi biri değildi, bu kendi içinde yeşeren bir organik felsefeydi. Harold çok okuyan biri de değildi. Bir nokta üzerinde çalışan biri ya da herhangi bir konuda bir teori geliştiren biri hiç değildi. Hayata karşı sade bir duruş sergilerdi, bu yüzden organik derken onun daha çok deneysel bir insan olduğunu belirtmek istiyorum.

 

Yani bu durum öyle çok fazla süzgeçten geçirmeyle veya soyutlamayla ilgili bir durum değil. Bu, kendi içinde bazı şeylere karşı “evet” demesini sağladı ve Harold bu konuda bir aziz gibiydi. Çünkü, bildiğimiz üzere, hepimizde bir iç eleştiri mekanizması bulunur. Ve bu mekanizma “Pekâlâ, bir şeyi şu veya bu şekilde anlatmak ya da yapmak çok iyi bir yöntem olur  mu acaba?” der. Harold bu konuda sabit bir düşünceye sahip veya programlanmış biri değildi.

 

Yaşamının son haftasında, masada karşılıklı otururken kendisine birkaç soru sormuştum. Dinleyicilerinizin bloga girip oradaki ses kaydını dinlemesini ve ölümünden kısa bir süre önceki sözlerini dinlemenin avantajını yaşamalarını isterim doğrusu.Bu hayata baktığınız zaman, uçuşup duran bir kuşa veya daha büyük bir ağaç olmak isteyen bir ağaca bakan bir hayat görüyoruz.

 

Harold yaşam gücünün doğuştan gelen hakkaniyetine inanırdı. Bu başlı başına dini bir şey değildi ve bahsettiğim gibi felsefi bir durum da değildi. Harold bu konuda bir teori geliştirmeyi düşünecek bir kişiliğe sahip değildi. Hayata uyumlanmış, hayata ayarlanmış bir adamdı. Bu yüzden, gecenin bir yarısında kalkar, çekmekte olduğu oldukça ayrıntılı serideki fotoğraflara bakar dururdu… Yaptığı çiçek serileriyle mest olmuş bir şekilde ilgilenirken, şiirler yazmaya başlardı. Orada öylece beklerdi.

 

Kendi çapında mistik fakat organik, kendi içinden geldiği gibi, başkalarının nesnelere karşı düşüncelerinden bağımsız bir şekilde mistik bir insandı. İçinden böyle gelirdi. Harold hiçbir zaman kendi hakkında büyük bir düşünce yaratmaya çalışmaz, kendini böyle bir insan olarak nitelemezdi. O sadece kendisinden fışkıran hayatın mükemmelliğini açıklamak konusunda güçlü bir istek douyan biriydi. Bunu bastırmadı. Sanırım organik derken anlatmaya çalıştığım şey bu.

 

ÖM: Ve her sabah kahvaltı masasında söyleyegeldiği o inanılmaz cümle: "Sanırım mutlu bir gün daha geçirmekten başka çarem yok…"  Gerçekten muhteşem!

JT: Gerçekten böyle söylerdi, biliyor musun? Her gün!

ÖM: Bu arada, ondan akıp gelen bu hayata karşı derin saygıdan bahsetmişken, çok şaşırtıcı bir tesadüften bahsedeyim. Bu kaydı yaptığımız sırada Bizim radyo istasyonu, önemli ve avant-garde bir sergi mekânının tam yanında bulunmakta. kalkardı ve çekmekte olduğu oldukça ayrıntılı fotoğraflara bakar dururdu.  Şu anda gösterimde olan ve büyük ilgi gören bir sergi var. İlgi öylesinebüyüktü ki, serginin süresi uzatıldı. Türkiye'nin en büyük yazarlarından biri olan Aziz Nesin’in yaşamı ve eserleri hakkında. Kendisi ülkenin ve hatta dünyanın en büyük mizah yazarlarından biriydi. Bu sene onun 100. doğum yıldönümü. Kendisi 15 yıl önce vefat etmişti. Harika bir sergi bu arada. Ve serginin ismi de,  “Ömrüne Sığmayan Adam”. Aynı şeyin Harold için de söylenebileceğini düşünüyorum. Yani, seneye Harold için aynı mekânda bir sergi düzenleyebilirsek harika olur.

JT: Harika! Harold’un şu anda bile gülümsediğini söyleyebilirim, bu çok iyi olur. Bunu yapmayı çok isterim. Güzel! 

ÖM: Sergi merkezinin yöneticileriyle iletişime geçeceğim, ne olacağını göreceğiz. Peki, beş veya altı dakikamız kalmışken iki kısa soru sormak istiyorum. Harold, “Music of the People” (Sokağın Müziği) başlıklı o ünlü fotomontaj fotoğrafının kullanılmasını memnuniyetle ve büyük bir nezaketle kabul etti: Broadwalk Sheet Music Montajı. Kendi Blog'unda yayınlanmıştı. Harold blogunda Açık Radyo'nun misyonunun ruhuna âşık olduğunu ve bu montaj işi üzerinden geliştirilen “ortaklık” ya da işbirliği konusunda bir yazı yazmıştı. Biz o zaman bundan büyük bir gururla radyoda da bahsetmiştik. Bu yüzden, lütfen, bizim ‘ruh ikizi’ olarak ifade ettiğimiz ve de Açık Radyo olarak kendimizi çok ayrıcalıklı hissetmemizi sağlayan bu özel “ortaklığımızdan” bahseder misin?

JT: Evet, bu arada bence de mükemmel bir ifade, ‘ruh ikizi’.

ÖM: Teşekkürler.

JT: Bence söylediğimiz bütün şeyler gerçekten onunla ilgili. Bildiğim bir başka şey, onun radyonuz hakkında çok sevdiği şey, şiarınızdı, yani: ‘Kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine açık’  Radyo. Gerçekten çok özel bir misyonunuz var ve Harold'un da bir misyonu vardı aslında. Onun misyonu, gerçekten, kalbi onu nereye götürse götürsün takip etmek ve hep evet demekti. Sanırım biliyorsun, Harold yaratıcı süreçte en önemli kelimenin "evet" olduğunu söylerdi. “ ‘Hayır’ ölü bir sözcüktür ve de seni hiçbir yere götürmez…" derdi. Bana öyle geliyor ki, Açık Radyo da hayata ‘evet’ diyor. Bu da olasılığı olumluyor, güçlendiriyor. 

Ö.M.: Teşekkürler Judith. Bu sözlerinden çok gurur duyduk.

JT: “Hayır’” veya “neden olmasın’” demek yerine,  “evet” demek… Ve ben bunun, ikinizi bir araya getiren neden olduğunu bildiğini düşünüyorum senin. Farklı politik ve kültürel güçlerinizin bulunduğu bir konumdasınız ve toplumunuzda böylesine yaratıcı bir dönüşümün ortaya çıkmasında eşsiz bir role sahipsiniz. Bunu sadece olasılığa evet diyerek gerçekleştirebilirsiniz.

ÖM: Çok teşekkür ederiz. Bildiğin üzere, özellikle insan etkisiyle oluşan, tabir caizse küresel iklim değişimi dediğimiz şeyi ele alıyoruz. Son olarak, misafirimiz olan filozof ve sanatçılara sorma alışkanlığı edindiğimiz bir soru var. Maalesef Harold'a sorma fırsatı bulamadığımız bu küçük ve basit soruyu senin de Harold adına kolayca cevaplayabileceğini sanıyorum. Dünya nereye gidiyor? Harold bu soruya ne cevap verirdi sence?

JT: Bu oldukça önemli ve Harold'u çokça ilgilendirmiş olan bir soru. Dürüst olmak gerekirse, büyük ihtimalle "nereye gittiğinden emin değilim" derdi. Yani haberleri izleyip dünyanın karşılaştığı sorunları gördüğünde üzülür ve acı duyardı ama aynı zamanda iyimserdi ve hayatta, korku ve sevgi arasından tek bir seçim yapılabileceğine dair güçlü bir inancı vardı. Sevgiyi seçmenin bizi her zaman doğru yöne götüreceğini biliyordu ve hep yaptığı şey de bu oldu: Sevgiyi seçti ve etrafına yaydı.

Yani dünyanın nereye gittiğine dair oldukça ciddi kaygıları vardı ama devam etmenin önemine inandı ve bu her bir birey için eşit derecede geçerli ve mümkün.

Kültürel ve toplumsal ifadelerin hepsi sadece şunu demek ister: "Korkuyu seçme. Korku içinde boğulup ezilme. Felaketler yok değil ama burada her bir bireyin güzel olana evet demesinin önemi söz konusu. Yeryüzünde ciddi meseleler var . “Evet”i, bu gerçeği de bilerek ve akılda tutarak söylemek gerek."

Bence o, olup bitenlerden dolayı acı ve mutsuzluğun ortasında bir yerde ama yine de bireyin güzele “evet’” demesinden yanaydı. Biliyorsun bu ruh haline girme yönünde dünyada bir yönelim söz konusu. Bu korkuyu seçmeme yoluna girmek, her bir bireyin sorumluluğunda olan bir şey.

Yani aslında Harold hayatına, “müthiş ve güzel bulduğum hayat, bizden olan ne varsa onlara dair anlamları dünyaya katmak, ortaya çıkarmak istiyorum!” diyerek devam etti.

Şunu söyleyebilirim, bu dünyayı terk ettiğinde dünyanın gidişatı hakkında bir çok endişesi vardı ve ben de tekrar ve sürekli şunu hatırlatıyorum: korkuyu yahut sevgiyi seçmek gerçekten bize bağlı. Sanırım sen de bu soruyu bu şekilde cevaplardın.

ÖM: Judith Thompson, yarım saat boyunca Açık Radyo’da bizimle beraber olduğun için çok teşekkür ederiz. Gerçekten çok zevk aldık. İletişim içinde olalım. Çok teşekkürler.

JT:Rica ederim. Ben teşekkür ederim.

Söyleşinin çevirisi ve metnin deşifre edilmesi konusunda desetek olan Neşe Kayhan ve İpek Akyel'e teşekkür ederiz.