The Guardian5 Haziran
Hakim ülkelerin kurucu mitosu, bu ülkelerin endüstriyel ve teknolojik üstünlüklerini serbest ticaret ile kazandıkları şeklindedir. Günümüzün yoksul ülkelerine, eğer zengin olmak ve “bizim yolumuzu” izlemek istiyorlarsa, ekonomilerini yabancıların rekabetine açmaları gerektiği söyleniyor. Bu ülkeler kazıklanıyor.
Hemen hemen her zengin ülke, günümüzde küresel ticaret kurallarıyla yasaklanan iki temel yöntemle sanayileşmiştir. Bunlardan ilki “bebek sanayilerin korunması”, yeni ve gelişmemiş endüstrilerin, onlarla baş edebilecek büyüklüğe ve olgunluğa erişene kadar yabancı rakiplerine karşı savunulmasıdır. İkincisiyse, fikri mülkiyetin çalınması. Tarih, bu yöntemlerden birine ya da ikisine birden başvurulmaksızın teknolojik gelişmenin imkânsız olduğunu gösteriyor bize.
Britanya’nın sanayi devrimi tekstil endüstrisine dayanıyordu. Bu endüstri, acımasız ve insafsız hükümet müdahaleleriyle beslendi ve geliştirildi. Cambridge Üniversitesi’nden kalkınma ekonomisi uzmanı Ha Joon Chang’ın belgelediği gibi, 14. yüzyıldan başlayarak Britanya devleti sistematik olarak rakiplerini bertaraf etmiştir; yabancı üreticilerin mallarının ithalatının yasaklanması ya da vergilendirilmesi yoluyla, ve rakip endüstrilere sahip ülkelere yapılacak hammadde ihracatının (yün ve bitmemiş kumaş) yasaklanması yoluyla.1 Britanya, benzeri koruma uygulamalarını, 18. yüzyıl başlarında geliştirdiğimiz yeni imalat alanlarına da yaymıştı.
Ne zaman Britanya imalat sanayinin hemen her alanında teknolojik üstünlüğünü oturttu, işte o zaman aniden serbest ticaretin erdemlerini keşfediverdi… Pazarlarımızın çoğunu rekabete açışımız, 1850’lerden ve 1860’lardan önce değildir.
Şimdi hiçbir ülkenin serbet ticaret olmaksızın kalkınamayacağını ısrarla vurgulayan ABD, kalkınmasının kritik evresinde, İngiltere ile tamamen aynı şekilde, kendi pazarlarını saldırgan bir şekilde savunmuştu. Gelişmekte olan “bebek endüstrileri” koruma konusunda ilk sistematik kuralları ortaya koyan kişi, ilk Amerikan Maliye Bakanı Alexander Hamilton’dır. 1816 yılında ithal ürünlerin nerdeyse tamamı için vergi % 35’ti, 1820’de bu rakam % 40’a, ve bazı mamuller için 1832’de % 50’ye çıktı.2 Bu malları ABD içinde taşıma masrafları da vergilere eklenince, yerli üreticilere kendi pazarlarında hatırı sayılır bir üstünlük sağlanmış oldu.
Korumacılık, Amerikan iç savaşının sebepleri arasında, köleliğin kaldırılmasından çok daha dolaysız bir faktördür. Yüksek vergiler, hızla sanayileşen Kuzey eyaletlerine destek oluyor ama hâlâ büyük oranda ithalata dayalı bir ekonomisi olan Güney eyaletlerine zarar veriyordu. Cumhuriyetçilerin zaferi, korumacıların serbest ticaretçilere karşı kazandığı bir zaferdi: 1864 yılında, savaş daha sona ermeden, Abraham Lincoln ithalat vergilerini gelmiş geçmiş en yüksek düzeyine çıkardı. ABD, 1913’e kadar, ekonomisi yeryüzünün en çok korunan ülkesi olarak kaldı. Bu zaman zarfında en yüksek büyüme hızına ulaşmış ülkeydi de.3
Son 60 yıl içinde en dikkat çekici şekilde kalkınan üç ülke de (Japonya, Tayvan ve Güney Kore) bu kalkınmayı serbest ticarete değil, toprak reformuna, kritik önemi olan sanayilerin kurulmasına ve korunmasına, ihracatın devlet tarafından aktif biçimde desteklenmesine borçlu. Bu ülkeler, fabrika kurmak isteyen yabancı yatırımcılar üzerinde sıkı bir denetim mekanizması kurdular.4 Hükümetleri altyapıya, eğitime ve araştırmaya muazzam yatırımlar yaptı. Güney Kore ve Tayvan’da devlet, yatırımlar konusunda önemli kararları verme yetkisine sahip büyük bankaların hepsinin sahibiydi.5 Japonya’da Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı (MITI), aynı denetimi yasal birtakım yollarla sağlıyordu.6 Ülkedeki yeni endüstrilerin gelişmesini tehdit eden yabancı ürünlerin girişini, vergilerle ve zekice birtakım hilelerle engelliyorlardı.7 İhracat için önemli sübvansiyonlar sağladılar. Başka bir deyişle, bu ülkeler, bugün Dünya Ticaret Örgütünün, Dünya Bankasının ve IMF’in yasakladığı ve gözdağı vererek engellediği her şeyi yaptılar.
Bu gelişme yolu için dikkat çekici iki istisna var: Gelişmekte olan endüstrileri koruma yöntemini ne İsviçre kullandı ne de Hollanda. Bunun yerine, ekonomi tarihçisi Eric Schiff’in, 1971’de basılan “Ulusal Patent Olmaksızın Sanayileşme” adlı kitabında gösterdiği gibi, öteki ülkelerin teknolojilerini düpedüz çalma yoluna gittiler. 8 Kritik kalkınma evrelerinde (İsviçre için 1850 -1907, Hollanda için 1869 -1912) bu iki ülke de pek çok ekonomik sektörde patent haklarını tanımadı.
İsviçre’nin sanayileşmesi 1859’da, Basel’de küçük bir firma, Britanya’da iki yıl önce patenti alınmış olan anilin boyama tekniğini aşırdığında başlamıştı. Firma daha sonra Ciba ismini aldı, bir dizi şirket birleşmesinden sonra yakınlarda ismi değişti; Novartis ve şimdi de Syngenta oldu… Hollanda’da 1870’lerin başında Jurgens ile Van Den Bergh adlarındaki iki girişimci firma, patentli bir Fransız formülünü yürüttüler ve “margarin” adıyla bilinen bir şeyi üretmeye başladılar. Bu ikisi daha sonra birleşerek Unilever adındaki şirketi oluşturdular. 1890’larda Gerard Philips, Thomas Edison’un elektrik ampulü için yaptığı tasarımı çalarak Avrupa’nın en başarılı elektrik-elektronik şirketini kurdu.9
Bugün yoksul ülkeler, küresel ticaret kuralları tarafından her iki kalkınma yolunu izlemekten de men edilmiş durumdalar. Yoksul ülkelerin yeni endüstrileri, daha doğar doğmaz, büyük sermayeleri, tecrübeleri, fikri mülkiyet hakları, oturmuş pazarlama ağları olan yerleşik denizaşırı şirketlerin saldırısına maruz kalıyorlar. “Teknoloji transferi” teoride destekleniyor, ama pratikte amansız patent rejimleri tarafından yasaklanıyor. Kendi rekabetçi endüstrilerini oluşturamayan yoksul ülkeler, öyle bir kısır döngüye giriyorlar ki zengin dünyanın firmalarına ucuz işgücü ve hammadde sağlamaktan başka bir şey yapamıyorlar. Sonuç olarak, kalkınmanın bir düzeyinden ötesi, bu ülkelere yasaklanmış durumda. Zengin ülkelerin ekonomilerini korumaları için bir gerekçe yokken, görünürde kalkınmanın tek yolu olan bu iki yöntemi yoksul ülkelerin de kullanmalarına izin verilmesi için çok sebep var.
Çeviri: Mustafa Arslantunalı
George Monbiot'nun “Rıza Çağı: Yeni Dünya Düzeni İçin Manifesto” adlı kitabı 16 Haziran’da Flamingo yayınevi tarafından piyasaya çıkıyor.
Kaynaklar: 1. Ha-Joon Chang, 2002. Kicking Away the Ladder: Development Strategy in Historical Perspective. Anthem Press, London. 2. a.g.e. 3. a.g.e. 4. Mark Curtis, 2001. Trade for Life: Making Trade Work for Poor People. Christian Aid, London. 5. John Brohman, April 1996. Postwar Development in the Asian NICs: Does the Neoliberal Model Fit Reality? Economic Geography, Volume 72, Issue 2. 6. Takatoshi Ito, 1996. Japan and the Asian Economies: a "Miracle" in Transition. Brookings Papers on Economic Activity, Issue 2 (1996). The Brookings Institution, Washington DC. 7. Graham Dunkley, 2000. The Free Trade Adventure: The WTO, the Uruguay Round and Globalism. Zed Books, London. First published in 1997 by Melbourne University Press. 8. Eric Schiff, 1971. Industrialisation Without National Patents: The Netherlands, 1869-1912; Switzerland, 1850-1907. Princeton University Press. 9. ibid