Ömer Madra: Bugün biraz değişik bir konumuz var, adem-i merkeziyetten bahsedelim, “yerinden yönetim” diye çevriliyordu ama tam da öyle değil herhalde?
Hasan Ersel: Değil. Çünkü bu efradını cami etmiyor (ilgili her şeyi kapsamıyor). Bir kavramı, çok somut bir uygulaması ile tarif ediyor. Başka bir alana, mesela iktisada taşıdığınız zaman oralarda olanları göstermiyor.
Bu kavrama çok uzun süre önce takıldım. 30 yıl oluyor! Türkiye’de reformlardan bahsediliyor kamu kesiminde, hep bir yere geliyor deniyor ki “kamu yönetiminin ‘desentralize’ edilmesi gerekir”. Daha bu lafı duyunca insanın içinden yapmamak geliyor. Çünkü yabancı bir kavrama dayanılarak yapılacak bir eylemden söz ediliyor. Bu garip bir şey, gerçi Türkçe’de böyle çok kelimeler kullanılır ama kritik bir konudan söz ediyorsunuz ve kullandığınız böyle bir kelime. Türkçe’sine de bakalım; geçmişte bunu karşılayan bir kavram kullanılmış: “Adem-i merkeziyet”. Yalnız bu kavramın çok yerleşik olduğunu düşünmemek lazım. Sevan Nişanyan’ın çok güzel bir kitabı var; Sözlerin Soyağaçları diye, Adam Yayıncılık’tan çıktı. Orada diyor ki; “Prens Sabahattin’in 20. yüzyıl başında o zamanki dilde bulduğu bir karşılık bu.” Yani bu da bir aydının bir önerisi.
“Yerinden yönetimi” konuştuk. Şimdi Türk Dil Kurumu’nda bir kelime var, hiç duydunuz mu bilmiyorum, “özeksizleştirme” diye. Ben bunun pek kullanıldığını görmedim. Bu öneriye ilişkin olarak benim kaygım var. Ama zaten pek kullanılamıyor. Halbuki adem-i merkeziyeti Türkçe’ye çevirsek, yani bugünkü dile çevirsek ‘merkezileşmemiş’, demek. Karşılığı o.
Şimdi bakın “merkezileşmiş” sözcüğünü biliyor ve sıkça kullanıyoruz. “Merkezi yönetim, aşırı merkeziyetçilik” gibi laflar günlük konuşmada geçiyor. Bunun tersini düşündüğümüzde ‘merkezileşmemiş’ kelimesini kolayca bulmamız gerekmiyor mu? Halbuki bu sözcük neredeyse yok. Bu herhalde bir kelimenin tersini bulamamaktan olamaz. Kültürümüzdeki bir sorun olduğunu düşünüyorum. Merkezin önemli olduğu bir kültürümüz var. Büyük ölçüde de bu devlet kavramı ile ilgili. Kültürümüzde bir merkezin varlığı çok önemli. “Merkezileşmemiş” ile “merkezsiz” arasında ayrım yapılamayınca da sorun çıkıyor. “Merkezileşmemiş bir sistemde merkez yok olacak, merkez yok olunca kaos olacak” kaygısı, bilinçaltında var.
ÖM: Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uzun dönemlerinde, özellikle herhalde Fatih Sultan Mehmet’ten başlayarak çok kuvvetli bir merkezi yapı, hatta mistikleştirilmiş, halkın önüne hiç çıkmayan, yakınlarının bile görmediği, divanın perde altında görüldüğü çok merkezi bir yapının izleri günümüzde görülüyor.
Avi Haligua: Bir de son dönemdeki parçalanma da var tabii, o Balkanizasyon süreci ile birlikte belki de parçalanma olarak algılanıyor olabilir mi?
HE: Tabii. Şimdi “merkezileşmemiş bir yapıya geçelim” deyince, “Parçalanıyor muyuz? bölünüyor muyuz?” soruları hemen geliyor. Konu ne olursa olsun, ülke olabilir, bir yönetim birimi olabilir veya tamamen farklı bir şey olabilir...
AH: Hemen zayıflamayı çağrıştırıyor.
HE: Evet, hatta onun ötesinde sistemin yok olması. Bu kaygı o kadar da boş bir kaygı değildir. Ben bunu da söylemek istiyorum. Yani sistem çökebilir. Ama bu merkezileşmeme ile ilgili değil. Merkezsiz bir ortama geçmekle ilgili. O zaman bir sistem olmayabilir.
İktisattan bir örnek üzerinde durayım. Piyasa mekanizması için verilen en önemli bir tanım “merkezileşmemiş bir kaynak dağıtım mekanizması” olmasıdır. Bu ne anlama gelir? Bu mekanizmada bir hiyerarşik yapı yoktur, kimse kimseye emir vermez. Yani firma oturur ne yapacaksa, düşünür yapar. Amacı kâr etmektir. İnsanlar ise hangi malları canları istiyorsa onları alırlar. Bu mekanizmada firmaya “şu maldan şu kadar üret” diyen bir merkez yoktur. (Merkezi planlamanın tersine). İnsanlara da “kahve içme, çay iç” diyen bir yetke –doktor hariç- de olmaz.
Şimdi ikinci soruyu soralım, bu merkezsiz bir ekonomi olduğu anlamına mı gelir? İlk bakışta öyledir gibi geliyor. Fakat öyle değil. Şöyle bir olay düşünelim, rekabetçi piyasalar kimse emir vermeden çalışıyor. Herkes fiyatı veri alıyor, o aldığı fiyata göre ne kadar üreteceğine ya da tüketeceğine karar veriyor. Fiyatların, arz ve talebin kesişmesiyle oluşuyor. Peki fiyatı kim değiştiriyor? Yani sistemin dinamiği nasıl oluşuyor?
Buna biraz yakından bakınca, Merkez Bankası, iktisat politikası yapımcılarının (hükümet bürokrasisi) önemi ortaya çıkıyor. Tamam onlar emir vermiyor, ama mesela Merkez Bankası faizi yükselttiği zaman bu herkes için bir işaret değil midir? Ya da Bakanlar Kurulu bir karar aldı, vergi oranlarını yükseltti, sizin bu durumda daha az harcama yapmanız beklenir. Ama siz yapmıyor olabilirsiniz, hatta harcamalarınızı artırabilirsiniz, bu sizin bileceğiniz bir şey. Hükümet emir vermiyor, ama herkesi birden etkileyen bir merkez konumunda. Dolayısıyla merkezileşmemiş bir sistemde merkez vardır, ama merkezin hiyerarşik üstünlüğü yoktur.
Buna karşılık merkezsiz bir ekonomi dediğimiz zaman, böyle merkez hiç yoktur herkes kendi başına, ötekilerden bağımsız hareket eder. Örneğin genişçe bir bölgeye dağılmış köyler düşünelim. Bu köyler büyük ölçüde kendilerine yeterli olsunlar, ama arada bir de ticaret yapıyor olsunlar. Fazla ürünü olan götürüp öbür köye satıyor olsun. Bunların beraberliklerini sağlayan herhangi bir mekanizma yok, onların hangi malı ne kadar üreteceği, öbür köyde ihtiyaç var mı, yok mu, bununla ilgili bilgi veren herhangi bir şey de yok. Bu durumda herkes kendi başına karar alıp gidiyor.
ÖM: Böyle bir sistem çalışabilir mi?
HE: Bu bölünebilir, zaten bölünmüş bir şey bu. “Böyle bir yapıya gidersek bölünme olur” diyebilirsiniz, çünkü her birim ötekilerden bağımsız olarak hareket edebiliyor ve öyle yaşıyor. Bu durumda bir merkeze de ihtiyaç yok. Eğer köylerin üretimleri sürekli gereksinimlerinin üstünde olsa, ürünlerini satmak zorunda olsalar böyle bir düzen devam etmez. Ticaret için bir düzen kurarlardı. O ortak düzene geçtikleri andan itibaren de artık sistem merkezsiz olmaktan çıkacak. O zaman piyasa mekanizması örneğinde olduğu gibi, fiyatların hareket etmesini sağlayacak sinyaller veren (mezatçı gibi birisi) bir brim ortaya çıkacak. Belki de bir süre sonra ticaretin organizasyonu, yolların sorumluluğu, vs. gibi konularda ortak bir karar mercii kurarlar.
Özetle, merkezsizliğe geçişin kaygı uyandırması doğaldır. Ama, “merkezileşmemiş bir sistem” denildiğinde bundan söz edilmiyor. Merkezileşmemiş bir sistemde bir merkez vardır, fakat onun diğer birimler üzerindeki hiyerarşik yetkisi sınırlıdır. Tabii ki bu sınırlılığın derecesi, ele alınan olaya göre değişir. Rekabetçi piyasa mekanizmasında bu yetki yok denecek kadar sınırlıdır. Buna karşılık kamu yönetimi, merkezileşmemiş olduğunda bile merkezin bir miktar yetkisi olması doğaldır, genel çerçeveyi çizmek gibi.
Merkezileşmemiş bir sistemde, merkezin görevi bütünlüğü sağlamak, yani eşgüdümdür. O zaman tüm birimler bir bütünün içinde olduğunun bilinci ile hareket ederler. Bir örnek düşünelim: 300 şubeli bir banka düşünelim, bir de bu şubelerin her birinin ayrı bir banka olduğu 300 bankalı bir sistem. Bu ikisi aynı biçimde mi çalışır? Hayır. Çünkü ilkinde bir merkez vardır, şubelerin işlerine karışmasa bile onlara gönderdiği mesajlar ile bütünün kalanını göz önünde tutmalarını sağlar. Ama 300 tane banka varsa herkes kendi şubesine, kendi müşterilerine bakar yandaki bankaya bakmaz. O sadece bir rakiptir.
ÖM: Bir standart oluşturmak da çok zor olabilir tabii.
HE: Tabii, o zaman da bambaşka bir dünya vardır, bu iyi mi kötü mü tartışılır, ama bir şey çok açık ki ilk durumda 300 şubeli bir banka var. O banka şubelere yetki delege etmiş olsa bile bir merkez var. O merkezin bilgi aktarımları şubeleri belli bir şekilde çalışmaya ikna eder. Bu da merkezin bilgi avantajıdır, eğer merkezin böyle bir bilgi avantajı varsa bunu kullanmak herkesin daha iyi duruma geçmesine yol açar. Belirsizlik ortamında da iyi oluşturulmuş bir merkez bunu sağlar.
Demek ki, “merkezileşmemiş bir sistemde merkez yoktur” lafı doğru değil. Birdenbire mantık atlaması yapıp merkezsiz bir sistemden söz ediyoruz. O ayrı bir kategori. Öte yandan merkezileşmemiş bir sisteme geçebilmek için, tüm birimlerin işlevlerini yapabilecek beceriye kavuşmuş olması gerekir. Eğer banka örneğinde, şube yönetimi müşterilerini ciddi bir şekilde ölçüp tartabilecek bilgiye, görgüye ve deneyime sahip değilse, “sen yap bunu” denildiğinde sonucun daha kötü olacağı açık. Demek ki her sistem merkezileştirilemez.
ÖM: Bu reformlar açısından bütün bu tartıştığımız şeyin anlamlandırılmasını nasıl yapabiliriz?
HE: İki türlü hata yapabiliriz, bir tanesi merkezileşmemeyi yanlış anlayıp merkezi bir sistemde ısrar edebiliriz. Oysa merkezi sistemlerin çalışmaları çok pahalı ve etkin olmaları zordur. Burada bir hata yapabiliriz. İkincisi de romantik bir şekilde “aman bu merkezileşmemek iyi bir şeydir, ne pahasına olursa olsun yapalım bunu” diyebiliriz. Gerekçemiz örneğin demokrasi olabilir. Ama o zaman da sistemin çökmesine yol açabilirsiniz.
ÖM: Şu sonuç çıkıyor galiba, sık sık vurgulamakta olduğun gibi, reform yapmak zor bir iş.
HE: Reform yapmak zor bir iş, tabii.
AH: Yapmamak da aynı şekilde zor galiba?
HE: Her defasında, “yapmazsak ne olur, yaparsak maliyeti nedir?” diye hesap yapmak, düşünmek ve reform yaptığınız zaman da, insanların, özellikle kısa vadede, hayır duası etmeyeceklerini baştan kabul etmeniz lazım.
ÖM: Burada iletişim hayati önem taşıyor, yani neden yapıldığını anlatabilmek. Ama o konuda çok parlak örneklere rastlamıyoruz. Mesela, ısrarla kıyılara gelmekte olan bir petrol ve iklim faciasını, “yok bize bir şey olmaz!” şeklinde en yetkili ağızlardan dinlemek, bu merkezi yapıda da anlamayı zorlaştırıyor.
HE: İtiraf etmek gerekir ki, benim gibi birine, “gelmiyormuş” denildiğinde hiç olmazsa bir günlüğüne mutluluk veriyor.
AH: Ama geldiği zaman tatsız oluyor.
ÖM: Gelmedi zaten, rahat edebilirsin.
(10 Ağustos 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)