Ömer Madra: Bugün "dolar böyle gider mi, yükselir mi?" diye sormayacağız kesinlikle, "faizler ne olur?" diye de sormayacağız ama durum şu, kısaca özetleyebilirsek; doların 1.6680’e yükseldiği, faizin de 20.30’dan kapandığını ve Merkez Bankası’nın dolara müdahale etmediği, dolar talebinin de bono faizlerini %20.57 ile son 1,5 yılın en yüksek seviyesine çıktığı bir tablo var. Bazı yazarlar da “artık aklımızı başımıza almakta yarar var” diye yazıyorlar, ki bunun için ekonomi uzmanı olmaya lüzum belki de yok, biz de düşünebiliyoruz. Durum nedir ve ne yapılabilir?
Hasan Ersel: Bir kere Türkiye ekonomisinde bu şekilde bir kırılganlık olduğunu konuşmuştuk, tekrarlamaya gerek yok. Yani “bu olay dışarıdan bir etkiyle olmuştur”la geçiştirilebilecek bir olay değil. Başka ekonomilerde bu derecede bir etki yaratmadı, Türkiye’de yarattı; demek ki Türkiye’de bir farklılık var. Bu kırılganlığın giderilmesi lazım.
Benim hep ısrarla üzerinde durduğum bir konu var. “Serbestlik iyidir” inanışı var ya, insana ilk bakışta öyle gibi geliyor ama bu o kadar açık değil. Eğer bir şeyi serbest bıraktığınız zaman, o çok rasgele hareket ediyor ve ortalığı dağıtıyorsa onu sınırlamakta yarar olabiliyor. Bir çocuk düşünün, çocuk bazı şeyleri yanlış yapar, siz ona müdahale ettiğiniz zaman o anda kızsa bile öğrenmiş olur, aslında memnun da olur.
Piyasalar için de bu geçerli. Bazı olaylarda otoritelerin tavrının belli olması lazım. Buradan serbest kur lafının nasıl yorumlanması gerektiğine gelmek istiyorum. Serbest kuru bu şekilde anlayabileceğiniz gibi, oynamasına izin verilmiş, sabitlenmemiş kur diye anlayabilirsiniz. Biz, hem kurun sistemdeki değişikliklere, arz-talebe göre oynayabildiği, hem de bu oynamanın karışıklık yaratmadığı bir rejimi düşünebiliriz. Bu kolaydır demiyorum. Fakat bunu düşünebiliriz. Serbestlik budur, “karışılmaz” anlamında yorumlarsak, ülke parasının aşırı değerlenmesi gibi bir olay karşısında önlem alamayız.
Piyasalardaki dalgalanma hâlâ niçin devam ediyor? Dikkat ederseniz büyük bir güvensizlik var ortalıkta. Kime güvenilmediği de belli değil, ama, güvesnizlik var. “Acaba dış dünyadan yeni bir etki gelebilir mi?” “Acaba Merkez Bankası ne yapacak, bu işleri götürebilecek mi?” Arkasından da “Siyasi dünyada olup bitenler Türkiye’de daha büyük çalkantılar yaratacak mı?” Bunların bileşkesi piyasayı tedirgin tutuyor. İki olay birden var; İlki tedirginlik, ikincisi de ortalıkta kelimenin tam anlamıyla piyasa yok. Piyasa nedir? Satıcıların ve alıcıların buluştuğu yerdir, ortalıkta alıcı var, satıcı yoksa o piyasa çalışmıyordur. Bu tür olaylarda ortaya çıkan, piyasanın ortadan bir nevi kaybolmasıdır. Merkez Bankası’nın işlevi de bu tür olaylarda bence önem kazanıyor.
Her şeyi Merkez Bankası’ndan beklemek de doğru değil, herkes elini kolunu bağlayacak, ondan sonra Merkez Bankası ortaya çıkacak, millet arkasına dizilecek ve diyecek ki; “Aman komutanım ne güzel, sen devam et, sesin de fevkalade.” Bu olmaz. Diğer politika tedbirleri ile sinyal verilmesi lazım. Bu nedir? Hükümetin “Biz olayı fark ettik, bazı tedbirler alıyoruz” demesi gerek. İç talep güçlü, bu iç talebi kısabilir miyiz? Kolay değil tabii bir günden öbür güne kısmak. Hükümet bu konuda bir şeyler yapabilir, ama siyasi nedenlerle yapmaktan çekiniyor. Seçim olabilir, vs. halbuki bu konudaki kaygıları giderecek olan makam Merkez Bankası değildir, hükümettir. Diyebilir ki “Şöyle şöyle projelerimiz vardı, bunları erteledik. Şunları yavaşlattık.” Olaya hakim olduğunu ve bunu bu tarafa götürmek istediğini söyleyecek ve yapmalı. Bu havanın değişmesine yardım eder. Tabii bu arada risk unsurlarını birer birer temizlemek lazım. Yani siyasi ortamda ortaya çıkan unsurlar; AB olsun, cumhurbaşkanlığı seçimi olsun... Böylece piyasadaki oyuncuların önlerini görmeleri sağlanmış olacak. Çocuğa yol gösterip, “sobaya elini değme ama bu tarafta ne güzel oynayabilirsin” der gibi. Bunlar yapılmadığı takdirde, risk dediğimiz şey ortaya çıkacak. Risk yüksek olacağından faaliyetler durulmaya başlayacak.
Beni rahatsız eden noktalardan bir tanesi bu. “Mali piyasalar dalgalanır, ama geçer” diyebilirsiniz ama buradan gelen sinyaller sonucunda “yatırım projelerimizi erteleyelim, üretimi arttırmayalım, Türkiye’ye yatırım yapmayalım”, türü davranışların artmaya başladığı bir döneme girebiliriz. O bence çok önemli. Mali sermayeleri o kadar dert etmiyorum; bugün gider yarın tekrar gelir. Çünkü giriş-çıkışı kolay. Çabuk karar alıyorlar, giriyorlar, çıkıyorlar. Ama reel sektörün faaliyetleri öyle olmuyor, bir kere karar verip, yani ‘bu işi durdurdum’ dediği zaman bir daha başlaması 3-6 ayı, alıyor. Kaygım orada. O yüzden bu işin çözümü özel sektörden gelmez, doğrudan hükümetin devreye girmesi lazım.
Bu arada bir gariplik de şu; ikide bir “hedefleri değiştirin!” baskısı geliyor hükümete, ben bunu anlamıyorum. Yani “Karşıdan düşman geliyordu, vuramadık, bari martı vuralım” demenin alemi var mı? Hedef aynı kalır, “niye vuramadık, ne oldu da vuramadık, bizden gelen bir kusur mu vardı, yoksa dışsal bir etki mi vardı?” diye bakılır. Bence saydamlık o bilgiyi vermektir yoksa hedefi değiştirmek değil. Bu bana komik geliyor.
“Hedefi tutturamadık” demek hiç de ayıp değildir. Tutturamamış olmak iyi bir şey değildir, bunu anlıyorum ama ayıp da değildir. “Şunlar oldu, şuralarda da aksadık, o yüzden tutturamadık” denebilir. “Bunun da önümüzdeki dönem üzerindeki etkileri şu olacaktır” biçiminde açıklama yapılabilir. O zmaan bizler de gelecek yıllarla ilgili hedeflerimizi değiştirebiliriz. Ama “biz enflasyon hedefi tutturamadık o halde hedefi değiştirelim” denirse ben de bir daha verilen hedefe inanmam.
ÖM: Bütün inandırıcılığını ve tutarlılığını kaybeder tabii.
HE: Bu çok gayri ciddi, neyseki hükümette o eğilim yok.
Bu ortamda da tabii bir de yabancı sermaye meselesi var. Bu yabancı sermaye biraz garip bir biçimde tartışılıyor, biz niye sermaye istiyoruz? Ben 3 tane neden söyleyeyim aklıma gelen; bir tanesi yabancı sermaye döviz getirir, böylece cari açığımızı finanse ederiz. Bunun anlamı, yeterince döviz kazanamıyoruz demek veya kazandığımızdan daha fazla döviz harcıyoruz, arasını birileri getirsin diye bekliyoruz. İkincisi, yabancı sermaye bir ek tasarruftur, o gelince onu kullandığımız için daha fazla yatırım yaparız, üretim artar, istihdam artar. Bunun da Türkçe’si, “tasarruffumuz yetmiyor” demektir. Üçüncüsü, yabancı sermaye gelir, doğrudan yatırım yapar, yeni teknoloji getirir, yeni ürünler üretmemizi sağlar, organizasyon değişikliği getirir. Dikkat ederseniz bu üçü çok farklı şeyler ve yabancı sermaye deyince bunun üçünü birden sağlayan bir sermaye olmayabilir.
Örneğin yabancı sermayenin üretimin organizasyonuna katkısından söz ediyoruz. Sonra İstanbul Borsası’na girip hisse senedi alan -ama hiçbir şirketin yönetimini etkileyecek oranda değil- sermaye girişi ile bunu ilişkilendiriliyoruz. Hiç alakası yok, Türkiye’ye geliyor adam, varolan bir hisse senedini alıyor, ondan para kazanmak istiyor. Türkiye’ye bir miktar döviz getiriyor, doğru, Türkiye’ye bir miktar tasarruf getiriyor, bu da doğru ama organizasyon değişikliği filan getirdiği yok, bu ikisinin arasında hiçbir ilişki yok.
Bir de “yabancı sermaye gelsin, borç almaktan bizi kurtarır” diyoruz, ona da dikkat etmek lazım. Bu yabancı doğrudan yatırımlar için de söz konusu. Çok hayırlı bir yatırım yaptığını düşünelim yabancı firmanın. Örneğin çocukların sağlığını bozmayan sırt çantası yapıyor. Yani bütün çocuklarımız bundan yararlanıyor, firma rekabetçi fiyattan satıyor, aşırı kâr yok, vs. Tabii bunun için bazı maddeleri ithal ediyor, fabrikayı da Türkiye’de kurmuş, istihdam da sağlıyor, vergisini ödüyor, her şeyi tamam ama ihracatı yok. Peki şimdi ileride kâr transfer etmeyecek mi? Edecek. Üretim yaptığı müddetçe bazı girdileri ithal etmeyecek mi? Edecek. Dolayısıyla döviz çıkışına da net olarak yol açacak ama bunda bir kötülük var mı? Yok. Yabancı sermaye bunların hepsini birden sağlar deyince acayiplik oluyor. Gelen yabancı sermayenin nereye geldiği, doğrudan yatırımların ne iş yaptığına dikkat etmek lazım. Burada üzerinde durmak istediğim nokta şu; yabancı sermaye doğrudan yatırım olarak geldiğinde ne yaptığı bellidir, yani “şuraya yatırım yaptı, şu işi yapıyor” gibi, ama para olarak geldiyse birilerinden bir şeyler alıyor demektir, hisse senedi alıyor, tahvil alıyor, vs. O parayı alanın ne yaptığı çok önemli. Bende hisse senedi var, yabancılara satıyorum, yabancılar geldi yatırım yaptı diyoruz. Güzel ama yaptığı tek yatırım benden hisse senetlerini almak, benim o parayla ne yaptığım çok önemli. Ben Karayipler’e gidersem ne olur, Türkiye’nin turizm harcamaları artar. Ya da yüksek teknolojili bir işe yatırım yaparsam ne olur? O zaman Türkiye’de ciddi yatırım yapılmış olur. Dolayısıyla bu sermayenin gelmesinden sonra, doğrudan yatırım olmadıkça bir karar daha var, o da, bu menkul kıymetleri satan, bu imkânı veren kimse onun ne yapacağı, yani yerli davranışlarının ne olacağı önemli.
Belirsizlik ortamı düşünelim; bu ortamda bir kere yabancı sermaye için gelmek zor olur, çekinir. Gelen de benden bir şeyler aldığında, benim bu parayla ne yapacağım da önemli. Belirsizlik nedeniyle çekinmem söz konusu olduğunda yine yatırım üzerinde pozitif etki yaratmayabilir. Onun için şu andaki ortamın her halükârda düzeltilmesi lazım.
Geçen sene oldu? Bize 40 milyar dolardan fazla sermaye geldi, döviz sunumu arttı, YTL de bundan dolayı değerlendi. Yabancı tasarruflardan yararlanma olanağı sağladık mı? Evet sağladık, uzun vadeli pek olmadı ama epeyce kaynağımız oldu. Doğrudan yabancı yatırımlar da arttı. Ama bir şeye dikkat edelim; mesela gayrimenkul aldıysa bunun Türkiye’nin üretim kapasitesine katkısı ne? Almasında bence bir sakınca yok, ama bir ev aldıysa bu Türkiye’nin üretim kapasitesini arttırmaz, mevcut ev benimdi onun oldu. Peki özelleştirme için geldiyse ne olur? Bilmiyoruz. Mevcut bir kamu kuruluşunun mülkiyeti yabancıya geçer, bundan sonra yatırım yaparsa başka, ama bu haliyle fazla bir şey olmaz, kamunun elinde kaynak olur, Türkiye’ye döviz girer ama üretim kapasitesi artmaz. Aynı şekilde, bankalara gelenlere bakalım; Türkiye’de bankacılık döviz kazandıran bir alan değildir, net bankacılık işlemlerinden Türkiye ödemeler dengesindeki kalem az da olsa eksidir. Ama bankacılık önemli bir sektör, çok hizmet veriyor, yabancı sermaye oraya yatırım yaptı diyelim; evet dışarıdan bir kaynak geldi, mevcut bankaları aldı, dolayısıyla o parayı kime ödediyse onun davranışı çok önemli olacak, başkalarınınki değil.
Böyle bakınca görüyoruz ki; “yabancı sermaye geliyor, gidiyor” vs. dediğimizde bunun detayına bakmadan çok olumlu ya da çok olumsuz yargıya varmanın bir anlamı yok. Bir şey daha açık, yabancı –kelime de onu çağrıştırıyor zaten- buradaki olaylar karşısında daha ürkek olur, hele kaliteli yabancı. Benim üzerinde durmak istediğim o. Mali sermaye, yarın gelip devlet tahvillerini alır ama büyük ölçekte bir sabit sermaye, Türkiye’de yatırım yapabilmek için Türkiye’nin uzun vadeli stratejisinin ne olduğuna, bunun başarı şansının ne olduğuna, Türkiye’de bugün istikrarsızlık yoksa bile önümüzdeki dönemde olup olmayacağına, istikrarsızlık var olsa bile bunun gidip gitmeyeceğine bakar. Aksi halde çekinecektir. Bu yerli yatırımcı için de geçerlidir, yabancı için daha fazla geçerlidir. Onun için, bu olay, “yapacak bir şey yok, ne yapalım dışarıdan şok geldi, belki bir tane daha gelir, ne kötü, filan” diye geçiştirilecek gibi değil. Merkez Bankası’na dönüp bakmanın da çok fazla bir hayrı yok. Hükümetin kamuoyu tarafından genellikle desteklenebilir bazı önerileri getirmesi lazım. Herkes destekler demiyorum, bu mümkün değildir ama, “bu olaya vakıflar, tedbir alıyorlar ve gerekirse de ileride alacaklar” havasının doğması gerek. İnsanlar “popüler olmayan bazı tedbirler alıyorlar, demek ki daha ötesini de gerekirse yaparlar” diye düşünebilmeli. O zaman da sonbahara daha güçlü gireriz.
ÖM: Şu anda da elimize gelmiş bir haber var; Maliye Bakanı, mali sistemde revizyon niteliğinde bazı değişikliklere gidildiğini açıklamış; yurtdışında yerleşik olan kişilerin, finansal araçlardan Türkiye’de elde ettikleri kazanç ve iratlara uygulanacak stopaj oranının sıfıra indirildiği şeklinde. Konumuzla bir ilgisi var mı yok mu bilmiyorum ama böyle bir açıklama var.
HE: Olumsuzluk olsun diye söylemiyorum ama bu sorunu çözmüyor. Ortalık çok karışıksa, yani risk çok yüksekse insanlar yine paralarını getirmezler. Bu karar iyi bir şey midir bilmiyorum, niye ben içeride vergi veriyorum da dışarıdakiler vergi vermiyor? Bu Türkiye’nin sorunu değil, her yerde var bu sorun. Haksızlık etmemek lazım, kolay bir iş değil, onu anlıyorum. Böyle pürüzler varsa bunların da temizlenmesi ve temizlendiğinin sürekli olarak kamuoyuna saydam bir şekilde açıklanmasında büyük yarar var. Eleştirecekseniz eleştirirsiniz, fakat şu his çok önemlidir, “ses geliyor, bir şeyler yapılıyor ve devamlı yapılıyor, bir yöne doğru yapılıyor, bir bütünlüğü var.” O bütünlüğün varolduğunu ve onun ne olduğunun, tercihen hükümet başkanının ağzından, açıklanması gerekir.
ÖM: Yani yine de yapılacak epey şey olduğu ve serinkanlı bir şekilde üstüne gidilmesi gerektiği net olarak görülüyor.
HE: Zaten bu noktadan sonra heyecanlanmanın fazla alemi yok. Heyecanlanacak zaman 9 ay öncesiydi, o zaman kimse heyecanlanmamıştı.
ÖM: Evet biz bunları konuşmuştuk hafif heyecanlı olarak. Devamını bekleyip göreceğiz herhalde?
(22 Haziran 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)