Ekonomi Notları - 44
Ömer Madra: Günaydın Hasan.
Şerif Erol: Günaydın Hasan Bey.
Hasan Ersel: Günaydın Şerif Bey.
ŞE: İki soru var. Bunlardan bir tanesi, son günlerde bu piyasaların çok tepki vermesi konusu… Doların, faizlerin yükselmesi, borsanın düşmesi. Bu da zihnimizin ‘piyasa’ kelimesiyle meşgul olmasına yol açıyor. Piyasa onu oluşturan ekonomik birimlerden, bireylerden bağımsız, kendi başına hareket eden bir tür sopa gibi görünmeye başladı. Bunun arkasında ne olduğunu çok düşünmeden "piyasa şunu yaptı, piyasa bunu yaptı" diye kendi hareketlerimizi belirliyor gibiyiz. Piyasa bir mite dönüşmeye başladı. Bir zamanların komünizm korkusu gibi ya da her zamanki devlet korkusu gibi, bir de piyasa korkusu var şimdi. Bunu nasıl incelememiz lazım, nasıl anlamamız lazım bu piyasanın hareketlerini?
HE: Evet. Çok iyi bir soru. Ben de öyle görüyorum, Hobbes’un Leviatan’ı vardı ya… Dev devlet. Bir de dev piyasamız oldu ve korktuğumuz için de içini anlamak zahmetine katlanmıyoruz. "Devlet bunu yapar" gibi "piyasa bunu yapar" diye düşünüyoruz. Daha doğrusu birçok kimse düşünmüyor ve sadece korkuyor.
Şimdi basite indirgeyip şöyle bir bakalım. Geçtiğimiz günlerde piyasalar müthiş dalgalandı, değil mi? ABD’den mali destek gelecek dendi, piyasa bir yöne doğru uçtu gitti, tersi söylendi bu defa öbür yana gitti. Bunun nedeni Irak savaşı olamaz…Neden olamaz? Çünkü, savaşa ilişkin tedirginlikleri değiştirecek hiçbir şey olmadı. Ben hâlâ savaşın görece uzun süreceğini düşünüyorum, başka insanlar da o kadar uzun sürmeyeceğini düşünüyor. Tavrımızı değiştirecek birşey olmadı, ben şimdi savaşın gidişine bakarak "A yok kısaymış" ya da "Ooo çok uzunmuş" demiyorum. Savaş benim için de farklı düşünen insanlar için de bekleyişlerimizi değiştirmeyecek bir biçimde gidiyor. Ben Irak’ın komşularını tehdit edecek kadar uzun menzilli füzeleri olduğuna inanmıyordum, başka insanlar inanıyordu. Şu ana kadar inançlarımızı değiştirecek bir gelişme olmadı. Gördüğümüz Irak'ın kısa menzilli füzeleri olduğu. Birisi diyebilir ki "Yok uzun menzillileri saklıyor," ben de diyebilirim ki "Elinde yok ki, kullanmıyor." O halde muharebe alanındaki olaylar hariç, (muharebede herşey olabilir, o başka), savaşta sürpriz bir değişiklik yok. Ama, piyasalar dalgalanıyor… Yani savaşa ilişkin bekleyişlerde hiçbir değişiklik olmadığı halde piyasalar dalgalanıyor. Demek ki bu iş savaşla ilgili değil, bir kere adını koyalım.
Bir yanlışlık var
O zaman geriye ne kalıyor? İktisat politikası; iktisat politikasındaki çalkantılar, piyasalarda rahatsızlık duyuracak şekilde kamu dengesinin bozulabileceğini ima eden kararlar ya da lâflar... "Bu hükümetin iktisat politikası herşey olabilir" anlamına geliyor. "Her şey olabilir" dediğiniz zaman bu "ne olacağını bilmiyorum" demektir, tam belirsizlik halidir. Bu durumda da davranışların kestirilemezlik boyutu artar. Kimi çok korkar der ki "Bir felaket olacak, hükümettekiler çok yanlış işler yapacaklar," kimi der ki "Onlar da her politikacı gibi laf olsun diye söylüyorlar, bir şey yapmazlar." Piyasadakilerin bu iki görüşten birine yönelenlerinin oranındaki değişme, piyasanın nereye gideceğini belirler. Bunu da kestirmek olanaklı değil… O zaman da "piyasa şunu istiyor, bunu istiyor" gibi yorumlara başvuruluyor.
Oysa burada bir yanlışlık var. Piyasada ortaya çıkan sonuç (fiyat ve miktarlar) oyuncularının davranışları arasındaki karşılıklı etkileşimin sonucudur. Eğer rekabetçi piyasadan söz ediyorsak, bu sonucun ortaya çıkmasında, bir oyuncunun etkisi pek olmaz. Ülkemizde piyasaların rekabetçi niteliklerinin güçlü olduğunu söylemek zor. Sonucu etkileyebilen büyük oyuncular olduğunu düşünebiliriz. Büyük firmalar, büyük bankalar hatta zengin bireyler bir dereceye kadar piyasayı etkileyebilirler… Bu tür oyuncular Amerika’nın derin piyasalarında bir etki yaratamazken burada etkili olabilir. Ama bir dereceye kadar. Ana fikir pek değişmiyor.
Bir piyasada oyuncu davranışını etkileyen iki türlü bileşen olabilir. Bunlardan ilki öngörülebilir olanlardır. Örneğin enflasyon yükselirse nominal faiz oranları yükselir. Bunu tahmin eden her aklı başında adam "enflasyon bu kadar, ben de zaten reel %5 istiyordum, enflasyon %20 iken faiz %25, enflasyon %30 iken %35" der. Böyle diyeceğini tahmin etmek olanaklıdır. Ama bazen de öngörülemez piyasa hareketleri olur, piyasa oyuncuları telaşa kapılabilirler, abartılı tepkiler ya da ters yönde tepkiler gösterebilirler. (Benim anımsadığım en komik örnek, Kardak Krizi’nde İstanbul borsasının yükselmesiydi.)
İktisat politikası öngörülebilir tepkileri algılamak, olabildiğince ölçmek üzerine kurulur. Bundan sonra uygun sinyaller verilerek piyasanın istenilen yöne doğru gitmesi sağlanır, iktisat politikasının temel yaklaşımı budur. İktisat politikası piyasadan korkmak üzerine değil, piyasanın davranışlarının öngörülebilir olanlarını anlayıp onları nasıl etkileyebileceğini geliştirip, ona göre kararlar almak fikri üzerine kurulur.
İktisat politikası etkin olamaz görüşünü savunan "Akılcı Bekleyişler" ya da "Yeni Parasalcılar" okulları da "piyasa anlaşılamaz" dememiştir. Tam tersine piyasa anlaşılabilir, piyasadaki bu akılcı davranışlar kestirilebilir fakat o insanlar akılcı oldukları için "alınan önlemlerin etkisini giderebilecek yeni davranış biçimi geliştirirler" demişlerdir. Yani iktisat kuramında ister politika etkinsizliğini savunanlar, isterse etkinliğini savunanlar "piyasa bir öcüdür, anlaşılamaz" dememişlerdir.
Bizim memlekete gelince nedense iş değişti… Piyasayı anlamak yerine korkmayı yeğleyen bir görüş hakim oldu. Türkiye'de, sadece hükümette değil, eleştirenlerde de piyasayı bir öcü olarak görmek, deyim yerindeyse, bir zevk haline geldi. İşte yanlışlık burada…
Oyuncuların dağılımına bakmak gerek
ÖM: Bu noktada sormak istiyorum; bunun genel demokrasi teorisi açısından bana sakıncalı gibi görünen yanları var. Geleneksel kuvvetler ayrımına dayanan, yasama-yürütme-yargı organlarının bulunup bunların kendi aralarında da denge ve kontrol sistemleriyle çalıştığını bildiğimiz bir sistem bu. Hükümetin icraatından da hesap sorulabilmesi yasama yoluyla olabiliyor, ya da son tahlilde yargı ve benzeri organların da, Rekabet Kurulu vs. devreye girdiği bir sistem var. Şimdi karşımızda bu öcüye beraber ya da bir dördüncü kuvvet, medyayı kastetmiyorum hiçbir şekilde, hükümetin davranışlarını önceden etkilemeye çalışan -hatta bunu başaran- bir kuvvet olarak karşımıza çıkıyor. Bunun demokrasinin işlerliği açısından sakıncalı olduğunu ve tartışılması gerektiğini düşünüyorum, ne dersin?
HE: Şöyle yanıtlayayım. Bir toplum düşünelim; sen, Şerif Bey ve benden oluşsun. Bütün paralar bende olsun ve piyasada oynayan da ben olayım. Bu durumda, benim kötü niyetli olmadığımı ama çabuk heyecanlandığımı düşünelim. Bu durumda o piyasanın vereceği sinyaller toplumun değil, toplumun üçte birini oluşturan benim heyecanlarımı, kaygılarımı yansıtır. Ben "Birşey olacak galiba" diyorum ama siz öyle düşünmüyorsunuz. Siz, "Bu kadar paniğe kapılacak birşey yok" diyorsunuz. Eğer hepimiz piyasada olsaydık, ben sat derken örneğin Şerif Bey alırdı, piyasada bir anormallik olmazdı.
Bir ülke düşünün ki, mali piyasalarına ulaşmak yolunda, emeklilik fonları yoluyla olsun, doğrudan portföy yoluyla olsun, kredi talebi yoluyla olsun, her insanın, her ailenin bir katkısı var. Bu durumda piyasaların verdiği sinyaller toplumun tedirginliklerini yansıtır. Mükemmel bir şekilde demiyorum ama yansıtır…. Çünkü ben kaygılıysam benim emeklilik fonumu işleten firma kaygısızsa paramı oradan çeker öbür firmaya veririm. Bu durumda piyasa çok büyük bir yarar sağlıyor, çünkü anında tepki gösteriyor. Diğer bütün kurumlar ister istemez gecikmeli tepki gösterirler. Meclis’in bir konuyu görüşmesi vakit alır, o da iş olup bittikten sonra olur, Rekabet Kurumu’nun müdahalesi ne kadar hızlı olsa da hiç olmazsa bir gün sonra olur… Oysa piyasanın tepkisi anındadır… Dolayısıyla çok hayırlı bir iş yapabilir piyasa.
Buna karşın piyasanın oyuncuları sınırlıysa ve toplumun tümünün çıkarlarını şöyle ya da böyle yansıtmıyorsa, sadece bir insan grubunun çıkarlarını yansıtıyorsa toplumsal bakımdan arzulanan sonuç ortaya çıkmaz. Unutmamak gerekir ki olayın sadece iyi niyet kötü niyet boyutu yok. Bir de çıkar farklılıkları var. Benim çıkarım devlet tahvillerini satmak yönündedir, piyasada başkası yoksa bu fiyatların düşmesine, dolayısıyla faizin yükselmesine yol açar, bu da toplumun aleyhine olabilir. Dolayısıyla piyasanın sinyallerine bakarken oyuncuların nitelikleri ve dağılımına da bakmak gerekir. Örneğin Türkiye’de emeklilik sistemi kapsayıcı olsaydı, herkesin emeklilik fonlarında payı olsaydı ve emeklilik fonlarında birinden ötekine geçmek serbest olsaydı o zaman mali piyasalardaki hareketler böyle mi olurdu?
ÖM: Çok önemli kritik noktalardan bir tanesi bu.
Herkes spekülatör olursa...
HE: Dolayısıyla mali piyasalar demokrasiyi güçlendirmek için çok önemli bir araç olabilir, tersine de çalışabilirler. Şimdi ben Türkiye’de demokratik katılımı sağlayacak bir mali piyasa olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’de en demokratik sayılabilecek mali araç mevduattır. Herkesin mevduatı olabilir ama Türkiye'de herkes gidip borsada alım satım yapmıyor. Orada sınırlı sayıda oyuncu var. Bu bağlamda emeklilik fonlarının üzerinde duruşumun sebebi, onlar doğru dürüst çalıştığı zaman uzun vadeli yatırımcı düşüncesiyle hareket ettikleri için kısa vadeli hareket eden spekülatörler karşısında denge kurabiliyor olmaları. Spekülatörler önemlidir (dikkati çekerim "manipülatör" demedim. O kötüdür, suçtur.) Spekülatör piyasada varolması gereken, piyasaya dinamizm katan bir oyuncudur ama herkesin spekülatör olduğu bir piyasa da tabii ki istikrarsız olur.
ÖM: Peki emeklilik fonları gibi geniş çaplı, uzun vadeli hareket eden fonların bulunması durumunda da yine iyi niyet esas herhalde, çünkü ABD’de müthiş bir derinliği olmasına rağmen genişliği fevkalade kötüye kullanıldığının örnekleri var.
HE: Gayet tabii. Dikkat ederseniz böyle emeklilik fonları gibi toplumsal tasarruf kurumlarını başka kamu kuruluşları yoluyla, görece, etkin bir şekilde denetlemek olanaklıdır. İşte Amerika’daki olay etkin bir biçimde denetlediklerini sandıkları bu tür kurumların denetlenemediğini ortaya koyan bir fiyaskoydu. Önlem alınması gerekli. Yani ben geleceğimi, yaşlılığımı birine emanet edeceğim, o da o parayı çarçur edecek. Bu olmaz.
ÖM: Daha da vahimi; bunu denetlemekle görevli kurum bir de ona suç ortaklığı yapmış olacak.
HE: Ona dikkat ederseniz, demokrasinin temel kurumları açısından bir aksama var orada. Sanki Amerika’da Kongre'nin görevi aksamış gibi...
ÖM: Arthur Anderson gibi mesela.
HE: Evet.
ŞE: Bir soru daha var.
ÖM: Bir dakika oraya geçmeden, biz paralarımızı Hasan’dan geri istiyor muyuz şimdi?
ŞE: Bu 3 kişilik ekonomideki, değil mi?
ÖM:Yoksa biz de mi piyasaya giriyoruz?
ŞE: Giriyoruz piyasaya canım.
HE: Demokrasi açısından tabii ki sizin piyasaya girmeniz iyi de, benden para istemeniz hiç iyi bir davranış değil!
Reel faizlerin yükselmesine Türkiye'nin tahammülü yok
ŞE: Bir de geçen günlerde bir karar vardı. Bir iç borç çevrilecek ve bu iç borcun çevrilmesi bir endişe vesilesi. Olacak mı, olmayacak mı; bununla ilgili olarak Amerikan yardımı geldi, gelmedi; onunla ilgili olarak piyasa indi, çıktı derken... en sonunda, önceki gün, hükümetten kamu harcamalarının, zorunlu ödemelerin dışında, dondurulmasına ilişkin bir karar çıktı. Nasıl değerlendiriyorsunuz bunu, Hasan Bey?
ÖM: Bir de buna ufak ilavede bulunayım. New York Times’ta yayımlandığı belirtilen bir makale varmış. Ben görmedim, internet yoluyla ulaştı, maalesef kaynağına bakma fırsatı bulamadım ama bu meclisin tezkereyi kabul etmemesiyle Türkiye’nin savaş eforuna katılmamış olmaması, Türkiye’nin iç borçlarını çeviremez hale geleceğini, bir çeşit konkordato ilan edeceğine dair de New York Times’ta etraflıca bir yazı yayınlandığı internet yoluyla bize ulaşan mesajlar arasında. Bunu da sorunun bir parçası olarak koymuş olalım.
HE: Olay şu: Türkiye’nin reel faizlerin yükselmesine tahammülü yok. Bu aslında aritmetik bir açıklık. Hesabı yaptığınız zaman, reel faizler yükseldiği takdirde Türkiye’nin iç borcunu çevirmesi olanaklı görünmüyor. Fakat Türkiye iktisat politikasını doğru dürüst yaparak reel faizini düşürebilir, ondan sonra da köklü önlemler alarak kamu kesiminin işleyişini yeniden yapılandırma yoluna acilen gidebilir. Türkiye'nin iç borcun sürdürülebilirliğini birincil sorun haline getirip üzerinde düşünmesi gerekli.
2001’de başlayan iktisadi programın amacı buydu, borcun milli gelire oranı şeklinde ölçülen iç borç yükünü aşağıya doğru çekmek. Bu olanaklı, hangi koşullarda yapılabileceği de hesaplanabilir. İktisat kuramı da uygulaması da bunu yapacak araçlara sahip. Benim beraber çalıştığım arkadaşlarım da bu hesapları yaptılar, başkaları da yaptı. Yani bilinmeyen bir şey yok…
Peki iç borcun çevrilemeyeceği lafı niye hortladı, bu laflar niye iki ay evvel yoktu da şimdi hortladı? Çünkü faizler yükseldi ve hükümetin davranışında da bu olayı algılayıp tedbir alacak hava görülmedi. Şimdilerde hükümetin ilk defa bu konuda bir önlem aldığını görüyoruz. Hükümet diyor ki "harcamaları ciddi bir şekilde durduruyoruz." Gerçi mevcut durum harcamaları dondurmakla halledilebilir gibi görünmüyor. Bunun ötesinde de bazı önlemler almak ve topluma güven telkin etmek gerekiyor. Hükümetten "Aklıma geleni yaparım" gibi bir ses çıkarsa alınan tüm önlemlerin olumlu etkisini bir anda silebilir. Onun için New York Times’ta yazılan için ne "Yok canım olmaz", ne de "Gerçek budur" diyemeyiz. Çünkü sonuç ne yapılacağına çok bağlı.
Ne yapılacaksa bir an önce yapılması gerekli. Fazla vakit yok; onu da söyleyeyim. Yani "Türkiye’nin ben bu önlemi alırım ama Temmuz'da alırım" gibi bir söyleme tahammülü yok. Hükümetin bugünden bu önlemleri alması, toplumu ikna etmesi, çatlak seslerin de çıkmaması gerekir. Bu sonuncusunu sansür anlamında söylemiyorum. İkna etmeye ağırlık verilmesi gerektiğini vurguluyorum. İkna olan insan biraz bekleyebilir. Ufak tefek hataları hoşgörebilir. Ama önlemlerin derhal görülmesi gerekiyor, kimsenin söyleme kanacak hali yok, dolayısıyla piyasanın da… Bu noktadan Türkiye zor da olsa dönebilir, ama kolaylıkla da kötüye gider.
(27 Mart 2003 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)