Bizi kandırdılar. Çocuktuk; büyüdüğümüzde bizi bekleyen dünya, bize gösterilen gelecekteki yaşam uzay çağını anlatıyordu. Hayal dünyası büyük çocuklardık. Hayallerimizi oyuncaklara dönüştüren; telleri arabaya, ağaç dallarını oka çeviren delişmenlerdik. Televizyonunun resmini ilk kez “Alamancıların” evlerimize soktuğu yabancı dergilerden gördük. Bir gün, bir mucize gibi girdi evimize televizyon. Biz geleceğimizin dünyasını ilk kez o sihirli kutudan izledik.
Bizi kandırdılar. Çocuktuk; bize, 1999 da uzay otobüsleriyle gezeceğimize, küçük, uçan dairelerle uzayımsı evlerimizin balkonlarından gireceğimize dair yalanlar söylediler; yalanlar seyrettirdiler. Bizi, gizemli ve ışıltılı bir uzay çağı bekliyordu. Hastalıkların ortadan kalktığı, insan ömrünün çok uzadığı, ebruli, umut dolu, teknomutluluk dolu bir gelecek... Ve Tarih de o kadar uzak değildi. Biz çocuktuk, söyledikleri tarih 1999 otuzlu yaşlarımıza gelecekti. Hiç de geç kalmış sayılmazdık. Yıllarımızın hızla geçmesini dileyecek kadar sabırsız bekliyorduk 1999’u.
Bizi kandırdılar. Çocuktuk; Uzay Yolu dizisinde Kaptanın Seyir Defteri bize uzak ve gizemli gözükse de Uzay 1999 dizisindeki tarih bize göz kırpıyordu. Beklediğimiz 1999 öyle bir geldi ki, uzay aracıyla balkonundan girmekten geçtik, başımızı sokacak bir ev arar olduk. Başımızı soktuğumuz beton kutular başımıza yıkıldı, on binlerce öldük. Bu tarih çocukluğumuzun ışıklı tarihi 1999’du. O ışık 17 Ağustos ve 12 Kasım’da iki kez başımıza yıldırım olup düştü.
Rüzgâr esti, evler uçtu tepemizden. Yağmur yağdı, sel sularına kapıldık, öldük. Kar yağdı, umutlarımıza çığ düştü. İnsanlar, en büyük şehirlerin sokaklarında donarak ölüyordu. Bakırköy’de iki çocuğu ile günlerce aç bir kadın haberlerde kulaklarımıza şöyle çınladı: “Çok korkuyorum hayattan!”
Bizi kandırdılar. Çocuktuk; 2000’lerde insanlar bir yerden bir yere ışınlanacaktı. Akşam yemeğimizi her hangi bir gezegende yiyecektik. Oysa kutu gibi kafalarımızla, o kutu gibi eviçlerine kaçışıp ışıklı bir aptal kutusunun kölesi olduk. Gözlerimizin içine baka baka gene yalan söylüyordu çirkin devekuşları. Geleceğimize ipotek koydular taksitlerle; geleceğimize ipotek koydular kredi kartlarıyla... Bize sattıklarını ödeyebilmek için evlere içeriden kilitledik kendimizi. Belli ki o büyüleyici küçük uçan daireler satılsa, biz gene satın alamayacaktık. Bizim payımıza bizim paramızla satın alınan savaş uçaklarını semalarda seyretmek düştü.
Bizi kandırdılar. Çocuktuk; nükleer enerji, uranyum gibi gizem dolu mucize sözcükler yaşamımıza ne zaman girecek diye merak ederdik. 2000’li yıllarda bizi öyle bir teknoloji bekliyordu ki hülyası bile bir çocuğu sarhoş edebilirdi. 2000´e az kala mönümüzde siyanür olacağını, soluğumuza asbest dolacağını bilemezdik. Teknoloji öyle bir girdi ki yaşamımıza, adı Çernobil oldu; nezle, grip olurcasına kanser olduk, döküldük. Hayallerimizin genetiği ile oynandı. Umutlarımıza hormon verildi. İnsan ilişkilerinde soğuduk, küresel olarak ısındık.
Bizi kandırdılar; sadece bir hap yutacaktı insanoğlu ve böyle beslenecekti 1999’da; oysa 2000’li yıllarda çöplüklerden karnını doyurmak zorunda olan on binlerce insan gördük. Bebekler 2000’li yıllarda gene ishalden ölüyordu. Dünya gene açlıkla karşı karşıyaydı. Biz yutacağımız uzay haplarından geçtik, Irak’ta, Afganistan’da, Afrika’da çocuklara bir basit hap tanesi bile olamadık.
Bizi kandırdılar. Çocuktuk; daha o zamandan babalarımıza, dedelerimize dünyaya erken geldikleri için acıyorduk. Oysa lezzetli sebzeleri, o canım meyveleri ve etleri bizden daha çok tadabildiler. Hormonla şişirilmiş, renkli plastik tadında sebzeler, meyveler ve hastalıklı etler daha çok bize kaldı. Onlara da güzel anılar.
Bizi kandırdılar. Çocuktuk; savaşı ballandıra ballandıra anlattılar okullarda. Her yeri işgal etmiştik, herkesi öldürmüştük, ama nedense hep biz haklıydık. Nedense hep bize haksızlık yapılmıştı. Savaş da bize çok uzak değildi, gençliğimizi savaşın içinde bulduk. 2000’e az kala Irak’ta çocukların üstüne bombalar yağdı. Balkanlarda, Kafkasya’da, Afrika’da katliamlar gördük. Ortadoğu kana bulandı. Kaptanın Seyir Defteri’ne yazamadık bunları; utandık...
Kandırıldık. Çocuktuk; dedesiyle yaşayan sevgi dolu Heidi’ye inandığımızdan daha çok inandık Kaptanın Seyir Defteri’ne. Hülyalarımız vardı; süslü hayallerimiz. Bu hülyalarımızda 2000 yılında bineceğimiz uzay gemilerimiz vardı. Şimdi 2010’a giriyoruz; çocuklara miras bırakacağımız böyle hayallerimiz yok artık. Barışa düşman adamlar şimdiki çocukların hayallerini kirletiyor. Savaşın dili okullarda, savaşın dili gazetelerde-televizyonlarda, savaşın dili sokaklara göz dikiyor. Topraktan çiçek yerine silahlar fışkırıyor; bombaların çocukları öldürme ihtimalinden konuşuyoruz, darbeden, vesayetten, suikast planlarından konuşuyoruz. Çocuklara miras bırakacağımız güzel hayallerimiz yok artık. Güzel bir dünya, güzel bir ülkeyi var edemediğimiz için 2010’da doğacak çocuklardan özür diliyorum. Azıcık büyüyünce beğenirler mi bilmem, elimizde sadece eski, tozlu ve hükümsüz Kaptanın Seyir Defteri kaldı...
Aralık 2009