Çalan cep telefonu sesi ile hepimiz irkildik. Şehrin dışında piknik alanındaydık. Hastaneden birkaç arkadaş ailelerimiz ile birlikte o pazar şehirden kaçıp kır havası almak istemiş, bütün haftayı da bu pikniğin hayaliyle geçirmiştik.
Üzeri beyaz çiçeklerle dolu, yaprağa durmuş badem ağaçları arasında nefis bahar havasını soluyarak çayımızı yudumluyorduk, çocuklar ateş yakmak için çalı çırpı topluyordu.
Çalan cep telefonu başhekimimiz olan ağabeyimizindi. Söylenerek telefonu açtı. Arayan hastanemizin santral memuruydu. Çalışma Bakanı’nın bir yakınının hastaneye yatırıldığını, kendisinin de ziyaret için yola çıkmış olduğunu bildiriyordu. Bakanın önceden telefon ile arayıp geleceğini bildirmesi başhekimin hastaneye gitmesini gerektiriyordu, yapacak bir şey yoktu. Diğerlerini piknik yerinde bırakıp hastaneye kadar götürüp getirmek üzere ağabeyimizi arabama aldım. Bizimki cep telefonunu icat edene söylenip duruyordu.
- Cep telefonu çıkınca mutlu olmuştuk. Özgür olacağımızı istediğimiz yere gidebileceğimizi düşünmüştük. Özgürlüğe bak, sevsinler. Telefon olmasaydı şimdi pikniğimizi özgürce yapıyor olacaktık.
- Özgürlük bu kadar önemli mi?
- Çok önemli olduğunu düşünmüştüm, bir zamanlar. Gençlik yıllarında en büyük kaygımızdı, özgür olamamak. Üniversite yıllarımda özgürlüğümüz için gerekirse kan döker, can verirdik. 68’liydik ne de olsa. İnsanların özgür olduğu savaşsız bir dünya hayal etmiştik.
- Peki şimdi özgür değil miyiz?
- Anlatması çok zor. Çocuklarıma bile anlatabileceğimi sanmıyorum. Gerçekte hiçbir zaman özgür olmadık galiba. Özgür olmak bağımlı olmamak, seni kısıtlayan nesne ve süreçlerden kurtulmak demekti. Biz sadece özgür olabileceğimizi hayal etmiştik.
- Şimdi öyle değil mi?
- Şimdi insanlar özgür olmak için bedel ödemek zorunda olduklarını, parasız özgürlük olamayacağını düşünüyorlar. Çocuklarıma bile anlatamıyorum bunun yanlış olduğunu. Halbuki bizler paranın özgürlüğün önündeki en önemli engel olduğunu düşünür, parası olana, para için çalışana özgürlüğünü satmış zavallı insanlar olarak bakardık. Gerçekleştirmek istediklerimiz için araçtı sadece, para.,
Bu arada hastane yolunu yarılamıştık. Şehrin kirli havası hissedilmeye başlamıştı.
- O zamanki para ile günümüzdeki para farklı mı?
- Sanırım fark var. Şimdi gençler parasız hiç bir şey olamayacağını, yaşanamayacağını düşündüklerine göre beklentiler ve algılar da değişti.
- Belki de onlar haklı. Nereye gitsen para harcamak zorundasın artık.
- Bence bu durum göz yanılması. Ben bunun böyle olmadığını biliyorum.
Bu sözlerden sonra annesinin ev hanımı, babasının devlet memuru olduğunu, üniversite yıllarında İngiltere’ye öğrenci çalışma kampına gitmek için babasından sadece Londra’ya tek gidiş tren bileti alabildiğini, Ankara’dan otostop ile İstanbul’a geldiğini, Sirkeci Garı’nda tren biletlerini geri verip parasını cebine koyduğunu, yine otostop ile Kapıkule Gümrüğü’ne gittiğinden söz etti. Burada Almanya’ya arabasıyla dönüş yapmakta olan gurbetçilerden birine 200 Mark karşılığı şoförlük yaptığını, kazandığı paralar ile Londra’ya ulaştığını ve önce sokaklarda sonra gece klüplerinde gitar çalarak Londra’da iki yıl kaldığını anlattı. Ağzım açık şaşkın bir halde dinliyordum.
- Benim için özgürlük kafana koyduğunu yapmaktı. Mesleğe atılıp para kazanmaya başlasaydım tüm bu yaşadıklarım gerçekleştirilmemiş hayaller olarak kalacaktı. Müziğe olan tutkum belki de hiç olmayacak kavruk, cılız kalacaktı. Bir yanı hiç gelişmemiş garip ucube bir canlı olarak görecektim kendimi. Özgürlük böyle bir şeydi.
- Peki bunu gelecek kuşaklara nasıl anlatmalı? Özgürlüğün bu denli baş aşağı oluşunu nasıl görünür kılmalı?
- Belki de hiç anlatmamalı. Aklına koyduğunu yapabilme çabasının anarşizm olarak algılandığı bir dönemden geçti bu gençlik. Çok acı çekti. Bu konular onları hiç ilgilendirmiyor, artık. Hayatlarını dolduracak, tüketerek yaşayacak çok şey var dünyalarında. Hayat her şeyin üzerinde. Uğrunda mücadele edilecek, can verilecek bir şey kalmadı sanki yeni nesil için.
- Ama siz kafanıza koyduğunuzu yaşamaya çabalamış ve bunu başarmışsınız. Bu bile bir şeyleri değiştirmeye yetmez mi?
- Bilmiyorum. Tek bildiğim özgür olmak için kentten kaçıp pikniğe gittiğimiz gün bile dışımızdaki dünyanın yakalayıp bizi yine aynı kafese tıkmayı başardığı. Üstelik kendi ayaklarımızla geri dönüyoruz. Daha ne olsun.
Hastanenin kapısına geldiğimizde Bakanın makam arabası ile birlikte diğer resmi araçların hastane bahçesine gelmiş olduğunu gördük. Konukları ağırlayıp iki saat kadar oyalandıktan sonra başhekim ağabeyimiz izin isteyerek yanlarından ayrıldı.
Dönüş yoluna koyulduğumuzda günün yarısı geride kalmıştı. Yolda konuştuklarımızın etkisi ile suskun ve düşünceli olduğumu görünce dayanamadı.
- Boş ver. Bizim kuşağımız özgürlüğü düşledi ve rüyanın gerçekleşebileceğini sandı. Uyandığında dünyanın değişmediğini gördü. Gerçekte özgürlük diye bir şey yok.
- Emin misin? Belki de başaramamış olmanın düş kırıklığı ile böyle söylüyorsun.
- Biliyorum ki, hepimiz kendi bedeni içine tıkılmış ruhlardan oluşuyoruz. Ve biliyorum ki, düşüncelerimizin, ruhumuzun özgürlüğü bedenimizin sağlığı zindeliği ile sınırlı. Bedenimizin izin verdiği ölçüde özgürüz.
Piknik alanına vardığımızda mangal partisi bitmiş, ikindi çayı demleniyordu. Kalanlardan atıştırıp, her şeye karşın şehre arkamızı dönmenin verdiği özgürlük hissine ve güneşin tatlı sıcaklığına bıraktık bedenlerimizi…