Evvela, kim hangi ağaçtan düşmüş, bilelim

-
Aa
+
a
a
a

Hülya Demircan: Bu haftaki konuğum Akın Yılmaz. Sizi Açık Radyo’da 12. dönemde yaptığınız program ve Açık Site’deki yazılarınızdan tanıyorlar. Ama sıkıldığınızı bilsem de, kendinizi kısaca tanıtır mısınız? Programımızın ana konusu olan “Gönüllülük ve Sosyal Sorumluluk” ile ilgili yaptıklarınızdan söz ederseniz, sevinirim.

Akın Yılmaz: Memnuniyetle. Yirmi yıldır “metin yazarlığı” yaparak geçimimi sağlıyorum. Metin yazmak gibi bir işim olunca da, STK ya da başka gönüllü kuruluşların yazılı metinlerinin oluşturulmasına yardımcı oluyorum. Böylece hem kendileriyle de tanışmış ve tanımış oldum.

HD: Kuruluşlarda hep metin yazma işiyle mi uğraşıyorsunuz? Yoksa benim de bildiğim Beyaz Nokta Vakfı’nda gerçekleştirilen ve sizi tanımama vesile olan ÖMER (Öğrenme Merkezi) PROJESİ’nde gönüllü katkılarınız var.

AY: Hayır. Onlarla bir vesileyle tanışmıştım. Belki de metin yazma dışında yaptığım ilk gönüllü katkımdır. ÖMER şimdi KİGEP’e (Kişisel Gelişim Projesi) dönüştü. Yakında da kamuoyuna sunulacak.

HD: Peki. Konudan hareketle, sizden “sosyal sorumluluk” kavramını tanımlamanızı istesem, neler söylersiniz?

AY: “Sosyal Sorumluluk” kavramını... Bizim zamanımızda böyle şeyler yoktu.

(Gülüyor)

HD: Hayır. Vardı da... Akın Yılmaz’ın yaşlı olduğunu sanmayın, sayın dinleyiciler. Kendisini tanımayanlar varsa, daima genç biri. “Bizim zamanımız” demekle neyi kastediyor, şimdi öğrenelim.

AY: Doğum itibariyle 47’li kuşaktanım. Tüm 47’ler gibi sonradan da 68 kuşağındanım. Biri doğum diğeri de gelişim itibariyle... Sosyal sorumluluk kavramını belki kendi sorunlarımdan yola çıkarak buldum. İnsanın kendi sorunlarının hem içe hem de dışa dönük yanları var. İnsan, içe veya dışa dönük olsun, sorunlarının hüda-i nabit olmadığını görüyor.

HD: Bilmeyen dinleyicilerimiz için hüda-i nabiti tanımlar mısınız?

AY: “Kendi kendine yetişen bitki” demek. Hiçbir sorun yoktur ki, bir biçimde sosyal bir niteliği olmasın. Bu kişinin sorunlarla tanışma faslı. Bir sözümüz vardır: “Sana ne yapılmasını istiyorsan, sen de başkalarına yap.” Kendi adıma başkalarından göremediğim yardım ve destekleri göremeyince...

(Gülüşmeler)

HD: “Eh... bari ben yardım edeyim”, dediniz.

(Yine gülüşmeler)

AY: “Sosyal Sorumluluk”tan anladığım budur. “Sosyal” ile “birey”i ayırmamak lazım. Her kim ki, kendisi ve kendi sevdikleri için, dünyanın daha yaşanabilir olmasını ister, yapacağı başka bir şey yoktur. İlla ki, kendi ve yakın çevresi gibi dar bir sınırdan çıkarıp, herkese açmak zorundadır.

Cenaze ya da düğün mü var...

HD: Peki. Bu anlamda Türkiye de bu kavramı ne kadar anlamış durumda? Ne düşünüyorsunuz?

AY: Ben buna cevap verirsem, acıklı olur. Bunlar benim çalışmadığım sorular. Ben Türkiye’yi kendi gözlüğümle görüyorum. Kendi çocukluğuma dönersem; bize bir yandan “başkalarına faydalı ve saygılı olmak” öğretilmiştir. İyi ki de öğretilmiştir. Ama öte yandan bir garip saygı çerçevesinde, “başkalarının işine karışmamak” ve ”başkalarının meselelerine burnunu sokmamak” da öğretilmiştir. Dolayısıyla, kendi dar sorunların dışında başka sorunların olabileceğini; bizim de bu sorunlara çözüm anlamında katkılarımızın olabileceğini, sokaktaki taşı kenara çekmek, karşıya geçmek isteyen teyzeye yardım etmek gibi bir “izci ruhu”yla kavramıştık. Ama 1968 ve sonrasında meselenin daha farklı ve girift yönlerinin olduğunu fark ettik.

Sizin sorunuzla bağlantı kurarsam, “farkında olma”nın düzeyleri var. Sadece “farkında olmak” da yetmiyor. İnsanlar, bir şeylerin iyi ya da kötü gittiğini görüyor; ama iyi ya da kötü giden şeyler konusunda “neler yapacakları” ve “nasıl katkıda bulunacaklarına” dair “tutuluveriyor”. Farkında olmak başka bir şey, farkında olduğu şeye bizatihi etki edecek güçte olduğunun farkında olmak, başka bir şeydir. Sanırım, Türkiye’de yaşanan sıkıntı bu. Bunu yaşadığım bölgeler itibariyle de görüyorum. Şehrin gürültüsünden uzak olsun diye, eskiden gecekondu olan ama şimdi apartmanlaşan bir bölgede oturuyorum. Orada çok fazla Anadolu var. Çengelköy ile Gültepe ve Nişantaşı ile Tarabya Üstünü bir tutmak mümkün değil. Çok fazla Anadolu var. “Çok fazla Anadolu var” demek, “Anadolu’nun sıkıntıları da çok fazla” demek. Çünkü, Anadolu’da kendi taşrasında daha dikkatli ve saygılı olan insanlar, İstanbul’a geldiklerinde büyük şehir korkusu nedeniyle ve bir de büyüklerinin “tavsiyesi”yle (aman ha... İstanbul’a gidiyorsun. Orada herkes birbirini kandırır, dolandırır; aç gözünü! Sen de tuttuğunu kopar) hani “cin olmadan adam çarpmak” derler ya... Garip bir psikolojiyle hayatta yer alıyorlar. Sanırım bu yer alma doğal olduklarından daha başka ve gaddar hale getiriyor. Örneğin, yaşlı bir teyze, daha durağa gelmeden otobüs şoförüne “dursana, köşede ineceğim” diyebiliyor. Sanırım, sorunuzdan başka yerlere geldik, herhalde.

HD: Anlattıklarınız, bende “İstanbul’da Anadolu insanı sosyal sorumluluğun neresinde?” sorusunu aklıma getirdi.

AY: Kendi içlerinde gayet iyi olduklarını görüyorum. Cenaze ya da düğün mü var? Herkes orada. Akrabalık ve hemşehrilik bağları devam ediyor. Ama aynı insanların tanıdıklarına gösterdikleri bu sorumlu tavırları, akrabalık ve hemşehrilik bağları olmadığı zaman, birdenbire yitirdiklerini görüyoruz.

HD: Kentli ya da aktif bir yurttaş olmak. Sosyal sorumluluk kavramı bunlarla ilintili değil mi?

AY: Aslında meseleye kentli–köylü ayrımı yaparak bakmıyorum.Anadolu’dan gelenler daha farklı da, 30’lu 40’lı yıllardan bu yana İstanbul’da yaşayanlar çok mu farklı? Çok farklılardı da, Açık Radyo’da hemen her konuda duyduğumuz dertler gökten mi düştü? Belki de insanları yaşadıkları coğrafi yerlere göre değil de, zihinlerinin evrim skalasındaki konumlarına, bilinçlerinin niteliğine göre değerlendirmek gerekiyor.

Temel bilgiler

HD: Sorunabireysel açıdan mı bakıyorsunuz?

AY: Neticede herşey bireyde bitiyor. Eskiden bize lisede belletilen ve de bugün bütün bilimlerin temel paradigmasını oluşturan eski fizikten daha farklı şeyler oluyor. Bize eskiden “tek başına bir sürü şeyi başarabilirsin” dediklerinde iyimser bir nasihat gibi geliyordu. Ama bugün kuantum fizikçilerinin ortaya attığı bir sav var: Kelebek Etkisi. Bir kelebek Avustralya’da kanat çırparsa, uygun koşullar oluştuğunda Sibirya’da fırtına kopabilir. Yani titreşimlerin giderek etkisini arttırması. Doğrusu, bir insan da bir hareketiyle bir aileye, komşu muhitine örnek olabilir. Onu örnek alanlar da başkalarına... Toplumun tek tek bireylerden oluşan füzyon olduğuna inanıyorum. Hani eskiden okullarda “herkes kendi evinin önünü süpürürse, bütün sokak temiz olur” diye okutulurdu da, dalga geçerdik. Gerçeğin ta kendisi bu. Üstelik, sinerji diye bir şey var. Düzgün ve yararlı işler yapan insanların sayısı üç katına çıktığı zaman, etkisi de üç kat değil. Çok daha fazla. Geometrik bir artış bu. Belki otuz üç ya da üç yüz otuz üç.

Sonuç olarak ben bireyin çok önemli olduğuna inanıyorum. Öte yandan, kendilerine göre yollar belirlemiş ve o yollarda kazançları olduğunu hisseden bazı toplumsal oluşumlar var ki; bireyden, bireyin kendi gücünden korkan yaklaşımları ve bu yolda bastırma ve dayatmaları nedeniyle gerçeklerin gözden kaçabildiğini düşünüyorum. Bilgi açısından da bizlerin sandığından çok daha (zavallı demeyeceğim) düşük bir durumda olduğumuz kanısındayım. Bir radyo programında çok ilginç bir konuşmaya tanık oldum. Dinleyici, “Çok teşekkür ederim. Siz ailemizin dirliğini sağladınız” dedi. “Ne yapmışlar? Para mı vermişler” diye merak ettim. Herşey bir önceki programda gerçekleşmiş. Sunucu ya da psikolog demiş ki, “üç-dört yaşındaki çocuklarınız ortalığı karıştırır; siz de onları yaramazlık yapıyor diye döversiniz. Bu yaramazlık değil, o yaştaki çocukların araştırma döneminde olmalarından kaynaklanmaktadır. Aman, çocuklarınızı dövmeyin.” Kadıncağız bunu bilmiyor. Biz, kendi eğitimimiz nedeniyle, başkalarının da bilgi birikimi anlamında düzeylerinin yükseldiği kanısındayız. Bunun böyle olduğuna inanmıyorum. Çok temel bazı bilgilerden habersiziz. Bunun köylülük ve kentlilikle alakası yok. Birdenbire, sollama yapınca trafiği altüst edeceğini hesaba katmaksızın kendi egosunu direksiyona geçiren adamın köylü ya da kentli olması önemli değildir. Kaldı ki, bu hareketi bir kentli de yapabilir.

HD: Peki. Kendi bir deneyimimi paylaşmak istiyorum. Almanya’ya bir geziye gittiğimde “Türk Danış Büroları”nın kurulduğunu görmüştüm. Ziyaret ettiğimizde bu büroların Almanya’ya çalışmaya gitmiş Türklerin Almanya’ya entegrasyonunu sağlamaya yönelik eğitimler veren ve faaliyet gösteren kültür merkezleri olduğunu gördüm. Birdenbire, Türkiye’de de göç alan bütün illerde gerçekleştirilebileceğini düşündüm....

Ancak, Burak beni uyarıyor. Süremizin dolması nedeniyle, sizi gelecek hafta tekrar konuk edeceğiz.

(Ertesi hafta)

HD: Merhaba! Sevgili Dinleyiciler. Akın Yılmaz ile geçen hafta yarım kalan sohbetimize devam ediyoruz...

Programımıza bugüne kadar katılan konuklarımız bir kuruluşu temsil ediyor ve faaliyetlerini anlatırken sözünü ettiğimiz kavramlarla ilişkisini kurarak anlatıyordu. Açık Site’deki yazınızdan etkilenerek davet ettiğimde, “ben hiçbir kuruluşu temsil etmiyorum ama...” diye mütevazı bir cevap vermiştiniz. Ben de sizin özgün düşüncelerinizi böyle bir programda dinleyicilerimizle paylaşmak istediğimi belirtmiştim.

İsmet Sıral ile ilgili yazıyı okurken, gelişmişliğin ve medeniyetin “kişi başına milli gelir”den daha başka kavramlarla ölçülebileceğini belirtiyordunuz. Bu konudaki görüşlerinizi bizimle paylaşırsanız, çok sevinirim.

Kişi başına milli iradem ne kadar?

AY: Memnuniyetle. Eğer onlara görüş diyebilirsek...

HD: Ne diyebiliriz?

AY: Görüşçük.

(Gülüşmeler)

AY: O yazıda kastettiğim, meseleye başka bir açıdan bakmak değil; 2000 yıllık bir tarihe sahip BİLİM, herşeyi madde dediğimiz somut, gözle görülen, elle tutulan nesnelerle ölçtü. Görmediğimiz şeyler, bilim açısından yoktu. Neyse... Şimdi artık BİLİM gözle görülmeyenlerle de uğraşıyor. Ama o inanç yerleşti, kaldı. Hani “Kaç paralık adamsın?” diye sorarlar. Çok gariptir. Ya da Küçük Prens’in meşhur anekdotudur: “Büyüklere, ne güzel bir ev gördüm. Pembe badanalı, penceresinde çiçekler var” derseniz, bakarlar, ama, “100.000 USD’lık ev gördüm” derseniz, “ooo, ne güzel derler” diye de eleştirisi vardır.

Toplumun gelişmesinde ulusal gelir, gayri safi milli hasıla önemlidir. Ama artık bu kavramlar yetmiyor. Zihinsel bazı kavramlar gerekiyor. (Zihin eskiden daha ziyade metafizik kavramına girerdi. Artık zihnin yaydığı dalgalar ekranlarda görülebiliyor) “Kişi başına milli gelirimiz şu kadar” dememizin yanı sıra, “Kişi başına milli iradem ne kadar?” sorusunu da sormamız gerekmiyor mu? Yani, ben bu ülkede olup bitenleri değiştirme irademi ne kadar bir katkı ve etki gücüyle ifade edebiliyorum? Vazgeçtim, milli iradeden... Benim kendimi ifade edebilme gücüm ne kadar? ya da Türkiye’de ilkokul ya da üniversitelerde okuyan çocuklarımızın kişi başına kendilerini ifade edebilme irade değerleri nedir?

HD: Buradan hareketle, kişi başına milli geliri oldukça yüksek olan Arap ülkelerini düşündüğüm zaman belirttiğiniz yeni kavramların cevapları negatif. Öyle değil mi? Belirttiğiniz zihinsel ve iradi konularda fazla üst sıralarda değiller.

AY: Sadece Arap ülkeleri mi? ABD de... Fert başına milli geliri belli bir düzeyde olan ABD’de halk niye Bush’a karşı çıkmıyor? Dünyayı ve kendini değiştirme ve dönüştürme eylemi parayla ölçülecek bir şey değildir. Bu nedenle, parası pulu az olan birinin kendini ifade etme ve çevresini etkileme durumu çok daha gelişkin olabilir. Buna ben çok seviniyorum. Eskiden maddi imkanları çok olan insanların bu dünyada daha çok etkili olabileceklerini zanneder; kendi maddi imkanlarım gerçekten önemsiz olduğu için, “Ahhh, ne yazık! Demek ki, ben dünyaya hiç katkı sağlayamayacağım” diye üzülürdüm. Ama şimdi sırtımdan yükler kalktı. Tamam, diyelim ki para çok. Ama parayı niçin kullandığınız söz konusuysa... Parayı amaç haline getirdiğimiz için, paranın bir önemi yok. Para, bir amaç... Arabistanlı o zengin parayı hangi amaç için kullanıyor? O güne kadar bilmediği ve ihtiyacı olduğu bazı bilgileri edinmek için mi yoksa okumayacağı kitapları koyacağı ceviz mobilyalar almak için mi?

Dolayısıyla, bilginin paradan daha değerli olduğunu düşünüyorum. Zaten kocaman bir rant dünyasını satın alamazsınız; bilginiz yoksa, para da kazanamıyorsunuz.

HD: ABD örneğini verdiğiniz için teşekkürler ederim. ABD, bugün tüm dünyayı yönetmeye çalışırken ABD’yi bir milyon kişi yönettiği söyleniyor. Geride kalan milyonlarca kişinin de, bilgisiz ve bilinçsiz olduğu bir çok araştırmada belirtiliyor.

AY: Bir espriye göre, bir milyon kişiyi de hanımları yönetiyor.

HD: Bu espriyi de erkekler çıkarmıştır, herhalde...

(Gülüşmeler)

Gelelim, gönüllü çalışmalar ve bireysel sorumluluklara... Geçen programda, “insan kendi sorununu başkalarının da sorunu olduğunu gördüğünde, çözüm ararken başkalarının sorunlarına da çözüm aramış oluyor” dediniz. Burada galiba gönüllülük devreye giriyor. Kendi gözlemlerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Yıllardır bireysel ve kurum içi yapılan gönüllü çalışmalar, hele ki son yıllarda STK’lara ilginin giderek arttığı göz önüne alındığında, bazı konularda daha bilinçli ve dikkatli olmamızı gerektirmektedir. Siz gönüllü çalışmalar ve STK’ların çalışmaları konusunda ne düşünüyorsunuz?

Mükemmeliyetçilik sakıncalı

AY: Önce tedbirimi alayım. STK’larda olsun, herhangi bir gönüllü çalışmada olsun, çalışan emek veren herkese teşekkür ediyorum. Hepsine selamlar olsun. İşin başka bir yanı var. Şu anki trendine bakarak STK dalgasının; son 15 yılda bir yükseliş göstermekte... Bu araçtan ne kadar daha iyi faydalanacağımızı ancak bunu bilerek sağlayabiliriz. Mutlaka “ne yaptığını bilen” STK’lar var. Bu arada benim doğdum doğalı gördüğüm en büyük gönüllü etkinlik, bizatihi AÇIK RADYO’dur. Yedi yıldır sevdalısı bir dinleyicisi olduğum bu radyo, dünya çapında bir gönüllülük örneği vermekte; çünkü, herkes yapması gerekeni yapıyor ve gidiyor. Bir sonraki programa kadar... Yani kendisini ifade ediyor, kısa dönemli bir iş yapıyor. Eğer, “İki yıla kadar bir radyo kuracağız. Herkes gelsin, programını hazırlasın ve de tartışalım” denseydi, inanın on yılı bulur; radyo da açılmazdı.

STK’larda şöyle bir sıkıntı var. Bir proje gündeme geliyor. Projenin mümkün olduğu kadar mükemmel başlaması için bekleniyor, çalışılıyor. Zaman geçiyor. Bir çok gönüllü sabırla geliyor. Motivasyon düşüyor. Sayı azalıyor, vs... Demek ki, bir an önce başlamakta fayda var. Mükemmeliyetçilik, birey açısından ne kadar sakıncalıysa, STK’lar açısından da sakıncalıdır. Tamam, çıkmışken iyi çıkma ve zarar vermeme kaygısı olabilir. Ama kaygıyı fazla uzattığınız zaman hiç çıkamazsınız veya “çocuk ölü doğabilir”.

Deneyimlerim itibariyle, “bir STK nasıl çalışmalıdır”ı söyleyecek halde asla değilim. Ama şunu vurgulamak istiyorum. Bugün, mesela herkes “internet hukukunun gerekliliği”ni söylüyor. Neden? Çünkü, biliyoruz ki, geleceğin ticaret ve iletişimi sanal alemde... Gelecekte, epey bir sanal yaşayacağız. Onun bir hukuku olmalı... Yine görülüyor ki, merkezi ve klasik yönetimler, yavaş yavaş sivil toplumun katkısı ve çağrısıyla daha farklı bir demokrasiye taşıyor, dünyayı... Dünyanın gidişi daha farklı bir yönetime doğru açılmaya başladı. STK’lar bu yönetim tarzının ilk ve önemli bir parçasını oluşturuyor. Bu nedenle, internet ne kadar önemliyse, benim için STK’lar da o kadar önemli... Nasıl internet hukuku lazım ise, bir sivil toplum hukuku lazım. Hukuktan kastım, yasa ve kanun değil, adabı... Belki bu aracı çok iyi kullanma kılavuzu. Madem, elimizde bir araç (STK) var. Amerika’nın yeniden keşfine ne gerek var? Bütün bu bilgileri bir arada, web sayfasında toplamak mümkün. Böyle örnekler var. Ne yapılacağını iyi bilirseniz; hareketiniz o kadar da netleşir, sanırım.

HD: Tartışma zemini yaratılması önemli olduğu kadar, (STK SEMPOZYUMU’nu gerçekleştiren arkadaşlar konuğumuz olduğunda dile getirmiştik) deneyimlerimden hareketle, bir başka davranış biçiminden de sıyrılmak gerekiyor: “Benim dediğim doğru, gelin bize katılın; ben bunu biliyorum, bu iş böyle olur”. Bu programı yapma amacım da, tartışma zemini yaratıp, sosyal farkındalıkları arttırmaktı. Bu işin doğrusunu hep birlikte bulmak zorundayız. Sizin geçen programda belirttiğiniz bireysel sorumluluğun sosyal bir içerik (sosyal sorumluluk) taşımasında STK’ların bir araç olduğunu düşünüyorum. Ama biraz önce belirttiğim STK SEMPOZYUMLARI’nda da görüyoruz ki, herkes kendini tanıtıyor, görüşlerini söylüyor. Bir paylaşımın olmadığı bir ortam haline gelebiliyor.

Bunları aşabilmek için neler yapmak gerekiyor? Önümüzdeki yıllara dair bir değişim görebiliyor musunuz? Umutlu musunuz?

AY: Küçük çaplı örgütlenmelerde diğerlerine göre daha çok olumluluk görüyorum. Mesela; mahalle örgütlenmeleri.

HD: Bunlara“yerel inisiyatifler” diyebilir miyiz?

Hayata karşı sorumluluk

AY: Tabii.Ya da hedefini çok küçük belirlemiş örgütlenmeler. Sadece coğrafi küçüklük değil, hedef veya zaman anlamında da küçük. Sıkıntı şuradan kaynaklanıyor: Hani, “cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir” derler. İyi niyet güzel şey ve olmazsa olmaz bir şey. Ama yetmiyor. Bilgi lazım. Mesela, ben çok iyi niyetliyim; görgüm, yaşım ve alışkanlıklarım itibariyle çok da güzel bir STK kurarım. Büyük maddi fedakarlıklarda da bulunabilirim. Amma velakin, benim tavrım biraz jakobendir. Yani “ben bilirim”. Veyahutta, ben anlatacağım, siz dinleyeceksiniz. Bir yandan eğitimimizde öğretmen merkezli eğitimden kurtulup, interaktif eğitimi hedefliyoruz. Ama, bu amaç doğrultusunda kurulan bir STK öğreten merkezli davranabiliyor. Çünkü iki bin yıllık alışkanlıktan çıkmak kolay değildir.

Bilgilerin daha artmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. İyi niyetin yanına, bu işin daha iyi nasıl yapılacağına dair toplumumuz ve dünyadaki örneklerden edinilen bilgiler konmalı... Bir de bilginin geleceği en iyi yer, hedef kitle. Onların neye ihtiyacı olduğunu bizatihi onlara sormak.

HD: Belki de onlarla işi yapmak...

AY: Bence bu işi onlarla birlikte yapmak lazım. “Ağaçtan düşmeyen biri, düşenin halinden anlamaz” derler. Çok doğrudur. Evvela, ”kim hangi ağaçtan düşmüş?”, bilmekte fayda var. Aksi takdirde... Eskiden “Nişantaşı’nda oturup, köy romanı yazmak” derlerdi. Bu yanlıştan kurtulmak gerekiyor. Bu bir hata ya da karakter problemi değildir. Bu sadece bilgi eksikliği... Bence bilgi paylaşımı çift taraflı olursa, sıkıntılar kalkacaktır.

HD: Söylediklerinizi toparlayacak olursak, bir sivil hareketin başarılı olmasında “yerel katılım”ın önemli olduğunu; hedef kitle ile interaktif bir ilişkinin olması gerektiğini ve son olarak da, daha büyük projelerden ziyade, uygulanabilir olma, zaman ve bölge açısından küçük olan projelerin daha verimli, daha başarılı olacağını belirttiniz.

AY: Bana öyle geliyor ki, gördüğüm tüm başarılı örnekler söylediklerimize uygun.

HD: Bütün bunların yanı sıra, eklemek istediğiniz şeyler var mı?

AY: Birincisi; bu dünyada ne kadar sıkıntı varsa, onun temelinde öğrenme ve bilgi eksikliği vardır. İkincisi, bugün sana olan, yarın başkasına da olur. Hayatın garip bir adalet tecellisi vardır. O yüzden, bireysel ve sosyal sorumluluğu, ikisini içiçe hayata karşı sorumluluk olarak yürütmekte fayda var.

HD: Çok teşekkür ederim.

(Açık Radyo’da yayınlanmıştır. Deşifre eden: Mehmet Yavuzkan)