Osman Akınhay
Gerçekten de dünya onu pek sevdi. Öyle ki, ABD askerleri Bağdat’a girerken, Saddam Hüseyin muhtemelen Irak halkından son ihanetini de esirgemeyip ABD ile Rusya üzerinden yürüttüğü bir pazarlıkla ülkesini savaşmadan Büyük Şeytan’a teslim edince bütün üst kademe yöneticiler gibi kendisi de sırra kadem basarak ekranlarımızı öksüz bıraktığında, pıtrak gibi çoğalarak gazete sütunlarını ve internet maillerini dolduran El Sahaf fıkralarının yanı sıra, hiç vakit kaybetmeyen dünyadaki hayranları tarafından adına bir internet sitesi kuruluverdi.
Savaşın başlamasıyla Bağdat’ın düşmesi arasında geçen üç haftalık sürede dünyanın her ülkesinde sayısız fanı ortaya çıkmıştı bile El Sahaf’ın. Çünkü o, zaman tüneline girip de çağının çok ilerisine fırlatılmış bir saray soytarısına benziyordu ve insanlığın rafa kaldırıldığı bu vahşi savaşta bizi bir tek o güldürebilmekteydi. Ekranda onun siyah komando beresinin altına iliştirilmiş yamuk ağızlı ve patlak gözlü suratını görünce elimizdeki işi gücü bırakıp yüksek moralle dinçleşiyor ve keyfimizin yerine gelmesi sonucu şen kahkahalar atıyor değildik gerçi, ama kargaları bile güldürecek İngilizce’siyle ve beş kat es yerine geçecek dura dura konuşmasıyla, savaşın ilk günlerinde onlara taktığı sıfatta “köpekler”den birdenbire (nedense!) “katırlar”a atladığı ABD askerlerinin Bağdat Havaalanı’nı ele geçirmelerinden sonra düzenlediklerini iddia ettiği saldırıyı anlatırken, “Katırları öldürdük, ama kaç tane olduğunu bilemiyoruz, çünkü leşlerini saymaya gidemiyoruz,” deyince içimizin bir nebze olsun ferahladığını kimselerden saklayacak da değildik. Bunun asıl nedeni, kimimizin Dünya İmparatoru kimimizin ise Büyük Şeytan diye nitelendirdiği ve korkunç bir öfke duyduğu ABD’nin yenilmesini ve bozguna uğramasını murat eden gizli emellerimiz olabilirdi pekâlâ, fakat bu memnuniyetimizde, karun kadar servetin üstüne oturan bir tiranın sözcüsü olsa da derdini doğru düzgün anlatmaya dili dönmeyen ‘halktan biri’ görünümüyle bildireceği ‘zaferler’in intikam hislerimize tercüman olması isteğimizin yattığını inkâr etmenin de bir anlamı yoktu.
“Bu gece Amerikalılara saldırı düzenlenecek”
ABD’nin ve İngiltere’nin resmi sözcüleri apasık suratları ve kararlılıklarını gösteren taviz vermez ciddiyetleriyle birtakım argümanlar, veriler ve göstergeler sıralayıp dururlar, biz de içimizi kanatıp vicdanımızı bereleyen bu kirli savaşı ekrandan çaresizlikle izlerken, El Sahaf, sonradan iyice anlaşıldığı üzere aslı astarı olmayan rakamlarla üfürüp duruyor, hafifçe bir gülüşle yutkunup sözlerine ara verdikten sonra bir palavradan hemen bir başka palavraya geçiveriyordu. Yine de onun yüzüne yayılan şaşkın gülümseme, Azor adalarında ‘ültimatom’ kararı aldıktan sonra sevinçten ağızları kulaklarında, sevindirik gülüşlerle basına poz veren Bush, Blair ve Anzar’ın plastik suratlarından da, Bağdat’ın düşmesinden sonra meydana gelen talan olaylarını ellerini zevkle oluşturduğunu saklamadığı bir arsızlıkla, “Yağmalama özgürlüğün işaretidir!” diye yorumlayan, dünyanın efendilerinin akıl hocası Rumsfeld’in iğrenç çehresindeki hain sırıtıştan da daha az insani değildi.
ABD birliklerinin Bağdat Havaalanı’nı ele geçirdiklerinin bildirildiği günün gecesini hatırlıyorum mesela. Ateşim yükseldiği ve üzerime bir halsizlik çöktüğü için işten eve erken gelmiş, can sıkıntısıyla başka hiçbir şey yapmaya takat bulamayınca o kanal senin bu kanal benim zaplayarak durmadan savaş haberlerini izliyordum. Bağdat’ın direnmeden düşüşünün yaratacağı şok henüz pek akıllara gelmediği için, havaalanının birkaç bin ‘koalisyon’ askeri tarafından ele geçirildiği haberlerinin bile inandırıcılığının tartışıldığı bir geceydi. Derken ajanslara El Sahaf’ın rutin açıklamalarından birinin daha yapılacağı duyurulmuş, dünya televizyonları canlı yayına geçerek bizim hazreti dinlemeye başlamıştı: “Bu gece Amerikalılara alışılmadık bir saldırı düzenlenecek ve onları havaalanından atacağız.” O sırada bilumum televizyon kanallarında savaşın başladığı anlardan itibaren emekli generallerin ve köşe yazarı yorumcularının bayramı şeklinde süren açık oturumlarda bile dikkatler Iraklıların ne yapacağına yönelmişti ve ekranların altındaki bantlardan geçen, “Bu gece şeytanlara bir sürprizimiz var. Onlara karşı bir nevi intihar saldırıları düzenleyecek ve katırları gafil avlayarak teslim olmayan herkesi öldüreceğiz,” haberi bu beklentileri fazlasıyla koyultacaktı.
Arkasından, kâh terleyip uykudan uyanarak, kâh güçsüzlükten sızıp kalarak zorlukla sabahı etmeye çalıştığım o gecede ara ara gözümü açtığımda, kolumu kaldırabiliyorsam kumandanın düğmesine basarak haberleri tarıyor ve, teşbihte hata olmaz, delice bir merakla ‘alışılmadık’ saldırının sonuçlarını bekliyordum. Nihayet sabah olup da gün doğduktan sonra saat sekiz sularına gelince El Sahaf’ın gece düzenleneceğini iddia ettiği ‘sürpriz’ saldırıdan hâlâ eser yoktu ve dakikalar ilerledikçe ‘hayırlı’ bir haber almaktan tamamen umudu kesmiştim. Ne zaman ki öğlen olacak, El Sahaf tekrar ekranlarda boy gösterecekti. “Öldürdük onları, hepsini tepeledik. Katırlar...”
Eli kanlı diktatörün emireriydi ama...
Yaptığı açıklamaların ve verdiği haberlerin tümü yalan çıktığında bile bir türlü kendisine kızmayı içimizin elvermediği El Sahaf’a duyduğumuz bu sempati ve onun ağzından bir türlü dökülmeyen, ama her an aktarmasını beklediğimiz ‘iyi haberler’ neyi temsil ediyordu bizim gözümüzde? Yine havaalanı bahsinde, ertesi öğlen El-Cezire televizyonunun kendisiyle yaptığı canlı röportajda ve havaalanındaki ABD askerlerinin temizlendiği bilgisini aktarınca, Iraklı yetkililerin televizyon muhabirini havaalanına götürme isteği defalarca yinelendiğinde lafı geveleyerek kıvırtıp durması bile azaltmıyordu içimizdeki bu sempatiyi. Biliyorduk: Halepçe’de kimyasal silah kullanıp 50 bin masum insanın canını alırken gözünü bile kırpmamış bir eli kanlı diktatörün emireriydi! Anlıyorduk: Sözcülüğünü yaptığı ordunun savaşmaya hiç mi hiç niyetli olmadığı gün geçtikçe daha fazla belli olmaktaydı! Çakıyorduk: Saddam uğruna canını feda etmeye hazır oldukları için pohpohlanıp şişirilen, ama günler ilerleyip savaş Bağdat’a yaklaştıkça, saklandıkları deliklerden kafalarını çıkarmayı maçalarının yemediği de anlaşılan Cumhuriyet Muhafızları’yla düşmanı Bağdat’ta beklediklerini söylerken hepimizle dalga geçiyordu! Ama kendi zihnimizde bile ipliğini pazara çıkarıp yüzünden maskesini alarak ona ‘siktir’ çekmeye de bir türlü gönül indiremiyorduk doğrusu.
Gerçi, “Yılanları tanklarının içinde yakacağız,” gibi sözlerde ifadesini bulan bu ‘hikâye okuma’yı da öyle kolay kolay yabana atmamak gerekirdi. Ne de olsa, yazılı tarihin başından itibaren bir masallar, söylenceler diyarının başşehri sayılırdı Bağdat ve kendisine kalsa Binbir Gece Masalları’nın Şehrazad’ı gibi (güzelim Şehrazad bağışlasın beni!) El Sahaf da her gün yeni bir masal anlatarak, Ali Baba ve Kırk Haramiler’den, Alaaddin’in sihirli lambasından ve Gemici Sindband’ın gezilerinden dem vurarak daha günlerce konuşurdu, kendisiyle ilgili yapılan son mavrada söylendiği gibi, kaderde bir gazeteciden 200 dolar borç alarak Bağdat’tan sıvışmak da vardı!
Vicdan muhakememizle ilintisi belki de ancak psikanalitik mülahazalarla izah edilebilecek olan El Sahaf faktörü, aslında en az cephede geçtiği şiddetle ve stratejik hesaplarla yürütülen başka bir muharebe alanını temsil ettiği için çok önemli gelmekteydi bize: Medyadaki ve ekrandaki savaş. Gerçi düşman bu alanda da hazırlıklarını çok evvelden ve büyük bir titizlikle yapmıştı. Aylarca ‘olası Irak operasyonu’ klişe sözüyle ifade edilen Irak Saldırısı’nı bir tek CNN’in ve ABD’nin koyduğu kuralları harfi harfine uygulamayı taahhüt eden televizyon kanallarıyla muhabirlerin izleyebileceği daha bir yıl öncesinden bas bas ilan edilmişti Washington tarafından. Ne de olsa, ABD’nin Irak’a ve gereken her yere sadece ‘özgürlük’ ve ‘barış’ götüreceği argümanının kendini bilmez idealist gazetecilerin densizlikleriyle çürütülmesi riskiyle karşılaşmasına izin veremezlerdi ‘dünyanın efendileri’!
“Embedded” haberler
Zaten tam da bu yüzdendir ki, cin gibi bir buluşun ve ciddi ciddi mesai harcamanın ürünü olduğu hemen anlaşılan bir yaratıcılıkla, kendi askeri birliklerine, tanklarına, helikopterlerine ‘iliştirdikleri’ (embedded; tarifi bile, bırakın bir gazeteciyi, kendini bilen her sağduyulu insanı tepeden tırnağa aşağılayan bir terimle) ‘güdümlü’ muhabirleriyle ‘satılık gazeteci’ tipinin çağdaş taklidini cepheye sürmekte duraksamayacaklardı (bu dünyada ‘sırf gerçekler’ adına Tony Blair’e ve hükümetine cesaretle, yürekle kafa tutan bir Robert Fisk örneği varken, Bağdat düşüp yağmalamalar başladıktan sonra bile dehşetengiz bir cephe haberi sunuyormuş gibi, “Şu anda bir ABD askeriyle konuşacağız, ama bu asker şimdi tabancasına mermi sürmekle meşgul,” türü rezalet derecesinde komik haberler aktaran yerli ‘embedded’ muhabirler ‘müthiş anıları’nı yazdıklarında nasılsa bir kere daha okuruz bu çocuk skeçinin perde arkasını). Üstelik, dünya kamuoyunu manipüle etmekte, bir zamanlar bağımsız haberciliğiyle meşhur BBC yöneticileri de Amerikalı rol modellerinden geri kalmayacak, normal zamanlarda alakalı alakasız konularda ekranı türlü türlü uzmanlarla doldurur ve verdiği haberleri bütün tarafların bakış açısına göre kontrol etmekten geri kalmazken, bu sefer resmi açıklamalar ve yine ‘embedded’ muhabirlerle yetinecek ve gerçekle ilintisi olmayan birtakım mizansenler hazırlayıp kendi egemenlerinin dümen suyunda yol alacaktı.
Çünkü Amerika, özgürlükler ülkesiydi!
Başka bir sebepten dolayı değil, sadece özgürlüğe ‘âşık’ oldukları için, Özgür Irak’ın özgür çocukları sokaklara fırlayıp şen şakrak oyunlar oynasınlar diye papatya gibi saçılan mermileriyle onların kollarıyla ayaklarını koparıyorlardı; savaşın ilk günlerinde Tarık Aziz’in teslim olduğundan tutun Umm Kasr’ın üç saatte ‘koalisyon’ güçlerinin eline geçtiğine kadar tonla asparagas balonu uçurarak çuvallamış bir CNN ve BBC’den daha özgür haberler versin diye El Cezire’nin bürosunu tanklarıyla topa tutuyorlardı; velev ki hâlâ “Muhabirler, savaşta gerçeğin son kalesidir” düsturunu aklının bir köşesinde saklamış gazeteciler hâlâ ortalarda geziyor olsunlar ve onlar daha da özgürce düşünüp haber yapsınlar diye, damında bir ‘sniper’, keskin nişancı, var bahanesiyle dünyanın bütün ülkelerinden gazetecilerin kaldığı Filistin Oteli’ni bombalıyorlardı; kendileri ‘özgürlükler ülkesi’, Irak ve benzeri ülkeler ‘paçavralar diyarı’ olduğu için sırf Irak Televizyonu’na çıkarak gördüklerini aktardığı gerekçesiyle Peter Arnett gibi dünya çapında bir gazeteciyi bile daha özgür haberler yapabilsin diye NBC’deki işinden beş dakkada kovmaktan çekinmiyorlardı!
Dolayısıyla, kara mizahla kaba alayın birbirine karışıp yerli yersiz ironilerin birbirini kovaladığı, dünya halklarıyla göz göze dalga geçilen bir pis propaganda yağmuru ve ekran başı kâbusunda, o da olmasa içine sürüklendiğimiz derin yeis duygusundan kurtulamayarak nefes bile alamayacağımız bir figürü temsil etmekteydi El-Sahaf. Nitekim, çok geçmeden, daha doğrusu onun ekranda boy göstermediği ilk ve tek günde Saddam rejiminin Şeytan’la son iğrenç pazarlığı sonucu Bağdat düşecek, Saddam’ın heykelleri devrilecek ve Cumhuriyet Muhafızları’yla birlikte Saddam rejiminin üst kademe yöneticilerinin hepsi ortalıktan toz olurken, onlardan geriye bir tek El Sahaf fıkraları kalacaktı.
Sadede gelip sözü bağlayacak olursak: Dünya seni unutmayacak, El Sahaf! Hemen üstüne alınıp da koltuklarını kabartmaya kalkma hemen, tabii ki bir özgürlük savaşçısı, Irak halkının sözcüsü, dünyanın mazlumlarının bir temsilcisi falan olduğun için değil. Ama bir sonraki savaşta senin gibi bir saray soytarısını bile mumla aramak zorunda kalacağımız için!
Çünkü bir sonraki savaşın medya stratejisi, sadece gördüklerini aktardıkları için Filistin Oteli’nde bulunan gazetecilerin üstüne bomba yağdırırken şekillendirilmeye başladı bile. Üstelik bir sonraki savaşın gazetecileri için ‘iliştirildikleri’ askeri karargâhlarda etraflarına bakıp ortalığı süzmeleri bile lüks kalacak ve muhtemelen ‘dictated’ (anlatacakları dikte ettirilmiş) gazeteciler olarak kendilerine bir bilgisayar printer’ından öteye bir fonksiyon bulamayacaklar.
We Love the Iraqi Information Minister
El Sahaf kimdir? (Seda Ercan, Gazetem.Net)