Oidipus'a Selam...

-
Aa
+
a
a
a

            Psikanalitik akım, başlangıcından bu yana doğurgan olarak tanınır. Ancak akımdan kopanların akıntıya karşı varoluşlarını sürdürmeleri, başlangıçta neredeyse imkansız olmuştu. Freud’un ölümünden bunca yıl sonra, psikanalitik kökenli düşünceler topluluğunda, Freud’un kendisi (1939’daki haliyle) dışında çeşitli eğilimler barınıyor.

            Bunların bir bölümü Freud’un son halinden oldukça uzaklaşmış olmakla birlikte, bugün psikanalitik akımı ‘ortodoks’lardan daha çok temsil eder durumdalar. Yeni yayınlarda, Oidipus yine kral, ama biraz Kuzey Avrupa monarşilerini andırır tarzda.

            Bugün anne-çocuk ilişkilerine, bireyin gelişimine, ruhsal durumuna yeni bakışlar getiren ekoller, gözleme ve doğrulanabilirliğe dayanan, diğer disiplinlerin (biyolojinden tutun, algı psikolojisine varana kadar) bulgularından sonuna kadar yararlanan, oldukça değişik paradigmalara sahipler. Burada, Oidipus’a selam vermekle yetineceğiz. Çok kişinin ortak kanısı Freud’un da benzer bir tutum takınacağı... Yaşasaydı...

 

            “Süt çocukluğu dönemini çok vurguladığım için doğuştan gelen (yapısal) etkenlerin önemini yadsıdığım şeklindeki suçlamaya karşı bir cevap hakkı kullanmak istiyorum. Suçlamanın kaynağında, insanların neden-sonuç ilişkisine kısılıp kalmaları yatıyor. Gerçek hayatta olan bitenin tam tersine, hastalıkları tek nedenle açıklamakla yetiniyorlar.

            Psikanaliz, hastalık nedenlerini araştırırken rastlantısal etkenlere ağırlık verir, doğuştan gelenleri ise pek önemsemez. Ama bunun en önemli nedeni, rastlantısal olanlar hakkında gerçekten söyleyecek bir şeyleri olması, yapısal etkenler hakkında ise herkesin bildiğinden fazla bir şey bilmemesi... (...) Her iki kümedeki etkenlerin ortaklaşa sonuçlar yarattığı kanısındayım; (...) Doğuştan taşıdığı özellikler ve rastlantılar, bir insanın yazgısını belirlerler. Genellikle ikisi bir arada etkilidirler. Hangi bireyde hangi etkenin daha ağırlık taşıdığını ayırt etmek ancak her bir vakanın tek tek anlaşılmasıyla mümkün olur (...) Bireysel vakalarda yapının ya da yaşantının payını kestirebilmemiz bilgimizin ulaştığı evreye bağlı; bilgimiz ve anlayışımızın değişmesine paralel olarak yargılarımızı, (klinik) kanaatımızı değiştirme hakkına da sahibiz.” (Transferans’ın Dinamiği adlı makalesinden, 1912).

 

 

 

 

50 yıl sonra Freud *

 

 

                                                                        Büyük hakikat, karşıtı da bir büyük

hakikat olan bir hakikattır.

                                Thomas Mann

 

            Freud neler demişti? Dediklerinden bugüne neler kalmıştı? Kitap için bunları toparlamaya giriştiğimde, kesinlikle olmayacak bir işe kalkıştığımı açıkça gördüm. Tarihten tutun, edebiyat eleştirisine değin uzanan geniş bir alanı etkileyen bir tıp dalı olan psikiyatri içerisinde üretilmiş bir düşünceyi özetlemek?.. Of, gerçekten olacak iş değil. Belki, bir çerçeve çizmek denenebilir. Sağı, solu, tepesi ve altı açık bir ‘çerçeve’!

 

            Psikanalizin dünyaya geldiği Viyana, teoriyi oluşturduğu toplumsal bağlamla bize bir şeyler ifade edilebilir. Bir yanda burjuvazinin görünüşte püriten, ahlakçı hayatı, diğer yanda fuhuşun, zührevi hastalıkların sokaktaki egemenliği. Hiyerarşik yapının sarsıla sarsıla varolmaya çalıştığı imparatorluk düzeni, endüstrileşme ile uyum sağlamaya çalıyor. Yahudilerin nüfus olarak en yoğun ve entelektüel üretim olarak en aktif oldukları Avrupa kenti. Jugendstil resminden, atonal müziğe uzanan aykırı yaratıcılıklara beşiklik eden Viyana’yı (ve Avusturya’yı) Prusya’yla kıyaslayan dönemin mizahçılarından Kraus, Prusya’yı, herkesin hareket etmekte özgür, ancak ağızlarının tıkalı olduğu bir ülkeye benzetirken Avusturya’yı, bağırıp çağırmanın serbest olduğu bir tecrit hücresi diye niteler.

            Özellikle, Viyana’da cinsel hayattaki ikiyüzlülük, kadınların cinsel kısıtlanmışlıkları, çok yaygın cinsel cehalet, ‘her şeyi cinsellikle açıklayan Freud’un hemşehrilerinin gerginliklerinin bir yüzünü oluşturur.

            Dönemin yüksek teknolojisi, ancak basit mikroskop düzeyinde yapısal değişikliklere ve aynı ‘makrolukta’ fizyolojik değişikliklere ulaşabilmekte, yaşantıların biyolojisine pek de ışık tutamamaktadır.

            Freud’un, Darwin’den, Einstein’dan ve termodinamikçilerden pek çok görüşü ödünç almasında, dönemin bu koşulları da rol oynamış olsa gerek.

 

            Freud, neredeyse yüzyıl kadar önce insan davranışını açıklama girişimlerinde bulunduğunda, bir nörofizyoloji araştırmacısıydı. Dönemin seçkin nörologu Charcot’nun yanına gittiğinde, ‘ileride’ psikiyatriyle uğraşmak gibi bir niyete sahip olmadığı rivayet edilir. Charcot, histerik olarak tanımlanan, numara yaptığını söylenen hastalarla uğraşırken hipnotik telkin yöntemi kullanırdı. Bu sayede, ruhsal belirtiler gösteren hastaların bu belirtilerinin, bilinçdışına yerleşik, geçmiş duygusal yaşantılarla bağlantılı olduğunu fark eden Freud, insan davranışıyla bilinçdışı arasındaki ilişkiyi bir formüle döktü. Formül, hala rakipsiz. Ama bir yandan da özellikle, nörobiyoloji yönünden esen rüzgarların sarsalayıp durduğu bir formül... 

 Sigmund Freud (1856-1939)

            Freud’u sarsan, ama yerle bir etmeyen, nörobiyoloji rüzgarı (rüzgar ne kelime, fırtına!) Freud’un teorilerinin yerini tutacak bir yapıya yol açacak mı?

            İnsan davranışını ve iç dünyasını açıklamaya yönelik bu yaklaşımların birbirlerinin yerini alabileceklerini düşünmek, bana indirgemeci bir görüş gibi geliyor. Zira, aynı fenomeni farklı yöntemlerle ve farklı yönlerinden incelemeleri bir yana, açıklayış tarzlarında zaman zaman örtüşmeler oluyor.

            Davranış nörologu M.-M. Mesulam’a göre, ortada bir mektup ya da mesaj varsa, nörobiyoloji bu mesajın yazıldığı mürekkebin türü, yapısı hakkında oldukça ayrıntılı bilgi verirken, psikanaliz yazılan mesajın içeriğini çözümler ve açıklar.

            Kaldı ki, bu iki yaklaşımın tamamlayıcılığını nörobiyolojinin henüz yeterince ‘ince’ bir düzeye ulaşmamış olmasına da bağlayamayız. Diyelim ki ‘seviyorum’ ve ‘sevmiyorum’ ifadeleri beyinde aynı miktarda enerjinin, aynı hücre grubunda tüketilmesi şeklinde bir nörobiyolojik ‘tezahür’ gösteriyorlar.

            Her iki ifade için daha özgül moleküler biyolojik açıklamalar şu anda spekülatif, ama bir süre sonra bu açıklamaların kesin varlığı ne değiştirebilir?

            ‘Seviyorum’ ve ‘sevmiyorum’un önünde, arkasında taşıdığı bir sürü yaşantının (bilinçdışı ya da bilinçli), boyutları bağımsız varlıklarını sürdürecekler. Toplumsal düzlemdeki anlamlar ve düzenlemeler de kendi geçerliliklerini koruyacaklar. Psikolojik ya da toplumsal düzlemde cereyan eden olaya karşılık gelen biyoloik sürecin, bireye özgül olması ise pek beklenmiyor.

            Kimi düşünürler biyolojik düzlemin öncelikli ve gerekli olan bir dış çember olduğunu ama bireye özgül açıklamaya giderken bu dış çemberden yola çıkarak giderek çapları daralan toplumsal ve psikolojik iç çemberlerde tekil bireye ulaşabileceğimizi savunuyorlar.

            Akla yakın gözüken bu düşünce tarzı, Freud ve aynı ‘aileden’ teoriler için nörobiyolojinin gerçek bir tehdit oluşturmamasını açıklıyor. İki karşıt gibi gösterilen yaklaşımların, tamamlayıcı ve ekleyici olarak düşünülmesi, hayatla daha uyumlu gözüküyor. Freud’un ayakta kalabilmesi bu açıdan hayret uyandırıcı değil.

            Ama pratik uygulamalarda, iki yaklaşımın birbirini dıştalaması sık görülüyor. Örneğin, Amerikalı psikiyatri asistanlarının pek çoğunun psikoterapi eğitimi almaktan uzak durdukları, klinik uygulamada psikanalitik teoriye pek yer vermedikleri sıkça duyulan bir yakınma.

            Her ne kadar, bir süre sonra dengelenmesi beklenen bir aşırı uca savrulma olarak yorumlanıyorsa da, bu yaklaşımın içerisinde belirdiği bağlam, yüksek teknoloji egemenliğindeki bir tıp ve pragmatik, kısa vadeli çözümleri destekleyen hızlı bir hayat tarzı. Tabii, buna uygun mali destek (sigorta gibi) düzenlemeleri...

            Freud, bilinç ile ruhun eşdeğer olmadığı varsayımını ilk ortaya atan değildi. Ancak, bilinçdışı ile insan  davranışı arasındaki ilişkiyi hastalık belirtilerinden yola çıkarak arayan psikanalitik yöntem ve düşünceyi geliştiren oydu. Hekimlerin, sağlıklı bedenin işleyişi hakkındaki pek çok veriyi, hastalıklı bedenden kalkarak elde ettiklerini düşünürsek, Freud’un da kişiyi nevrotik belirtilerden yola çıkarak tanımlamaya ve açıklamaya çalışması hekimliğiyle pek uyumlu gözükür.

            Yüzyıl kadar önce, tıpta gün patolojinin günüydü. Pek çok hastalığa işaret eden organ ve doku değişiklikleri tek tek bulunuyor, hastalık etkenleri ortaya çıkarılıyordu. Ruhsal hastalıklarla uğraşmaya ‘cüret eden’ hekimler, patolojinin sağladığı olanaklardan meslektaşları ölçüsünde yararlanamadılar. Düşüncelerin ve duyguların oluşumunu, anatomi ve fizyolojiden yola çıkarak açıklamak mümkün olmadı.

            O dönemde patolojinin işgal ettiği yerin bir benzerine de bugün, görüntüleme tekniklerine dayanan radyoloji, nükleer tıp gibi dallar oturuyor. Şimdi onlar çok moda, pek çok bilinmeyeni açıklığa kavuşturuyorlar. İnsan davranışına da epey ışık tutacağa benziyorlar.

            Ne var ki, Freud’u doyurmayan biyolojik veriler onu psikanalitik teoriye yönelttiği gibi, psikiyatristleri de bu tür ışık kaynaklarına epeyce soğuk bakmaya itti. Onun gözde bilimi fizik, bilhassa termodinamik ve mekanik oldu. Kapalı sistemleri esas alan; korunan, dönüşen enerjilerle uğraşan on dokuzuncu yüzyıl sonu termodinamiği, Freud’un psişik enerji kavramına kaynaklık eder.

            İnsanın ruhsal ‘aygıt’ını adeta bir buhar kazanı gibi düşünen Freud,  var olan cinsel enerjinin çeşitli biçimlerde boşaltılmasının (dolayısıyla da kazanın patlamadan işlemesinin) davranışın temelinde yatan eğilim olduğunu önerir. Enerji niye cinsel? (Freud her şeyi cinsellikle açıklıyor ya, ondan!)

            Hastalarda gördüğü belirtilerin ardını arkasını araştırdığında, çocukluk yıllarındaki cinsel hayatı bulan Freud, enerjinin kaynağının doğuştan gelen, biyolojik bir cinsel dürtü olduğunu kabul eder.

            Daha sonraları cinsel dürtüye, saldırganlık dürtüsünü de ekler. Ama temel yaklaşım, çeşitli revizyonlara rağmen varlığını muhafaza der : Fazlalık enerji bir şekilde sübaplardan dışarı verilmelidir.

            Sağlıklı bireylerde, dışarı verme işlemi topluma faydalı biçimlerde yapılır. Hasta bireyler ise, fazla enerjilerini bu şekilde veremediklerinden, düşünce ya da davranış düzeyinde kabul edilemez, işe yaramaz belirtiler üretirler.

            Bu çok mekanik gözüken yaklaşımı Freud’un da pek ideal bulduğu söylenemez. Yirminci yüzyılda bir kenara atılmış bir mekanik anlayışına dayanmasını bir yana bırakalım. İnsan davranışını fizik ile anlamak ne ölçüde mümkün ?

            Ama Freud’un başka çaresi yoktu. Ve bizi uyarmıştı ! Kendi dürtü teorisini  mitoloji ya metapsikoloji diye adlandırması, psikanalizi ne ölçüde bir dogma olarak kabul ettiği hakkında bir fikir verebilir.

            Gelişim aşamaları sırasında olan bitenin insanın gelecekteki hayatını nasıl ve hangi yoldan etkilediğini araştırmak ilk kez Freud’un aklına gelmedi herhalde. Ama, bu konudaki en kapsamlı ve sistematik düşünce tarzını ortaya attığını, en ateşli karşıtları bile yadsımıyorlar.

            Üstelik, teorisini oldukça sık gözden geçirdiği bilinen Freud, her evrede önemli değişiklikler yapmaktan çekinmiş birisi değildi.

            1897’de psikanalitik keşiflerine başlandığında, bir terapi yöntemi bulmak gibi bir yüce amaç ifade etmiyor; Sadece, Descartes’tan o (ve bu) yana süren ‘akıl eşittir ruh eşittir bilinç’ önermesinin alternatiflerini arıyordu. Rüyalara ve gündelik hayatın ayrıntılarına daldığında hastalarından öğrendiği bir dili kullanmayı denedi. Birincil süreç adı verilen bu dilin şifresini çözdüğünde, bilinçdışına girmeyi de başarıyordu.

            Birincil süreç, bireyin ‘iradi’ denetiminde olmayan, bildiğimiz çıkarsama kurallarına uymayan, zaman ve uzaydan bağımsız, başına buyruk bir dildi. Hastaların saf, katkısız bir tarzda konuştukları ve hepimizin gündelik dilinde birincil süreç aksanının kendini hissettirdiği Freud’un başlıca tezlerinden biriydi. Dil sürçmeleri de en klasik örneklerdendi. Rüyalar ise birincil sürecin alt yazısız oynadığı alt yazıya pek gerek de duyulmayan filmler !

            Freud bu dilin şifresini, hiyeroglif okuyan bir Mısır uzmanı gibi çözdü. Bugün onun eserlerine baktığımızda, bir iletişim teorisi görebiliyorsak, birincil süreç hipotezi ve doğurgularının rolünü de vurgulamamız gerekiyor.

 

            Freud’un düşüncelerine yapmaya çalıştığım dört tarafı açık çerçeveyi öylece ortaya bırakmadan, birkaç noktayı daha belirtmem iyi olur. 1985’te yayımlanan ve kısaca taslak diye anılan, (‘Bilimsel Bir Psikoloji İçin Taslak’ başlığıyla İngilizcede yayımlanmıştı) kitapçığında beyin işlevleri ile ruhsal dünyayı ve yaşantıları birleştirme yönünde, nörolog yanı ağır basan bir girişimde bulunur. Ama, yaşadığı dönemde çok üstünde durulmayan bu girişimi bir süre sonra bilinçdışının keşfi ve ardından gelenlerle kendisi de unutmuş gözükür.

            Oysa, Freud’u bunca yıl sonra günümüzde (dinamik olmasa da) ayakta bırakan bakış tarzının ilk işaretini o kitapçıkta görmek mümkün. İzleyicilerinin düşüncesine yaptığı katkı, ekleme ve değişikliklere burada değinmek haksızlık olur.

            Ama, hayatın ilk yıllarına verdiği önemin son yıllardaki araştırmalarda büyük ölçüde desteklendiğini; diğer yandan aynı araştırmaların Freud’un o ilk yıllara ilişkin gözlemlerinden çok farklı sonuçlara vardığını belirtmeden geçmek de bir başka haksızlık olacak.

 

            Şu nörobiyoloji çağında Freud ve izleyicilerin (sadık bendeleri’ni kastetmiyorum) varlıklarını sürdürebilmelerini “şunlar doğruydu, bunlar yanlıştı” diyerek anlamak, sanırım, mümkün değil. Yaptıkları, bir biyolojik çerçevenin içinde söylenenleri, yazılanları okumak. Dolayısıyla, çerçeveyi her yanıyla, molekül molekül tanımamız, yazılanların anlamını hiçbir zaman değiştirmeyecek.

            Cinsel gelişimi ve bireyin uzamış bağımlılığını (hayatın başındaki umarsızlıkla çevre arasındaki karşıtlık kast ediliyor) insan kaderinin biyolojik  belirleyicileri olarak gören Freud, sembollerle kendini gösteren bu belirleyicileri bir dil haline dönüştürdüğünde bu dilin ‘nörobiyolojik harflere, mürekkepleri’ olduğunu pekala biliyordu. Ama, sınırsız çerçevelerin içini okuma tutkusu, harfler net olmasa da anlamı bulma konusunda elimize bir ilk kılavuz tutuşturmasına yetti. Bunca yıl sonra elimizde bir tek bu kalsa da… Baksanıza sınırsız çerçeveli yazılarda Freud’u anlatmaya yelteniyoruz.

 

                                                                  (1990)

 

Eklemeler : ‘ 50 yıl sonra Freud’ yazısı Cumhuriyet Bilim – Teknik’te bir dosya olarak yayımlanmıştı. Aldığı tepkilerin bir bölümü, Freud’un yeterince ve uzman bir kişi elinden anlatılmaması nedeniyle, yanlış ve olumsuz tanıtıldığı şeklindeydi. Doğrusu, bu yazıda Freud yeterince tanıtılamazdı zaten. Amacım, Freud’un düşüncesini ya da yaptıklarını özetlemekten çok, ona bugünden baktığımda neler görebildiğimi anlatmaktan ibaretti. Yazarın görüş açısıyla sınırlı makalelerden daha ne beklenebilir ?

            Bir başka eleştiri ise, farklı bir paradigmanın ürünüydü. Yakınmadan veya hayıflanmadan ziyade, değişik bir görüşün (nörobiyoloji) Freud’un ele aldığı süreçlere yaklaşımına getirdiği eleştiriyi söze döküyordu. Başka bir bakış açısını yansıtması yönünden kitabın içeriğine uygun düşen bu görüşün dile geldiği söyleyişi sonraki sayfalara alıyorum. Ekleme’sine de göz atmanızı öneririm.