Deprem değil, ihmal öldürür

-
Aa
+
a
a
a

Argun Yum - Gürhan Ertür

Açık Radyo, Altın Saatler Programı Yapımcıları

 

1999 İzmit ve Düzce/Bolu depremleri olmasaydı bugün bu yazı yazılır mıydı? Bu soruya olumlu cevap vermek olası değil. Bulunduğumuz coğrafya değişmediği halde bugün geriye doğru baktığımızda tam bir sahte cennette yaşadığımızı şaşkınlık ve hatta dehşetle görüyoruz. Dünyanın en önemli canlı fay hattı üzerine, tarihi bilgilere ve bilimin verilerine kulak asmadan en büyük kentlerimizi, hastanelerimizi, önemli sanayi kuruluşlarımızı kurmakta hiçbir kaygıya düşmedik. İmar Kanunu tartışmalarında Meclis’te, imar planları hazırlanırken, binalara imar durumu verilirken zemin etüdü şartı aranması önerisi dikkate alınmadı. Bina inşaatlarında o günün geçerli Deprem Yönetmeliği’ne, son 50 yılın neredeyse tek inşaat yöntemi olan betonarme inşaatın teknik şartnamelerine uygunluk gibi temel, olmazsa olmaz niteliklerine uymamayı, trafikte hız sınırını aşmak kadar “masumane” bir hak ve bazen oyun olarak algıladık. 

 

Belediye denetimindeki inşaatlarda bu açılardan sıfır denetim uygulanması dikkati çekmedi. Meslek odaları, mimar ve mühendislerin projelerini vize ettirme talepleriyle on yıllarca mücadele içinde olurken, yapım aşamasında verilmeyen denetim hizmetleriyle hemen hiç ilgilenmediler. Kamu binalarının daha iyi denetim hizmeti aldıkları varsayıldı. Ancak geçirilen depremler bu hizmetlerin de kağıt üzerinde kaldığını, gerektiği gibi yerine getirilmediğini apaçık, gözler önüne seriverdi. Sonuçta zaten şehirlerimizin üçte 2’si ruhsatsız, yasal olmayan yerleşimlerden oluştuğuna göre söyleyecek pek az şey kalıyor geriye.

 

1999 depremleri pek çok konunun yanı sıra zemin bilgilerinin önemini de gündeme getirdi, hem de bizlerin dikkate almama, kulak asmama kararlılığımıza rağmen! Nasıl oldu da İstanbul’un İzmit’e en uzak sayılacak bölgesinde, Avcılar’da koca binalar kumdan kaleler gibi yerle bir olmuş ve 500’ün üzerinde  insanın birkaç saniyede yok olup gitmesi mümkün olmuştu. Evet binalar çürük idi ama şehrin her yerindeki binalardan hiçbir farkı olmayan Avcılar apartmanlarının yere seren sebep neydi? Deprem şokunun ardından zeminciler deprem ile zemin ilişkisini kafalara nakşettiler. Belediye de harekete geçerek uzun yıllardır ihmal edilen bu konuyu Japon kredi ve teknik desteği ile bir proje haline getirdi. Artık dere yataklarının, balçık dolgu alanlarının üzerine yapılmış yapıların, heyelan bölgelerinin herkesten daha riskli olduğu, zaten güvensiz olan binaların bu tip zeminlerde saatli bomba sayılması gerektiği tartışılmaya başlandı. Yakın bir tarihte Belediye Internet sitesine de yerleştirilen bilgilerle her semtin ve giderek her yapının zemin özellikleriyle ilgili bilgilere ulaşılması olanağı sağlandı. Elde edilen bilgilerin rant ve spekülasyona yol açmamak için saklı tutulması yönünde, insanlar için hayat ile ölüm arasındaki fark anlamına gelebilecek bu manasız ve hatta zalimane görüşler de aşılmaya başlanmış oldu. 

 

Afet riski algılandıktan, zemin ile afet riski arasındaki ilişki kurulduktan ve çok değerli zamanlar fay tartışmalarıyla harcandıktan sonra gözler nihayet herkesin bildiği ama yüzleşmek istemediği gerçeklere çevrilmeye başlandı: deprem değil yapılar öldürür! Kentsel altyapının deprem riskini karşılamaktan uzak olduğu, kamu binalarının belki de en güvenilmez binalar oldukları, bir afetten sonra en önemli ihtiyaçlar olan hastanelerin resmi raporlarla tespit edilmiş olan çürüklüklerinin, hemen acilen yenilenmeleri veya depreme dayanabilecek duruma getirilmelerinin şart olduğu gerçeği… Kentsel alt yapının elektrik, su, doğalgaz gibi servislerinin, ulaşımın can damarı viyadük ve köprülerin dayanıksızlıkları ve depreme uygun olmadıkları gerçeği… Binaların gerek zemin, gerek projelendirme özellikleri, gerekse inşaat özelliklerinin hiçbir şekilde depremle baş edemeyeceği gerçeği... Üstüne üstlük İstanbul ve birçok başka yerde gündemde olan betonarme yapıların kanseri, korozyon gerçeği de pusuda beklerken.

 

İstanbul depreme hazır mı?

 

Peki bütün bu dev boyutlu ve belalı konularla kim mücadele edecek, baş edecek? Toplumun eğilimi imar ve şehircilik konularındaki, kentsel yaşam konularındaki muhatabı olan ve hemen yanı başında bulunan belediyelere başvurmak oldu. Oysa ki ülkemizdeki kamusal afet yönetimi olayın meydana gelmesinden sonraki faaliyetlere dönük olarak tasarlanmış idi ve ağırlık kırsal alan afetlerinin göğüslenmesine verilmişti. Nitekim 1999 depremlerinden sonra bu örgütlenme tıkandı ve dünya ölçüsündeki bu dev felaket için “afet bölgesi” ilanı gerçekleşmedi. Var olan ve muhtemel bir savaş döneminin sorunlarına göre örgütlenen sivil savunma etkisiz kaldı, ismi ve yapılanması defalarca değiştirilen Başbakanlık Afet Yönetim Merkezi oluşturuldu. Yerel alanlarda yönetim Valiliklere verildi ve belediyeler pasif ve edilgen bir alt birim konumunda görevlendirildi. Bu konudaki tartışmalar devam ederken İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), Japon kredisi ve teknik desteği ile yukarıda değinilen kentsel envanter çalışmasını tamamlayarak İstanbul’un deyim yerindeyse röntgenini çekmeyi tamamladı.

 

Aynı dönemde, uzun süren bir hazırlık ve çalışma dönemi sonunda, T.C Başbakanlık Genelgesi (21 Mart 2000 gün ve 2000/9 sayılı) uyarınca kurulan ve 20 değerli bilim insanından oluşan UlusalDeprem Konseyi, Nisan 2002 de Deprem Zararlarını Azaltma Ulusal Stratejisi Raporu’nu yayımladı. Ciddi bir risk azaltma ve sakınım hazırlığının ilk adımı sayılacak bu rapor bugüne kadar Başbakanlık ve Bakanlar Kurulu gündemine girmedi, kamuoyunda, medyada ve dolayısıyla yönetimlerde, özellikle de Meclis’te yankı bulmadı, tartışılmadı. Hiçbir somut adım atılmadı; Mecliste bir özel çalışma yapılamadı, İstanbul veya deprem konulu çalışma grubu oluşturulmadı.

 

Belediyeler, gönüllü kuruluşlar, üniversiteler ve TÜBİTAK-MAM gibi kuruluşlar, semt inisiyatifleri, firmalar, apartman yönetimleri, bireyler olarak pek çok bir birinden bağımsız çalışma bu arada yürütülmeye çalışıldı ve birbirleriyle eklemlendirilmediklerinden kaynak israfına ve yapılanların tekrarlanmasına yol açıldı.

 

Mayıs 2003 başında Bingöl’de meydana gelen deprem birçok yeni dersin alınmasına yol açtı. Tamamen çöken ve onlarca öğrencinin  yaşamını yitirmesine yol açan yatılı ilköğretim binasına hızla ulaşıldığı ve onlarca arama kurtarma ekibinin çabalarına karşın çok sayıda çocuğun yaşam kaybının önlenememiş olması,  yaklaşık 50,000 binanın Bingöl’deki ilköğretim binası gibi çökeceği düşünülen İstanbul depreminde, zamanında gelinebilse, yol bulup ulaşılabilse bile bütün dünyadaki arama kurtarma takımlarının bir araya gelmesinin sınırlı bir etkinliği olabileceğini gözler önüne serdi.

 

Bu arada İBB, daha önceki envanter çalışmasının ardından, 2002 yılının son aylarında, dört büyük üniversitemiz (B.Ü, İTÜ, ODTÜ, YTÜ) ile birlikte İstanbul İçin Deprem Master Planı çalışmalarını başlattı. İstanbul’un yeniden yapılandırılmasını amaçlayan bu çalışmanın sonuçları önümüzdeki günlerde, Temmuz 2003 sonunda açıklanacak. Çalışma bittiği zaman eyleme geçilebilmesi için gereken teknik, idari, hukuki ve mali hazırlıklar hakkında bugün olduğundan daha kesin sonuç ve öneriler olacak elde. Ama sonuca ulaşmak için yeterli olabilecek mi? Başka gaileler arasında sürekli olarak gerilere itilen deprem konusu seçim bildirgesinde ve programında depremden söz bile etmeyen hükümetin ve çoğunluğunu oluşturduğu Meclis’in gündemine girebilecek mi? Televizyonlardaki açık oturumlarda uzman olan ve olmayanlara yöneltilen sorular milletvekillerine, Hükümete ve öteki görevlilere yönlendiriliyor mu? E-posta, faks ve telefon yağmuruna uğruyorlar mı? Konuyla ilgilenen gönüllü kuruluşlar, STK’ları ve diğer kurumlar bir araya gelip çağrı bildirileri yayınlıyorlar mı?

 

Ne dersiniz, İstanbul depreme hazır mı?

 

(İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Yayını BARAKA DERGİSİ,Temmuz 2003 sayısında yayımlanmıştır.)