Twitter’ın kapatıldığı bir haftayı geride bıraktık. Geçen hafta için en öne çıkan haber bu oldu, ama bu, haftanın inanması güç haberlerinden sadece biriydi. Yayınlanan tapelerin içeriği; boynuna atılmış türlü renklerde atkılarla başbakanın meydanlardaki gürlemeleri, onu dinlemeyi imkânsızlaştıran kaba saba sözleri; Niğde’de linçe girişen kalabalığın hâli; seçim propagandası standlarının hoparlörlerinden bangır bangır yükselen kuru laf gürültüleri; ara ara evde oturduğumuz yerde bizi sarsarak geçen seçim kamyonu gürültüleri; her daim süren inşaatlardan yayılan matkap, elektrikli testere sesleri ve sokaklarımızı boydan boya kaplayan parti bayraklarının görsel “gürültü”sünün ruhumda ve bedenimde bıraktığı iz, bir uğultu.
Bu henüz sakin Pazar sabahı İstanbul’u dinlerken bunu duyuyorum. Orhan Veli’nin dinlediği İstanbul’dan bayağı farklı. Ne fıstık ağaçlarının izi var şimdi, ne de ayağı suya değen bir kadının. İstanbul, bir an için dinlenmeye çekilmiş bir öfkeli, yaralı aslan gibi. Önümüzdeki hafta ne olur bilmiyoruz. Geçen yazdan bu yana Türkiye’deki haberler bir korku filmi ile yarışır nitelikte. Bir türlü içinden çıkamadığımız, sürekli bir paranoid-şizoid konumda gibiyiz. Bu Pazar sabahı, bir süre için sakinleşmiş, rüyasız bir uykuya dalmış İstanbul, sanki şu şarkıyı söylüyor: “Dream a little dream for me...”. Aklıma bu şarkının gelmesinin nedeni herhalde, haftalardır, aylardır şahit olduğumuz, hafsılanın alması güç şeyleri bir ruhsal sindirim sürecine sokma ihtiyacı. Rüyanın, “rüya-düşünceler”in (W. Bion) ve gerçek sanat yapıtlarının böyle bir işlevi var. Bütün inşaatların, çılgın köprülerin, toplu konutların, kesilen ormanların, protestolarda ölenlerin cenazelerinin, Taksim’de polisin protestoculara tekme tokat, gaz, toma, “ilaçlı” su ile “müdahale” edişinin, Niğde’deki linç kalabalığının, gözü başı yarılmış, vücutlarındaki jop darbelerini gösteren insanların, Antalya’da bir otoparka sığınan protestocu gençleri polisin dövüşünün... örnek çok... görüntülerinin eşliğinde, The Mamas and the Papas’ın da yorumladığı o ünlü şarkının, sakinleştirici ritmi ve melodisiyle çaldığını düşünüyorum: “Stars shining right above you, Night breezes seem to whisper ‘I love you’, Birds singing in the sycamore trees, Dream a little dream of me...”.
Hafta boyunca bir haberden diğerine şaşkınlık, mesafe alma ve inanmak istememe, entellektüelize etme hallerimin yerini, bir kavrayış ve üzülme alıyor. Bugün olup bitenleri, geçmişten gelen tarihsel, toplumsal bağlantıları ve bireysel yaşantılarımızdaki bileşenleri ile birlikte düşünüyorum. Kuşaklar boyu hazmedilmemiş bir yığın toplumsal ve bireysel travmanın, ruhsal büyümeyi zora koşan derin narsisistik incinmelerin kuşaktan kuşağa aktarıldığı; yaygın baba figürünün sert, otoriter, erkek çocuğun duygusal ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz ve anneden ruhsal ayrışmasına yardımcı olamayan, yaygın anne figürünün edilgen veya dolaylı yollarla manipüle edici olduğu bir toplumda yaşıyor olduğumuzun ürünü bir “bebek” var sanki elimizde. İçindeki “vahşi”duyguların (W. Bion, “wild thoughts”; örneğin, paranoid-şizoid konumdaki “yok olma kaygısı”) etkisiyle, yüzü kıpkırmızı, yırtınır gibi ağlıyor, kolunu bacağını havada sallayarak. Ak Parti’nin seçim propagandası filmindeki grotesk mizansen (yabancı “eller” dev bir direğe çekilmiş bayrağı gizlice gelip söküyor; bayrağın düşmekte olduğunu gören “halk” –Kürdü, Türkü, başörtülüsü, başı açığı, öğretmeni, aşçısı, vs.– “yekvücut” haline gelip, muazzam bir şekilde onu tekrar göndere çekiyor), paranoid-şizoid konumun öğelerini öyle yansıtıyor ki ders kitaplarına girebilir: Paranoya (yabancı eller), yok olma korkusu (düşen bayrak), bölünmüşlük (onca vurgulanan “birlik, beraberlik” üzerinden), büyüklenmecilik (ihtişamlı son sahne)... Fakat başka yerlerde de gördüğümüz ve Murat Belge’nin de Genesis’te gösterdiği gibi çok uzun zamandır pek aşina olduğumuz bu paranoid-şizoid düşlemler, yırtınarak ağlayan bebeği anlık olarak yatıştıran, kadir-i mutlaklık yanılsamasını sürdüren eğreti yarabantları. Bebeğin ruhsal yaşantısını, korkusunu, çaresizliğini “kapsayan” , “rüyasını görebilen” (W. Bion) sembolleştirmelere, temsillere, sanat yapıtlarına ihtiyacımız var. Yoksa bu bebek büyümeyecek, kuşaktan kuşağa bir ateş topu gibi atıyor olacağız.
The Mamas and the Papas, iki kadın iki erkekten oluşan “kızlı-erkekli” bir grup. Şarkılarında kızlar ve erkekler arasında düetler yapıyorlar, kadın sesleri ile erkek seslerini çarpıştırıyor, reaksiyona sokuyorlar denebilir. Pek uyumlu sesler, tınılar çıkıyor. Eril ve dişil öğelerin dengede olduğu bir durumda olan bir şey bu. Türkiye’deki mevcut atmosferde bu dengenin iyice bozulmuş olduğunu görmek için çok duyarlı olmak gerekmiyor. Dünyayı, kadın-erkek hepimizin üzerine ayak bastığı, içinde yaşadığı bir yer olarak değil, kimin kime söz geçiriyor, kimin malı mülkü daha çok, buranın kralı kim gibi değerlerle bezeli “erkek dünyası” olarak bilme, erkekliği de “karizmayı çizdirmemek” olarak bilme yanılgısı, bugünkü mevcut durumun öne çıkan özellikleri. “Twitter mwitter, hepsinin kökünü kazıyacağız”... “Arada bir ben bir tane çakıyorum”... vesaire. Ama buna, yani, “buranın kralı kim”- “hayatta en hakiki mürşit mal mülktür” -“karizmayı çizdirmemek esastır” dünyasına abone olanların sadece erkekler olduğunu söylemek yanlış olur. Bir o kadar da kadın var o dünyada yaşayan, değer yagıları bunlar olan. Ve tabi, bu sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil ama, kabul edici, alıcı olma, hayatı sürdürme gibi dişil niteliklerin dışarıda bırakıldığı bir soyutlama olarak “erkek dünyası”, özellikle bugünkü hali ile Türkiye’nin Ruhu’nu (Oğuz Atay’ın kulakları çınlasın) betimleyeceğimiz ilk üç nitelikten biri olur. Sokakta bir kadına otuz saniyeden uzun süre bakmanın ayıp olduğu erkek çocuklara küçük yaşta öğretilse; yolda tek başına yürüyen bir kadının yanında arabalarını yavaşlatmanın alemi olmadığını, gücün başkalarına söz geçirmek değil, kendine söz geçirmek, düstur vermek olduğunu bilmeyen erkekler (bilenler değil), bir gün bunları bilir olarak uyansalar; kişiliklerinin dişil yanını bütünleştirebilmiş olsalar, yani bilinçdışı bir halde taşıdıkları “karı gibi olma” endişelerini, vurup kırarak, iki cümlede bir küfrederek, dayılanarak dışa vurma yoluna gitmeseler, bunları herhalde yaşamayız. Yani, bu olup bitende bir “iç mihraklar” olduğunu da bilelim.
Halen Türkiye’de insanlar arasında, erkeklerin kadınları, kendi yaşadıkları dünyadan ayrı bir kavanozda duran, farklı bir canlı türü gibi algılamadıkları bir sosyalleşme, flört, ilişki sürdürme hali pek az. Çok genç yaştakiler arasında daha sık karşılaşıyorum; kız arkadaşlarına (sevgilileri veya değil) yaklaşımlarında, onlardan söz edişilerinde, kadınların herhangi bir gizem taşımayan, veya yüceltilmeyen, veya aşağılanmayan, basbayağı bir insan olduğunu duyuyor, görüyorum. İnternet vesilesiyle dünyaya açılabilmiş olmaları herhalde bunda bir etken. Ve tabi, zaman da değişiyor. Ömer Madra, bunca karanlık içinde yeşeren ışığa da dikkate çekiyor. Umarım, işler Mamas and Papas’ın yorumladığı başka bir şarkıda olduğu gibidir, “And the darkest hour is just before dawn...” [En karanlık saat şafak sökmeden öncedir]. Ama o “saat” biraz uzun sürebilir, belki birkaç kuşak kadar.
Sağlıklı bir ruhsal işleyişte, paranoid-şizoid konum ve depresif konum arasında bir salınım var. Ruhsal büyüme, depresif konuma geçebilmelerle gerçekleşiyor. Bir alçakgönüllülük hali, aklı kemale ermek diyebiliriz; verdiğin hasar için üzülme, ben-öteki ayrımı yapabilme. Bu ruhsal “konum”ları kavramsallaştırmış olan Melanie Klein, depresif konuma özgü kaygı olan suçluluk duygusu çok aşırı değilse, “onarım”a geçebildiğimizi ve sanatsal yaratıcılığın temelinde de bu onarım motivasyonunun olduğunu söylüyor. Bugün olup bitenlerdeki ruhsal yaşantıları “kapsamaya” yönelen gerçek sanat ürünleri yaratabilmek, yürek isteyen bir şey. Duyarlılılığın yanı sıra, yürek, mide, serinkanlılık, umut ve sağlam bir köklenmişlik duygusu. Şanslıyız ki bunlar karşısında şaşkınlık duymanın, sessiz sözsüz kalmanın, benim burada yaptığım gibi akıl yürütmenin ötesine geçip bunları bütünlüklü temsiller haline dönüştürebilecek sanatçıların, el alabilecekleri bir gelenek var. Bu ateş topunu, daha önce tutmuş, evirmiş, çevirmiş, soğurtmuş yazarlarımız var. Jale Parla’nın Babalar ve Oğullar incelemesi, Nurdan Gürbilek’in Mağdurun Dili, Kör Ayna Kayıp Şark incelemeleri, toplumsal kurumlarca (aile, eğitim, resmi kurumlar) işlenmeyen, örtbas edilen yaralı yaşantılarımızın, edebiyatımızda nasıl usul usul işlenmekte (ruhsal bir işleme süreci) olduğunu, veya bundan nasıl kaçınıldığını, kaçınma şekillerinin neler olduğunu (bugünkü manzaradan pek farklı değil) gösteriyor. Yazarların erkek olmasından belki, belki kadın-erkek üzerinde konsensüs sağladığımız, ortak olarak içinde yaşamayı ya direttiğimiz ya buna boyun eğdiğimiz dünyanın bir “erkek dünyası” olmasından, romanlarda temsilleştirilen yaşantı, bir erkek olarak özneleşme sıkıntıları, bir “yaralı aslan”. Doğru dürüst özdeşim kurabilecek sevecen, anlayışlı bir baba fügürü bulamayan, anneyle ilksel tamlığın içinden çıkamayan, sağa sola saldıran veya sessizliğe, umutsuzluğa gömülen erkek psikolojisi, Halit Ziya’dan Tanpınar’a, Yusuf Atılgan’dan Oğuz Atay’a romanlarımızda “işleniyor”. Yakın dönem Türk sinemasında yapılan bazı filmler de bu geleneği devam ettiriyor. Demirkubuz (örneğin, ağır şiddet sahnelerinin olduğu Kader’de) tüm serinkanlılığı ile buna ayna tutuyor. Birkaç kadın oyuncu dışında tüm oyuncu kadrosu erkek olan Bir Zamanlar Anadolu’da filimde Ceylan, muhtarın evindeki sahnede, erkeklerin içine düştüğü “karanlığı” gün gibi gösteriyor gözümüze. Fakat, bunu bilerek mi yapıyor istemeden mi oluyor bilmiyorum ama, muhtarın kızının elinde taşıdığı çay tepsisi ile karanlık odaya ışık getirdiği bu sahne, ülkemizde yetişmiş erkeklerin çoğunluğunun kadınlara bakışına çok içrek bir şeyi de yansıtıyor gibi: Kadınlar başka bir dünyadan gelen varlıklar. Yine “erkek dünyası”na eleştirel bir bakışı içeren ama bunu bir kadının onun karşısında yaşadıkları üzerinden anlatan, Erdem’in Hayat Var, Jin filmlerinde, kadın, iç dünyasına nüfuz edilebilen, etten kemikten bir insan. Bu arada, şunu da belirtmekte fayda olabilir, Klein’ın söz ettiği “onarım” sürecinde sembolik olarak onarılan şey: annenin bedeni. Bunu, toplumsal düzlemde, kadının, kadınlığın onarılması; kadın ruhsallığı içinde, anneyle huzurlu bir özdeşim, kadın cinsel kimliğinin taşınabilmesi; erkek ruhsallığı içinde, dişil yanın benimsenmesi olarak görebiliriz belki. The Mama’s and the Papa’s söylüyor: “I’ve got sunshine on cloudy day. And when it’s cold outside, I’ve got the month of May. I guess, you say, what can make me feel this way? My girl! I’m talking about my girl...”.
Buranın kralı kim - hayatta en hakiki mürşit mal mülktür - karizmayı çizdirmemek esastır temellerine dayalı “erkek dünyası”ndan başka bir dünya bilmeyen erkeklerin yüzleri, görünümleri çirkin görünüyor bana; zaman içinde güzelliklerini kaybetmişler, çirkinleşmişler gibi. Oysa, erkeklik bundan ibaret değil, veya daha doğrusu, bu değil. Bu “hanzoluk” tabir ettiğimiz şey. En az ikibin yıldır baskılanmakta olan kadınların, kadınlığın özellikleri, kadın hareketinin başlangıcını nereye koyacaksak o zamanlardan bu yana çokça tanımlandı, dile getirildi. Ve erkek egemen bir dünyada “kadın olmak” farklı bir şey olduğu için, bunun ne menem bir şey olduğunu bildik. Erkek egemen bir dünyada “erkek olmanın” ne olduğunu, erkekler, suyun içinde yüzen balığın suyun farkında olamayışı gibi bilemediler, bilemiyorlar sanıyorum. O dünyanın değerleri çözülmekte olduğu bu zamanda, ondan başka bir dünya bilmeyen erkekler, ayaklarının altından bu toprak çekilirken ona sıkı sıkıya tutunuyorlar gibi. Bunca inşaat başka nasıl türlü açıklanır?... Erkeklerde kadınları çeken şeyin bunlar olmadığını keşke bilebilselerdi. Erkeklerin güzelliği, The Mamas and the Papas’ın California Dreaming şarkısında, Denny Doherty’nin ciğerlerini doldurup şarkının bu kısmını söyleyişinde, bir ara kırılmaya yaklaşan ve köşesinden dönen, melodinin inceliklerini yakalayan, sürdüren güçlü sesinde olan bir şey: “Stopped into a chuch, I passed along the way. Well, I got down on my knees, and I pretended to pray. You know the preacher liked the cold. He knows I’m gonna stay. California dreaming, on such a winter’s day...”. Bunun tam olarak ne olduğunu ben de bilmiyorum. Ancak bunun taşıdığı tazeliği, diriliği, kendini ortaya koyma cesaretini, ülkemizdeki ortamda bir tek Gezi hareketinde duyumsadım. Direnişin eril yanı mıydı bu?