Benim annemin ana dili annesinin ana dili değil. Daha doğrusu annem Ladino konuşulan bir evin “Türk” kızı. Babamsa “Türk” oğlu... Ben bu “Musevi asıllı Türk” Sefarad Yahudisi ailenin iki oğullarından büyük olanım. Anadilim Türkçe, ailemle Türkçe konuşuyorum. Türkiyeli okura 1492’den beri birlikte yaşadıkları insanların dili, geldikleri yer ve kimlikleri hakkında bilgi verme ihtiyacı hissetmemle “benim” dil serüvenim arasında da sıkı bir bağ var. “Benim” dilimin "zorunlu" hikâyesi bu.
1492’de tüm Hıristiyan olmayanları ülkesinden kovan İspanya’dan Müslümanlarla birlikte Osmanlı’ya göçen Sefarad Yahudileri’nin dili, bir orta çağ İspayolca diyalekti olan Ladino’dur. Osmanlı’nın, resmi tarih sayesinde bildiğimiz meşhur “hoşgörüsüne” hiç girmeyeceğim. Osmanlı millet sisteminde gayrimüslimlere uygulanan adaletsiz vergiler ve ayrımcı politikaları da bir kenara bırakıyorum. Bunlar bu yazının konusu değiller.
Sefaradların, yirminci yüzyıl başına kadar rahatlıkla kullanmaya devam ettikleri dilleri artık toplumsal hayatlarının bir parçası değil. Trakya olayları, Varlık Vergisi derken pek çoğu Türkiye’yi terk eden Yahudi azınlığın tek yayın organı konumundaki Şalom Gazetesi’nin,yeni kuşaklarla bağının kopmaya başlaması üzerine yayınlarına Türkçe devam etmeye karar vermesinin üzerinden epey vakit geçti.
Ladino’yla ilgili tüm hatıralarım küçüklüğüme ait. Bu dilde sadece sevgi sözcüklerini iyi bilirim. Başım okşandığında duyduklarım genelde Ladino'ydu.
Ben küçükken bu dil sadece dört duvar arasında konuşulabilirdi. Annem, annesini sokakta uyarırdı. Kadınlar için kendini ifade edememe hali daha ağırdı. Erkekler çalıştıklarından Türkçe’ye de hakimlerdi. Şimdi yaşlanmış olan kadınlar günlük hayatlarını idame ettirebilecek kadar Türkçe bilirlerdi.Cumhuriyetin ilk yıllarında ideal dildir, kültürde birliktir-tekliktir. Ladino, milliyetçi ülkü çerçevesinde, diğer diller gibi, haliyle sorundur. 1928’de Milli Talebe Teşkilatı tarafından başlatılan "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyası bu totaliter dalganın dil ayağının önemli milatlarından biridir.
Uzun süre bizatihi devlet olan Cumhuriyet Halk Partisi de Demokrat Parti de kampanyanın takipçisi ve uygulayıcısı olmuşlardır. En hafif deyimiyle ayrımcı bu kampanya, son dönemin gözde “insanlık suçu” asimilasyonun temel ayaklarından biri olarak Türkiye’de sıkı bir şekilde uygulanmıştır.
"Milletçe anlaşabilmemiz için gereken" bu uyguamalar, zaten iki Yahudi’nin kendi aralarında konuşmalarını engellemek dışında bir işlev sahibi değildir. Lakin Ladino gibi azınlık dilleri sadece o dili konuşan cemaate aittir.
30’lardan itibaren Türkçe dışındaki yerli diller de facto (fiilen) yasaktır. Avrupa’da faşizmin yükseldiği 30’lu yıllarda pek çok belediye tarafından sınırları dahilinde Türkçe dışında dillerin yasaklanmış olması sebebiyle durumun devlet politikası olduğunu söylemek de herhalde yanlış olmaz. Aynı dönemin memurluğu düzenleyen kanunları, iskan kanunları ve iç mihrak damgası da kampanyanın genel bir politikanın aracı olduğunu gösteren diğer ayrıntılar.
“Misafir” olmakla “gerçek vatandaş” olmak arasındaki fark insanı rahatlıkla şüpheli konumuna sokabilir. Azınlıklar gerçekten “bizden biri” olmak istiyorlarsa, Türkçe konuşmalı, çocuklarını Türk okullarına yollayarak samimiyetlerini kanıtlamalıydılar. O dönem ve sonrasında geliştirilen Türkleştirme politikaları, ailelerin kararlarını ve Ladino’nun kaderini belirledi.
Annemin ve babamın aileleri, çocuklarının Türkçe konuşmasına büyük önem verdi. Artık gençler arasında sokakta kullanılan dil Türkçe, ev diliyse Ladino’ydu. Onlar ailelerinden kopup kendi evlerini kurduklarında artık ev dili de Türkçe olmuştu. Benim kuşağım Türkçe konuşulan evlerde büyüdü.
Bugün çoğu yeni anadillerini aksansız bir şekilde konuşuyor. Yahudi Türkçesi artık bir teatral taklit konusu. Konu biraz koyulaştığında farketmeden Ladino konuşmaya başlayan kuşak artık ölüyor. Özetle üçüncü kuşağın çoğu için bu dil hiç olmayacak.Sorun artık dilin "kollanması" değil
Türkiye Yahudi cemaati bu konuda ne düşünüyor bilmiyorum ancak benim bazen hayıflansam da, eksikliğini hissettiğim bir dil yok. Dediğim gibi, benim anadilim zaten Türkçe. Bu sebeple olanları duydukça-okudukça dehşete kapılsam da çözümün Ladino dilinin “yaşatılması” olmadığını düşünüyorum. Artık toplumsal hayatın parçası olma ihtimali ortadan kalkmış olduğuna göre, Türkiye’de dilini unutmuş Sefarad Yahudileri için artık sorun dilinin “kollanması” değildir.
Etnolojik incelemelerin, kültürel tarihin, şarkıların yaşatılması, di kürsüleri kurulması bu gerçekliği değiştirmez. Acı ama Ladino için muhtemelen çok geç. Gerçek olan, ne aksansız Türkçe’nin, ne de Türk hissetmenin öteki olmaya çare olmaması. Türkiye’de yaşayan azınlıkların sorunlarının diğer ötekilerin sorunlarıyla aynı olması bunun net göstergesi sayılabilir.
Başını örten bir üniversiteli kadın, göç etmek zorunda kalmış bir Kürt, Senegalli bir “kaçak”, 301’den yargılanan bir yazar, kölelik şartlarında sömürülen bir işçi. Hepimizin “olduğumuz gibi olma” hakkı, sadece insan olmanın gereği olarak garanti altına alınmadıkça, milliyetler, sınırlar ve ordular "dünya" olarak kabul edildikçe bize rahat yok.
Birimiz bile ayrımcılıktan mustarip isek geriye tek bir soru kalıyor: Diğerlerimize sıra ne zaman gelecek? Temel hak ve özgürlükleri bölünmez, önem sırasına konulamaz ve konjonktüre göre askıya alınamaz hale getirmek gerçekten herkes için hakları savunmaktan geçiyor. Birlikte, daha güçlü hareket etmenin yollarını aramaya devam etmeliyiz.
İlk olarak 22 Şubat 2008'de, Bağımsız İletişim Ağı'nda yayınlanmıştır.