Bu filmi gördük. İnsanlığın hak ve değer saydığı sağlık, eğitim, güvenlik, çevre, hatta su ve hava gibi “adalet” algısı da piyasa tanrılarına kurban edilmeye hazırlanılıyor. Aynı senaryo daha önce de oynandı.
Günümüzde küresel anlamda dünyayı etkisine alan kapitalist üretim ve tüketim sistemi bilindiği gibi krizler ve bu krizlerin doğurduğu fırsatlarla kendine yol bulan yıkıcı ve yeniden yapıcı yol izliyor. Büyümeye ve sürekli gelişmeye odaklı bu sistem, enerji, hammadde veya pazar bulamamaya bağlı krizler üretmekte, kriz dönemlerinde ise yeni hammadde kaynakları, enerji veya pazar arayışına girmektedir. Bu arayışlar sonuçsuz kaldığında dünya savaşları ile toptan bir yıkımın yaşandığını, yeniden yapım süreciyle krizden çıkıldığını tarih bize gösteriyor. 18. Yüzyılda sanayi devrimini yapmış ülkelerin yeni hammadde ve pazar arayışlarının sömürgeciliği doğurduğunu, paylaşımın dünya savaşları ile şekillendiğini, sonrasında ise tüm dünyanın küresel pazara dönüştüğünü söyleyebiliriz. Savaşlar sonrası yaşanan hızlı büyümenin 1970’lerin başında artan enerji maliyetleri ile duraklamak zorunda kalması kapitalizmin yeni krizinin başlangıcı oldu. Özellikle 68 olayları ve Vietnam savaşının estirdiği savaş karşıtı kamuoyu baskısı yeni bir savaşın çıkmasına engel olunca büyüme için pazar arayışı kaçınılmazdı. Küresel pazarı büyütemeyen kapitalizm insanlığın hak ve değerlerini piyasalaştırmaya yöneldi. Önce kolay hedef olan ve küresel anlamda müşterisi hazır görünen eğitim ve güvenlik alanı piyasaya terk edildi. Özel okul ve üniversiteler, profesyonel ordu ve özel güvenlik yapılanmaları dünyaya hızla yayıldı.
Sonra sıra sağlık alanına geldi. Sosyal güvenlik sistemleri ve sosyal devlet anlayışı üzerinden kendini döndüren yapılanmalar önce yatırım yapılmayarak kaderine terk edildi. Devlet yeni sağlık kuruluşları ve hastane yapmak yerine sağlığı küçük işletmelere ve özel sağlık kuruluşlarının insafına terk etti. Denetim de sınırlı kalınca para kazanma telaşı kaliteli sağlık hizmeti üretme kaygılarının önüne geçti. Devlet hastaneleri talebe yanıt veremiyor, çaresiz kalan vatandaş ise özel sağlık işletmelerine verdikleri paranın karşılığında bekledikleri nitelikli sağlık hizmetini alamıyordu. Hastasından doktoruna, hemşiresinden hasta yakınına herkesin yaka silktiği hale gelene kadar devlet hiçbir şey yapmadan öylece bekledi. Sistemin iyice çürüdüğü anlaşıldığında Dünya Bankası önderliğinde sağlığın piyasalaştırılması projesi uygulamaya başlandı. Öyle anlı şanlı, gösterişli başlangıç yaptılar ki etkilenmemek olası değildi. Herkes her türlü sağlık işletmesine para vermeden gidebilecek, zaman içinde her tür sağlık hizmeti kamu özel ortaklığı adı altında özel sağlık işletmelerince üretilecekti. Kamu hastanesi adı altında devlet hastaneleri temel amacı kar etmek büyümek ve daha fazla büyümek olan özel sağlık kuruluşlarına dönüştü.
Sağlık hakkının piyasaya devrediliyor olmasının insanlığın kaybı olduğu yönünde sesini yükseltmeye kalkanlar eski sistemin savunucuları olarak suçlandılar. Senaryo, sistemden herkesin yaka silkmesinin sağlanması sonra devrim yapıyoruz görüntüsü altında piyasaya teslim edilmesi ve itiraz edenlerin çağ dışı eski sistemin savunucusu olarak tu kaka edilmesi biçiminde yazılmıştı. Başarıyla uygulandı. Gelinen noktada vatandaşın sağlık hakkı giderek cebinden daha çok para harcayarak satın alınan meta haline dönüştü. Kamu özel ortaklığı adı altında yapılması planlanan şehir hastanelerinde sermaye sahiplerine hasta sayısı garantisinin veriliyor olması bile kimseyi rahatsız etmedi. Devlet, vatandaşını iyileştirmek yerine, hasta olup sisteme para kazandıran unsurlar olarak görmeye başladı.
Ancak kriz bitmemişti ve kapitalizme yeni pazarlar gerekiyordu. Bu kez çok daha zorlu bir alana gözlerini diktiler. Adalet ve hukuk sisteminin piyasalaştırılması için aynı senaryonun benzeri sahnelenmeye başladı. Adalet sisteminde yatırımlar azaltılıp kendi haline bırakıldı. Köhneyen ve artan adalet talebine zamanında yanıt veremeyen hukuk sisteminin zamanla tarafsızlığı da sorgulanır hale geldi. Mahkemelerin tarafsızlığının tartışılması adalet beklentisinin de azalmasına yol açtı. Herkesin kendi hukukunu uygulamaya çalıştığına gücü, gücü yetene anlayışının yaygınlaştığına, kadınlar ve sağlık çalışanları başta olmak üzere bir cezalandırma aracı olarak şiddetin toplum geneline yayıldığına şahit olduk. Milletin temsilcilerine güven duyulmadığını, yolsuzluklarının ört bas edilmeye çalışıldığını, devletin içinde kontrol edilemeyen çetelerin yer aldığını, adalet ve kolluk sisteminin bir zamanlar ki sağlık sistemi gibi herkesin yaka silktiği hale dönüştüğünü gördük. Üstelik aynı dönemde neredeyse tüm dünyada hukuk ve adalet sistemi üzerinde benzer bir algı oluşturulmakta olduğunu da izliyoruz.
Senaryonun son aşaması hiç kuşku yok ki yakında sahneye konulacak. Devrim niteliğinde bir takım kararlar ve belki de bir “kurtarıcı” önderliğinde adalet ve hukuk sisteminin piyasalaştırılmasının önü açılacak. Piyasanın gizli eli düzenleyici olarak sisteme girecek ve hakların meta haline dönüştürülüp alınır satılır hale geldiği yeni bir adalet sistemine yelken açılacak. Tamamen insana özgü olan adalet algısı, piyasanın insafına bırakılıp iddia ve savunma makamları başta olmak üzere sermayenin kurduğu büyük şirket ve kuruluşlara devredilecek. Kamu özel ortaklığı ile adalet saraylarının yapıldığına ve devletin bu saraylarda belirli sayıda dava garantisi verdiğine şahit olacağız. Avukat ve savcıların da sağlık çalışanları gibi proleterleştiğini, sendikalar kurup hak arama telaşına düştüklerini göreceğiz. Dahası bu dönüşüme itiraz edip reform veya devrim diye sunulanların insanlığın kaybı olduğunu haykıran, “ücretsiz adalet hakkı” için yollara dökülenlerin köhnemiş eski sistemin savunucuları olarak yaftalandıklarına ve yalnız bırakıldıklarına da şahit olacağız.
Bu filmi gördük. Sonu insanlık için hiç iyi bitmiyor.