Suriye ve Türkiye'de bir Kutuplaşma Alanı Olarak Dış Politika

-
Aa
+
a
a
a

2003 yılında Radikal gazetesinde ve Açık Radyo’nun Açık Site’sinde yayımlanan bir yazımda Cumhuriyet geleneği içinde dar ve seçkin bir bürokratik zümrenin tekeline bırakılmış olan Türk dış politikasının toplumsallaşmaya (topluma mal olmaya) başladığını savunmuştum. Bu gelenekte dış politikanın bilhassa kangrenleşmiş en önemli meseleleri, milli güvenlik konusu olarak tanımlanıp kamusal tartışma ve eleştiriden ?ri kılınmış ve hatta çoğu zaman tabulaştırılmıştı. Ancak 2000’li yıllarla birlikte dış politika, Türkiye’de demokratikleşmeye katkıda bulunacak şekilde kamusal tartışmaların parçası haline gelmeye ve resmi siyasetlerin radikal eleştirisinin yapılabildiği bir alan olmaya başlamıştı. Devletin ve onun geleneksel politikalarının sorgulandığı 99 depremleri ve 2001 ekonomik krizinin yanı sıra Avrupa Birliği reformları ve Kıbrıs sorunu konusundaki açılım çabasıyla zamanın AKP hükümetinin de bunda payı vardı. Ne var ki en açık tezahürlerini hükümetin Suriye siyasetine ilişkin tartışmalarda görebileceğimiz gibi zamanla dış politika, Türkiye’de demokratik tartışma kültürüne katkıda bulunma özelliğini kaybederek toplumu ayrıştıran, kutuplaştıran konulardan biri haline geldi. Hiç şüphesiz ki bu durumun başlıca sorumlusu, dış politikayı içerdeki güç ve iktidar mücadeleleri bağlamında muhalefetin bastırılması, meşruluğunun tartuşmalı kılınması için yararlı bir araç olarak gören AKP hükümetleriydi.

Bugün Türkiye, Suriye iç savaşına daha önce hiçbir komşusunun iç işlerine karışmadığı ölçüde dahil olmuş görünüyor. Hükümet, tamamen insan hakları kaygılarıyla bu iç savaşta tarafgir olduğunu savunuyor ve politikasını normatif, ahlaki bir dille meşrulaştırıyor. Hatta başbakan, Suriye’nin Türkiye’nin iç işi olduğunu bile söyleyebiliyor. Ne var ki Türkiye’deki kamplarda sivillerle birlikte silahlı muhaliflerin de barındırıldığı, kimilerine göre eğitildiği, maddi, lojistik yardımlarla Türkiye tarafından ya da Türkiye üzerinden başka güçlerle desteklendikleri haberleri, bu normatif duruşla çelişiyor. Üstelik bunlar, örneğin ana muhalefet partisince eleştirildiğinde bu parti, Esad’ı desteklemekle ve hatta Esad’ın Aleviliği vurgulanarak mezhepçilik, Baasçılık yapmakla itham ediliyor. Oysa ki tam da hükümetin son dönem politikaları yüzünden Türkiye tarihinde belki de ilk kez Ortadoğu’daki mezhep kaynaklı bloklar bağlamında tartışılır hale geldi. Türkiye’nin, İran, Suriye, Irak’tan oluşan Şii bloğu karşısında, kendisini Katar, Suudi Arabistan gibi körfez ülkeleriyle tanımlanan Sünni blokda konumlandırdığı, birçok gözlemci tarafından söyleniyor. Buna katılın katılmayın, ancak hükümetin Suriye politikalarına açıklarken ve bu politikaların muhaliflerini eleştirirken kullandığı dil, dış politikanın, Türkiye’de yeni bir toplumsal ayrışma kaynağı haline gelmesine yol açıyor.

Aslında AKP için herşey çok iyi başlamıştı. Türk dış politikasının üzerindeki ölü toprağını kaldırmak, çağın gerektirdiği dönüşümleri hayata geçirmek, onu entellektüellerin, sivil toplum kuruluşlarının görüşleriyle katkıda bulundukları bir konu haline getirmek için yerel, bölgesel ve küresel düzeyde tüm koşullar uygundu. Uzun bir süre sonra geniş bir halk  desteğine sahip olan bir hükümet, karşısında bir çok konuda değişime gönüllü bir toplum bulmuştu. Hükümete ayrıca, başta Kemalist siyasetin yıllarca reformlara ayak direyen, tutucu  tavrından gına getirmiş olan AB olmak üzere uluslararası toplumun bütün önemli aktörlerinden neredeyse ucu açık bir destek gelmişti. Gelenekselleşmiş reçetelerin, Kıbrıs’tan, Kuzey Irak’a ve Ermenistan’dan Avrupa’yla ilişkilere kadar hemen her konuda Türkiye’yi bir çözümsüzlüğe, tıkanmışlığa mahkum ettiği, gün gibi ortadaydı. Hükümetin Annan planına verdiği destek, AB reformları konusundaki şevki, Kuzey Irak’daki bölgesel Kürt yönetimiyle ilgili inkarcı politikayı değiştirmesi gibi adımlar, bu iyimserliği doğrular nitelikteydi.

Sırasıyla dışişleri bakanlığı koltuğuna oturan Yaşar Yakış ve Abdullah Gül, reformist ama Kemalist kurulu düzenin laik politikalarını cepheden hedef almayan, bu anlamda uzlaşmacı bir söylem benimsediler. Ahmet Davutoğlu’nun önce başbakan baş danışmanlığına ve 2009 Mayıs’ında dışişleri bakanlığına gelmesi sürecinde, iki çizgi olgunlaşmaya başladı. Bunlardan ilki, medeniyetçi (kimilerine göre neo-Osmanlıcı) bir dış politika söyleminin, Kemalist geçmişle hesaplaşmak ve araya bir mesafe koymak amacıyla işlevselleştirilmesiydi.  İkincisi ise ironik şekilde buna eş anlı olarak tüm reform alanlarında bir geriye gidişin yaşanması ve hatta durağan, tutucu olmakla birlikte bazı erdemli özleri de olan Türk dış politikasının birçok olumsuz ilkle karşı karşıya kalmasıydı.

İlkiyle başlarsak; Davutoğlu’nun temsil ettiği ve akademik dünyadan da önemli destek gören “yeni” dış politika vizyonu, “eski”, Kemalist dönemle kurduğu ikili karşıtlıklar üzerinden kendisini ifade etmeye başladı. Buna göre, “eski” dış politika, devlet ve güvenlik merkezli anlayışla, tepkisellikle, batı merkezcilikle, tek boyutlulukla, dış politikanın güvenlikleştirilmesiyle ve toplumdan uzak dar bir bürokratik zümreyle özdeşleştiriliyordu. Bunun karşısında küreselleşmenin gerekleri, çok katmanlı, çok yönlü, proaktif diplomasi, katı güvenlik dilinin dönüşerek yumuşak güç stratejilerinin öne çıkması  ve dış politikayı etkileyen iç aktörlerin çeşitlenmesi gibi unsurlar yeni dönemi tanımlıyordu. Kemalist dönemin ödünsüz batıcı, seküler yaklaşımıyla ihmal edilen Ortadoğu’nun, Asya ve Afrika’nın bilhassa Müslüman halkları da artık Türk dış politikasının ilgi alanında olmalıydı. “Eski” dönemde vurgulanmaktan kaçınılan İslami değerler,  Türkiye’nin sırtında bir yük değildi.  Aksine Türkiye’nin İslami ve modern değerlerini sentezleme yeteneği, onu bölgesel ve zamanla küresel bir aktör haline getirecekti. Ayrıca Kemalizmin marjinalleştirdiği Osmanlı’nın tarihi, kültürel  mirası, Türkiye’ye emsalsiz bir coğrafi, “stratejik derinlik” sağlıyordu.

Davutoğlu’nun ‘yeni’ dış politikasıyla, ‘eski’ dönem arasında kurulan karşıtlık, akademik kalemlerce de sorgusuz sualsiz yeniden üretildi. Buna göre, Türk dış politikasında “tarihsel bir kopuş”, bir “paradigma değişikliği” gerçekleşmiş, yeni liberal dönem başlamıştı. Soğuk savaşın, hasımlarına sürekli gözdağı veren “savaşkan” Türkiye’si gitmiş, yerine yumuşak gücünü öne çıkaran “barışçıl”, “iyi niyetli” bir bölgesel güç gelmişti. Türkiye, “savunmacı” ve tepkisel bir dış politikadan, bir bölge lideri olarak “vizyonlu” ve “proaktif” bir politikaya geçiyordu. Gene geçmişin aksine içeride sağlanan siyasal istikrar ve istikrarlı bir ekonomik büyüme, Türkiye’ye bölgesinde “düzen kurucu” ve zamanla da küresel bir güç olmak vizyonu ve özgüveni kazandırmıştı. Böylece bilimsel açıdan doğrulanabilir verilere dayanmaktan çok, siyasal kaygılarla malül ve hükümetin dış politikayı, iç siyasette araçsallaştırma yaklaşımına eklemlenen bir akademik söylem oluştu.

Eskiyle yeni dönem arasında kurulan ikili karşıtlıklarla, dış politikada tarihsel bir kopuş yaşandığı söylenmeye çalışılsa da yaşadıklarımız, bu önermeyle çelişiyor. Örneğin, ‘komşularla sıfır sorun’ mottosu, salt ‘yeni’ dönemi tanımlamak için değil, onun “eskiyle” olan farkını belirtmek için de yürürlüğe konuldu. Ancak, Davutoğlu ile belirginleşen ikinci eğilimin gösterdiği gibi, Ermenistan’la ilişkilerden, Suriye’ye ve Kıbrıs sorununa dek bir çok konuda “eski” dönemin söylemlerine geri dönüldü. Türkiye’nin kudretini, dostluğunun değerini, düşmanlığının gazabını vurgulayan dil öne çıkmaya başladı. Sıfır sorun, bir arkadaşımın deyimiyle “sırf soruna” dönüştü. Yunanistan bir kenara bırakılırsa, Türkiye’nin, açıktan veya örtülü bir husumet yaşamadığı hiçbir komşusu kalmadı. 1990’ların sonunda buzluğa itilen Türk Yunan sorunlarının, her an yeniden bir gerginliğe dönüşme potansiyeli, bu sorunlar gerçek bir çözülme sürecinde olmadığımız için h?l? çok canlı.

Bu arada belki tarihsel bir kopuş değil ama Türk dış politikasında bazı önemli ilkler de yaşandı. Türkiye, bir komşusunun (Suriye) iç işlerine, hem de normatif bir insan hakları söylemiyle ilk kez bu kadar dahil oldu. İlk kez bir konşusundan saldırı tehdidi algılayarak NATO’dan sınırlarına Patriot füzeleri yerleştirmesini talep etti ve bu gerçekleşti. Ortadoğu’daki bütün önemli Şii yönetimlerle (Suriye, İran, Irak Federal hükümeti) gergin ilişkileri bulunan Türkiye, ilk kez dini saiklerin öne çıktığı, sekter bir dış politika izliyor izlenimi yarattı. Kürt sorununun bölgesel niteliği, ilk kez bu kadar öne çıktı. Türkiye vatandaşları, ilk kez uluslararası sularda, savaşta olmadığı bir ülkenin askerlerince öldürüldü. Avrupa Birliği’nin hazırladığı yıllık ilerleme raporu, hükümetteki partinin önde gelen bir yetkilisi tarafından ilk kez çöpe atıldı. Ve bu yazının konusu olarak, Türkiye’de ilk kez dış politika, toplumsal bir ayrışma ve kutuplaşma konusu haline geldi.

Ne yazık ki tüm bu ilkler, hükümetin ve dışişleri bakanı Davutoğlu’nun “yeni” dış politika vizyonunun başarı hanesine yazılacak türden ilkler değil. Kıbrıs sorunu, AB’yle üyelik müzakerelerinin başlaması ve  Ermenistan açılımı gibi başarı hanesine yazılabilecek ilklerle ilgili olaraksa kayda değer hemen hiçbir mesafe alınamadı. Hükümet, dış politikayı iç siyasette verdiği güç mücadelesinde yeni bir cephe olarak görmeye, ona, artan bir duygusallıkla ideolojik anlamlar yüklemeye devam ettikçe, bu durum uluslararası ortamda gerginlikleri, içerdeyse kutuplaşmayı körükleyecek. Ayrıca, mevcut dış politika kurmaylarımızda zaman zaman kendisini göz yaşartıcı sahnelerle gösteren Osmanlı romantizmi, Balkan’lardan Afrika’ya geniş bir coğrafyada Türkiye’nin yeni sömürgeci amaçları olduğu kuşkularını arttırmaktadır. Osmanlı geçmişine dönük sürekli göndermeler, Türkiye’nin yönelimleri, kimliği gibi konularda Türkiye’de süregiden tartışmalarda  kutuplaşmayı körükleyici bir rol oynamaktadır. Türk dış politikasının bir vizyonu, kısa ve uzun erimli hedefleri olması son derece doğal. Ancak, belirli bir toplum tasavvurunun, bu vizyonun temel belirleyicisi olması, Türkiye’ye ne içerde, ne de dışarda huzur getirebilir.  “Yeni” olduğunu tartışılmaz bir veri olarak alamayacağımız Davutoğlu politikalarının, sürekli Kemalist siyasetlerle özdeşleştirilen bir geçmişle ikili karşıtlıklarla anlatılması ve hatta meşrulaştırılmasının, Türkiye’de demokratik tartışma kültürüne hizmet etmediği, tam tersine toplumsal kutuplaşmayı körüklediği açıktır. Başbakanın, bazı dış politik konular vasıtasıyla, medyaya ve muhalefete milli çıkarları ve devlet politikalarını savunmaları gerektiğini hatırlatması da, Türkiye’de kamusal tartışma alanını daraltmakla birlikte o hep kendisiyle bir karşıtlık ilişkisi kurulan “eski” dönemleri hatırlatmaktadır.